İnsan Haklarının Düşünsel Gelişimi
İnsan hakları konusundaki bilincin gelişebilmesi bakımından söz konusu kadim hakların ortaya çıkışı ve gelişiminin anlaşılması önem arz etmektedir. Öncelikle insan hakları düşüncesinin tarihsel anlamda ortaya çıkışını, bazı antlaşma ya da organizasyonlara bağlamanın oldukça eksik bir tutum olacağını ifade etmemiz gerekmektedir. Çünkü insan hakları tarihin belli bir döneminde mucizevi bir biçimde ortaya çıkmış bir hak anlayışı değildir. Aksine insan hakları insanlığın kadim değerlerinin evrilip, dönüşmesi ile bugünkü biçimine dönüşmüş temel hakları temsil etmektedir. Buna göre insan haklarını insanlığın ortak birikimi ve mirası olarak nitelendirmek yerinde bir tutum olacaktır. Aynı zamanda insan haklarının kuşatıcı tanımı gereği insanlığın bu kadim haklarını dünyanın belli bölgelerine has bir değer olarak görmek doğru değildir. Diğer bir deyişle insan hakları Batı’ya ait bir değer yargısı olmayıp, insanlığın geneline hitap etmektedir. Bu bağlamda insan haklarının düşünsel gelişimine muhtasar bir biçimde yer vermek faydalı olacaktır.
Düşünce tarihi incelendiğinde bilim, felsefe ve sanatın temellerinin Antik Yunan Dönemi’nden öncesine dayandığı ortaya çıkmaktadır. Öyle ki Antik Yunan’da insan ve ahlak konusu tartışılmadan daha önceleri Antik Hint ve Çin’de örneklerinin olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin Antik Hint bilgelerinden Buda (Siddhartha Gautama / 563 - 480), dünyadaki bütün insanlar için geçerli olacak ahlak ilkelerinden söz ettiğinden insan hakları fikrinin öncüleri arasında yer almaktadır. Antik Çin bilgelerinden Konfüçyüs (551- 479) ise insan hakları fikrini önceleyecek mahiyette, bütün insanların doğuştan eşit oldukları düşüncesini ileri sürmüştür. Antik Yunan Dönemi’nin ve felsefe tarihinin önde gelen filozoflarından Sokrates (469-399) ise Buda ile benzer biçimde yerel değerlerin ötesinde bütün insanların üzerinde hemfikir olabilecekleri ortak ve genel geçer değerlerden söz etmiştir. Öğrencisi Platon (427-347) ise onun savunduğu evrensel değerleri bilgi ve ahlak bakımından gerekçelendirmek için meşhur “İdealar Kuramı” ve “Mağara Metaforu” görüşlerini ortaya atmıştır. Aynı zamanda adalet düşüncesinin temel bir erdem olarak yaygınlaştırılması gerektiğini öne sürmüştür. Bu çerçevede “güçlülerin adaleti” görüşünün yerine adaletin gücünün hayata geçirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Adalet düşüncesinin Aristoteles (384-322) tarafından da çok önemsendiği, adalet ve erdemi aynı şey olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Ayrıca onun evrensel doğa yasasından söz ettiği dikkat çekmektedir. Sofist düşünürler olarak kayıtlara geçmiş olan Antiphon, Alkidamos ve Hippias ise bu dönemde devlet hukukunun ötesinde doğal hukukun olduğunu iddia etmişlerdir. Söz konusu düşünceler, sonraki dönemlerde gelişecek olan insan hakları düşüncesini öncelemektedirler.
Antik Yunan Felsefesi’nden sonra Helenistik Dönem’de yaşayan Stoacılar, insan hakları düşüncesinin gelişimi bakımından önemli düşünceler ortaya atmışlardır ve bu anlayışa uygun bir yaşam pratiği benimsemişlerdir. Her şeyden önce insanların doğaları gereği eşit olduğunu savunan Stoacılar, insanlar arasındaki ayrımların doğru olmadığını savunmuşlardır. Buna göre Yunan-Latin, yurttaş-göçmen, erkek-kadın vb. ayrımlardan vazgeçilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda ülkeler ve toplumlar arasındaki sınırların gereksiz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte akıl ile ahlakı insanların sınıfsız ve sınırsız bir dünyada yaşamalarının ön koşulu olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla Stoacıların insan haklarının özünde yer alan “doğal hak” ilkesine önemli katkılar yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Onların insan hakları için son derece değerli olan bu düşünceleri sonraki dönemleri etkilemiştir. Günümüzde de Stoa düşüncesinin, özellikle entelektüel camiada, oldukça popüler olduğunu ifade etmemiz mümkündür. Orta Çağ döneminde özellikle Avrupa coğrafyasında Hristiyanlığın etkili bir inanç olduğu bilinmektedir. Genel itibarıyla filozofların aynı zamanda teolog olduğu bu dönemde Tanrı temelli düşünceler ortaya çıkmıştır. Buna göre Orta Çağ’daki insan hakları düşüncesini insanın doğasından getirdiği bir hak olmaktan ziyade Tanrı’nın bahşettiği bir eşitlik ve adalet düşüncesi olarak değerlendirmek mümkündür. Rönesans Dönemi’nin başlarında söz konusu gelenekte önemli kırılmalar olmuştur ve Antik Çağ’ın düşünceleri tekrar revaçta olmaya başlamıştır.
