"İzleyeceğiniz hikâye, insan ırkının yalan söyleme yeteneğinin hiç olmadığı bir dünyada geçiyor... Burası, o dünyada sıradan bir şehir. Gördüğünüz gibi, insanların işleri, arabaları, evleri ve aileleri var ama (bizim dünyamızdan farklı olarak) herkes sadece gerçekleri söylüyor. Yalan, yalakalık veya uydurma diye bir şey yok. İnsanlar düşüncelerini olduğu gibi ifade ediyor ve bu bazen biraz sert olabiliyor ama başka seçenekleri yok (çünkü yalanı bilmiyorlar), doğaları böyle..." (Parantezler bana ait. M.P.)
Bu, ünlü İngiliz komedyen Ricky Dene Gervais'in Matthew Robinson'la birlikte yazıp yönettiği, 2009 Amerikan yapımı, Türkçeye "Yalanın İcadı" biçiminde çevrilen "The Invention of Lying (Yalan Söylemenin İcadı) filminde betimlediği dünya. İzleyiciyi bir düşünce deneyine sokan bu yalansız dünya; Körlük, Görmek, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş gibi öngörülemeyen tuhaf gelişmelerin öykücüsü Jose Saramago'nun kurgularını anımsatıyor. Dinî inançlara yönelik eleştirileriyle dikkat çeken Ricky Gervais, felsefi altyapısını pek güçlendiremediği Yalanın İcadı'nda Hristiyanlık anlatısını büyük bir yalan olarak betimliyor.
Ancak devam etmeden önce, "dil -yalan" ilişkisini tartışacağımız yazımızda, bu iki kavramın sınırlarını belirlememiz gerekiyor. "Dil"i, basitçe, "İnsanlar arasında iletişimi sağlayan, uzlaşmaya dayalı sesli veya görsel işaretler dizgesi" biçiminde tanımlayabiliriz. "Yalan"a gelince, iş biraz çatallansa da şu kadarını söylemekle yetinebiliriz: “Doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz” (sozluk.gov.tr). Tanım, "söz"le sınırladığı kavramın "doğru"yu referans almasıyla anlamını bulandırıyor. Çünkü dil felsefesinin içinden bakınca "doğru"nun öznel yapısını teslim etmek gerekiyor. O zaman da “yalan”ın tanımı tartışmalı hale geliyor. Bu nedenle "gerçeğe uymayan" anlamı da "yalan"a değil, "yanlış"a yakışıyor. "Yalan"da, söyleyenin söylenen karşısında elini güçlendirecek bir yanıltma, söyleneni kandırma ve belli bir teze, düşünce veya inanca yöneltme amacı görülüyor.
Farklı disiplin alanlarından baktığımızda yalanı, felsefede ahlaki bir sorun; psikolojide kişilik özellikleri, duygusal durumlar ve sosyal baskılarla ilişkili bir olgu; sosyolojide toplumsal ilişkiler, kurumlar, siyasi propaganda ve reklamcılıkta önemli bir etmen olduğunu anlayabiliriz. Kültürel olarak insan ilişkilerine yapışmış olan yalan, toplumsal etkileşimi biçimlendiren bir güce dönüşmüş görünüyor. Sosyal, patolojik, siyah, beyaz... biçiminde çeşitlenip tarih boyunca birçok toplumsal soruna, halklar/uluslar arasındaki ilişkilerin bozulmasına ve kişilerin güvenirliğinin zedelenmesine neden oluyor.
Günümüzde de felsefi tartışmaların merkezî konularından biri olmaya devam eden yalan kavramının, özellikle bilgi teknolojilerinin, yapay zekâ algoritmalarının alan kaplamasıyla birlikte yalan haber, deepfake (derin sahtelik) videolar gibi yeni türleri ortaya çıkıyor ve bu durum, yalanın doğası, etkileri hakkında yeni sorular ve sorunlar gündeme getiriyor. "Yalanın doğası nedir? Yalan bir düşünce mi, bir eylem mi, yoksa ikisi birden midir? Yalan söylemek neden kötüdür? Yalanın ahlaki boyutu ve toplumsal etkileri nasıl değerlendirebilir? Hangi durumlarda yalan söylemek kabul edilebilir? Yalanın bilgi ve gerçeklik kavramlarıyla ilişkisi nedir?”… Felsefe alanında düşünürler, yalan kavramını değerlendirirken genellikle bu ve benzeri sorulara yanıt aramaktadırlar.