Rönesans Dönemi’nde yaşayan Pico della Mirandola (1463-1494), insan haklarının temelinde yer alan “insan onuru” kavramı üzerinde durmuştur. Böylelikle Tanrı merkezli düşüncelerden insan merkezli hak anlayışına doğru bir geçişin olduğunu iddia etmemiz mümkündür. Yine bu dönemde yaşayan İngiliz filozof Richard Hooker’in (1553-1600) doğal hak kavramı üzerinde durduğu görülmektedir. Rönesans’da ortaya çıkan bu düşünceler önemli ölçüde Yeni Çağ’daki insan hakları düşüncesinin zeminini hazırlamıştır. Bu dönemin başlarında Hugo Grotius (1583-1645) doğal hukuk düşüncesine önemli bir ivme kazandırmıştır. Bu çerçevede doğal hakları uluslararası hukukun ve devlet hukukunun öncül ilkeleri olarak ifade etmeye çalıştığı görülmektedir. Grotius’un Yeni Çağ’ın ruhuna uygun olarak doğal hak ve doğal hukuk konusunda rasyonel bir temellendirmeye başvurduğu anlaşılmaktadır. Doğal hukuk insan olmaya dair en başta koyulan temel ilkeler olduğundan sonraları değiştirilmesi doğru bir tutum olmayacaktır. Doğal hak geleneğine önemli bir katkı yapan diğer bir isim ise İngiliz filozof Thomas Hobbes’tur (1588-1679). O insanların doğaları gereği eşit olduklarına ve kendilerini savunma hakkına sahip olduklarını ileri sürmüştür. Grotius’un düşüncelerinden etkilenen Samuel Pufendorf (1632-1694) ise doğal hukuk düşüncesini geliştirmeye çalışmıştır. Doğal hakları akıl sahibi varlıkların kadim hakları olarak tanımlamaktadır. O doğal hukuk kavramının özünde, seküler bir biçimde ele aldığı, insan onurunun olduğunu iddia etmektedir. Yeni Çağ döneminde özellikle doğal hukuk ve insan onuru kavramlarının rasyonel bir biçimde ele alınışı, insan hakları düşüncesine modern bir mahiyet kazandırmıştır.
John Locke (1632–1704) kendisi gibi İngiliz olan Hobbes’un doğal hak anlayışını yeniden yorumlamaktadır. Doğal hak çerçevesinde yaşama hakkı, özgürlük ve mülkiyet hakkından söz etmektedir. Bu hakların korunması için de hükümete ihtiyaç duyulacağı aşikardır. Fransız filozof J. J. Rousseau (1712-1778) ise hürriyet ve cumhuriyet bağlamında ileri sürdüğü fikirleri ile insan hakları düşüncesine katkılar sağlamıştır. Bu çerçevede halkın genel iradesini yansıtan “birleşmiş irade” kavramını ortaya atmıştır. Bu irade, cumhuriyet yönetimi altında yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini koruyacak mahiyette siyasi bir oluşumdur. Yeni Çağ’da ortaya çıkmış olan söz konusu düşünceler Immanuel Kant’ın (1724-1804) düşüncelerini etkilemiştir. O kendinden önce ortaya çıkmış düşünceleri yeniden ele alarak, gelenek içinde insan hakları düşüncesine en fazla katkı sağlayan filozof olarak kayıtlara geçmiştir. Kant sonuçlarından bağımsız olarak ilkelerini önemsediği ödev ahlakı düşüncesini insan onuru görüşü ile bir araya getirmiştir. İnsanın hiçbir zaman araçsallaştırmaması gerektiğini ve mutlak anlamda amaç olarak görülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bununla birlikte insan hakları düşüncesinin hukuki biçimini de önemsemiştir. Böylelikle ahlak ve hukukun sentezlenmesi sürecinde insan hakları düşüncesini formüle ettiği görülmektedir. Şu hâlde doğal hakların rasyonel anlamda kabulü insan hakları için yeterli bir gerekçe değildir ve mutlaka söz konusu kadim hakların pozitif hukuk dizgesine dönüştürülmesi gerekmektedir. Görüleceği üzere insan hakları düşüncesi 1776 Virginia İnsan Hakları Antlaşması (1776), Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Deklarasyonu (1789) ve 10 Aralık İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden (1948) çok önce düşünürler tarafından peyderpey geliştirilmiştir. Hatta yer vermeye çalıştığımız düşünceler insan hakları antlaşmalarının imzalanmasında önemli bir rol oynamışlardır.
Kaynak ve Okuma Önerileri:
Celal Yeşilçayır, İnsan Hakları Felsefesi, Konya: Çizgi Kitabevi, 2019.
Nurten Gökalp, İnsan Hakları Felsefesi, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2023.
Celal Yeşilçayır, “Adaletin Sağlanmasında Hukuka Yönelik Beklentiler Üzerine Felsefi Bir Değerlendirme,”FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2022, 34/2, s. 45–64.
Harun Tepe, İnsan Hakları Felsefesi, Ankara: BilgeSu Yayınları, 2018.
İoanna Kuçuradi, İnsan Hakları: Kavramları ve Sorunları, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2016.
Celal Yeşilçayır, Felsefi Bağlamda İnsan Hakları ve Barış Eğitimi, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2019.
Celal Yeşilçayır, İnsan Haklarının Sağlanmasında Temel Bir Sorunsal Olarak Demokrasi, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2019.