İz bırakan birkaç yanıt şöyledir: Sanatı, temel gerçeklik olan ideaların ikinci elden taklidi sayan ve bu yüzden sanatçıları gerçeklikten uzaklaştıkları için Devlet'inde istemeyen Platon'a göre en büyük yalancılar şairler/tasvircilerdir. Alman felsefesinin kurucu ismi ve aydınlanmanın filozofu Immanuel Kant da yalanı hiçbir koşulda kabul etmez, onu insanın akıl yürütme yeteneğine ve ahlaki yasaya aykırı bulur. İletişimsel eylemin pragmatizmi kuramıyla bilinen Jürgen Habermas, yalanın iletişimin temel ilkesi olan karşılıklı anlaşmayı engellediğini savunur. 2500 yıllık felsefe geleneğini bir kenara iten Nietzsche ise aykırı konumdadır; metaforu, verili kültürün kavramlarından uzaklaşma olanağı olarak değerlendirir. Bu bağlamda güncel anlamda sözü anlam odaklarına çivilemeden anlam aralıklarında bırakır ve bunu üst insana doğru gelişme stratejilerinden biri olarak görür!
Yalanın İcadı’na dönecek olursak, bu “icadın”, kabaca da olsa sınıflı toplumların bir eseri olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliriz. Mark Bellison, filmin giriş sekansından aldığımız yazımızın ilk paragrafında betimlenen “yalansız” bir dünyada mutlu mesut yaşamaktadır. Yalansızlığı bilmeyen okura, bunun nasıl bir şey olduğunu, o dünyada yapılan bir Coca Cola reklamıyla örnekleyelim: “Merhaba ben Bob. Bugün size kola almaya devam edin demek için buradayım… Yakın zamanda içindekilerde bir değişiklik olmadı, kutusu biraz değişti. Şuraya çocuklar bizi sevsinler diye bir kutup ayısı ekledik... Koladaki şeker oranı yüksektir ve obeziteye neden olabilir… Hepsi bu kadar… Teşekkürler.” Toplu taşıma otobüsüne giydirilmiş Pepsi reklamı ise şöyle: “Pepsi: Coca-Cola olmadığında…”
Böyle bir dünyada Mark’ın tek sorunu, tombulluğunu ve domuzcuk burnunu dert edinen sevgilisinin aralarına koyduğu mesafedir. Ancak tarihî senaryoların yazılıp pazarlandığı ofisinde rekabete yenilip işten atılması, Mark’ı 800 Dolar olan ev kirasını ödeyemeyecek duruma düşürür. Bankadaki son 300 Dolarını evi boşaltmak için kullanacaktır. Sistemin arızalı olduğu bir anda banka memuruna, beyninde çakan şimşeğin yönlendirmesiyle hesabında 800 Dolar olduğunu söyler. Yalansız dünyanın memuru parayı öder; sistem çalışmaya başlayınca hesapta 300 dolar olduğunu görür ama yalanı bilmediğinden Mark’ın değil, sistemin hatalı olduğunu düşünür! Mark’sa farkında olmadan yaptığı “icat”tan mutlu olur; ev kirasını öder, dostlarına ve patronuna türlü yalanlar söyleyerek onların ilgi odağı olmanın tadını çıkarır!
Yalan madem bir kere söylenmiştir, o halde kişisel ilişkileri aşıp sosyalleşmelidir! Kapısında “Umutsuz yaşlılar için hüzünlü bir yer” yazan huzurevinde yatan annesine yalansız dünyanın doktoru, bu akşam öleceğini söylemiştir. Yaşlı kadın korku içindedir. Ölüm feci bir şeydir, birden her şey bitecek, sonsuz bir boşluğa düşüverecektir… Mark’ın beynindeki o “şimşek” tekrar çakar. Annesine, öldükten sonra olanlar hakkında yanıldığını, dünyada en sevdiği yere gideceğini, sevdiklerinin yanı başında olacaklarını, eskisi gibi koşup dans edebileceğini, orada sadece sevgi ve mutluluk olduğunu, herkesin malikânesinde sonsuza dek mutlu mesut yaşandığını… söyler.
Bu söylediklerinden sonra, Mark’ın ünü yaşadığı kentin, ülkenin sınırlarını aşar ve bütün dünyaya yayılır. İnsanlar onu görmek için, Müslümanların Kabe’yi ziyaret etmesi gibi evinin önünde toplanır. Mark’ın söyledikleri, insanoğlunu ebediyen değiştirecek, dünyada o güne kadar söylenmiş önemli şeylerdir. Vahye dayalı tek tanrılı din doğmaktadır, düşünsel bir yoğunlaşmadan sonra pizza kutularının üstüne “10 Emir”i yazar: “Bir, gökte bir adam var ve her şeyi o kontrol ediyor. İki, ölünce sonsuz bir boşluğa değil, harika bir yere gidiyoruz… Altı, üçten fazla kötülük yaparsanız, o harika yere gidemezsiniz… On, gökteki adam burada size kötü şeyler yapsa da siz kötülük yapmazsanız, öldükten sonra size iyi şeyler vererek bunu telafi ediyor…”
Tarihte yüzyıllar boyunca insanların inançlarını şekillendiren, olayların yorumlanışını değiştiren ve hatta savaşlara neden olan yalanlar söylendi. Bu yalanların bazıları o kadar yaygınlaştı ki, zamanla gerçek gibi algılandı: Nazilerin propagandaları, Almanlara verdikleri umutlar ve Yahudilere attıkları iftiralar; Amerika'nın, Irak'ın nükleer silahlarına dair uydurmaları; kapitalist endüstrinin iklim değişikliğine ilişkin etkilerini gizleyen politik iddiaları; Trump'ın, çamaşır suyunun COVID-19'u tedavi edebileceği tezi; ondan aşağı kalmayan aşı karşıtlarının komplo teorileri (Bunu, köpek trafından ısırıldıklarında, koşup kuduz aşısı olmalarından biliyouz!) ... Kuşkusuz, bütün bunların yanında, günlük yaşamımızda söylediğimiz "Biz sadece arkadaşız. Ben de şimdi seni arayacaktım. Biz size döneceğiz. Ben hayatta yalan söylemem! ..." biçimindeki yalanlar, çok masum kalmaktadır.
Öte yandan sanatsal kurguyu da yalanın bir türü sayabiliriz; çünkü sanatçılar da verili gerçeği bozup yeniden yapılandırmakla ilgi ve dikkatimizi nesnel gerçeklikten kendilerinin inşa ettikleri öznel gerçekliğe yönlendirirler. Ancak sanatsal “yalan”ın sonuçları, yıkıcı değil yapıcıdır. Bu "yalanlar", bakış açımızı, düş dünyamızı, içgörümüzü zenginleştirir. Duyarlıklarımızı artırır, dikkatimizi biler, görüşümüzü keskinleştirir; dünyayı ve hayatı daha net görmemizi sağlar.
Sanatın bu kurgu dünyasına kendi kişisel gerçekliğini de katan Romain Gary, "Yalan-Roman" (Pseudo: sahte, sözde) adlı romanında "miş gibi yapmak" yalanı üzerine kurulu bir dünyada insanın kendisi olabilmesinin olanaklarını; "alter egosu" Emile Ajar, yeğeni Paul Pavlowitch ile babası olabileceğini düşündüren Macout Dayı karakterleri üzerinden tartışmaya açar.
1914 Litvanya doğumlu Gray, 1956'da yazdığı Les Racines du Ciel (Cennetin Kökleri) adlı romanıyla Fransa'nın en saygın edebiyat ödüllerinden, aynı yazara sadece bir kez verilen Goncourt ödülünü kazanır. Sonraları eleştirmenler, Gary'in edebi yaratıcılığını kaybettiğini, kendini durmadan yinelediğini yazarlar. Bunun üzerine Gary, yalanla kurduğu bir oyun oynar; La Vie Devant Soi (Önünüzdeki Hayat -Onca Yoksulluk Varken-) adlı romanını yazar ve Emile Ajar takma adıyla yayımlar. Bu romanıyla da 1975 Goncourt ödülünü ikinci kez kazanır ama avukatı aracılığıyla ödülü geri çevirince edebiyat dünyasında küçük bir kıyametin kopmasına neden olur.
Gray, Yalan-Roman adlı "gerçek-kurgu"sunda yalan ile dil arasındaki ilişkiye ait birçok örnek sunar. Dilin yalan üretmeye olanak veren mekanizmasını ustaca kullanarak, bir manipülasyon aracı olabileceğini gösterir. Sözcüklerle oynayıp okuru sallantıda bırakırken düşünmeye de teşvik eder. Okur, metnin içinde aktif bir rol alarak, kahramanın yalanlarını çözmeye, gerçekleri ortaya çıkarmaya çalışır ve okuma deneyimini zenginleştirir. "Ben, Émile Ajar mıyım, yoksa Romain Gary mıyım? Belki ikisi de belki hiçbiri değilim." gibi ikilikler, hatta üçlükler üzerine kurulu ve durmadan kendini iptal eden cümleler, okuru gerçekle yalan arasında savurup durur.
Peki bu yazımızın temel sorunu olan, dilin yalanı olanaklı kılan özellikleri nelerdir? Dilin sembolik doğası, yani sesli ve görsel işaretleri ile sözcüklerin anlamları arasındaki nedensizlik ilişkisi bu olanaklardan biridir. Bir başka olanağı, sözcüklerin çok anlamlılığıdır. Anlamlı birimlerin farklı bağlamlarda farklı anlamlara girmesi, anlamın dil yoluyla manipüle edilebilmesine olanak sağlar. "Adalet", "demokrasi", "özgürlük", "aşk" gibi soyut kavramlar, doğaları gereği, öznel algılamaya ve yorumlamaya uygun olduklarından yalan üretimine de uygundurlar. Cümlelerin karmaşık yapısı anlamın belirsizleşmesine ve yalan söylemek için kullanılabilecek boşlukların oluşmasına neden olabilir. İroni, kinaye, metafor gibi anlatım özellikleri de yalan söylemeyi kolaylaştırabilir. Sürekli değişen ve gelişen bir doğası olan dil, bu doğasıyla yalan söylemeyi mümkün kılar.
Ama insan dillerinin yalan söylemeye olanak sağlayan en önemli özelliği yine de eklemli yapısıdır. Bu yapı nedeniyle dilimizde anlam kuran birimlerden istediğimizce farklı kombinasyonlar yapabiliriz. O nedenle ırkımız yalan söylemekte mahirdir ve atalarımız haklıdır: "Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz!" Hayvanlara gelince, onlar isteseler bile yalan söyleyemezler; çünkü dilleri eklemsizdir ve eklemsiz dilde farklı kombinasyonlar kurulmaz. Kuşun cıvıldaması, köpeğin havlaması, yılanın tıslaması, eşeğin anırması... eklemsizdir; nasıl yalan üretebilir ki?
Nazım Hikmet, "Elleriniz ve Yalana Dair" başlıklı şiirinde bütün bu yalanların nedenini şöyle açıklıyor:
“… İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
ses yalan söylüyorsa,
söz yalan söylüyorsa,
ellerinizden başka herşey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”
Bunca yalandan sonra, yazımızı Yunan şairi ve filozofu Knossoslu Epimenides'e bağlanan "Giritli Paradoksu"na atıfla bitirebiliriz:
Bütün yazarlar yalancıdır!