İNSAN NE İÇİN YAŞAR:
HAYATIN ANLAMI ÜZERİNE BİR DENEME…
İnsan neden yaşar? Hayatın anlamı nedir?
Çoğu zaman cevabını bulamadığımız, kuşkusuz her insana göre farklı cevabı olan bu soru varoluşumuzun temel belirleyenlerden birisi aslında.
Modern öncesi dönemlerde, Din-Tanrı kavramları ile, modern dönemlerde ise dinin yanında, akıl ve bilim ile cevabı aranan bu soru postmodern dünyanın, kültürü öne çıkarıp, Tanrı, bilim, akıl gibi kategorileri değersizleştirmesiyle “anlamsız” ilan edildi.
Oysa “Hayat anlamsızdır, insan ona anlam kattıkça hayatta kendini var edebilir” diyen varoluşçular eğer haklıysa bu durum on yıllardır dünyada en yaygın görülen 5 hastalıktan birisinin neden Depresyon olduğunu açıklamaz mı? Postmodern uygarlığın Prozac bağımlısı insanını tam da bu anlamdan yoksun kalmak acı ve ızdırabın pençesine düşürüyor olamaz mı?
Victor Frankl yıllar boyunca Auschwitz kampında yaşam mücadelesi veren, kızkardeşi dışında tüm yakınlarını Nazilerin katlettiği bir Psikiyatristtir. Frankl terapileri sırasında, çeşitli acılar içinde kıvranan insanlara “neden intihar etmiyorsunuz” diye sorar. Kimi insanda çocuk sevgisi, kiminde yetenekler, kiminde korunmaya değer canlı anılar… Bu ince ipliklerden sağlam bir anlam ve sorumluluk örgüsü dokumak yaşam arzusunu güçlendirir. Bu anlamdan yoksunluk ise boşluk hissi yanında, ızdırap, acı içerisinde yaşamı tüketen bir insan çıkarır ortaya.
Bilinenin aksine Frankl herşeyden yoksun kalmış, yaşamından başka kaybedecek birşeyi kalmadığını hisseden, acı çeken insanın dahi neler yapabildiğini görür ve o insanların da hayatta bir anlam bulup, kendi hayatlarına değer katabileceklerini düşünür. Zira eğer yaşamda bir amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olduğunu savunur. Ama hiçkimse bir başkasına bu amacın ne olduğunu söyleyemez.Herkes bunu kendi bulmak ve bulduğu yanıtın sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Nietsche’nin dediği gibi: Yaşamak için bir nedeni olan kişi hemen her nasıla dayanabilir.
Yaşama şansı son derece az olan insan dahi yaşamından arta kalanları korumaya yönelik stratejiler geliştirmeye çalışır. Sevilen insanlara ilişkin sıkı sıkıya korunan imgeler, din, keskin bir mizah duygusu aslında pamuk ipliğiyle yaşama bağlı insanın hayata anlam katabilmek için geliştirdiği stratejilerdir sadece.
Hayatın anlamına ait ortak bir amaç arıyorsak eğer bu amaç kuşkusuz mutluluktur. Zira hepimizin peşinden koştuğu, uğruna çaba gösterdiği şey mutluluktur. Ancak mutluluk da son derece muğlak bir kavram değil midir? Hepsi bir yana ya insanoğlu bir başkasına zarar vererek mutlu oluyorsa? Güç, iktidar, para hırsı, şehvet düşkünlüğü gibi insana dair duygular belki de kendi mutluluğunu sağlayabilir ancak tüm bunlar kişinin bu yoldaki ideallerine engel oluşturabilecek her türlü insana şiddet de üretmez mi? İşte tam bu noktada Aristo’nun anlayışına başvurmak gerekiyor. Aristo mutluluğu, yaşam kalitesine eşdeğer bir tanımla ele alır. Ona göre mutluluğa ancak erdemle varılabilir ve erdem herşeyden önce zihinsel bir tutumdan ziyade toplumsal bir pratiktir. Mutluluk sadece bir gönül rahatlığı değil belirli şekillerde davranma eğilimini de kapsayan bir ruhsal durumdur. Bu nedenle “Ludwig Wittgenstein’ın da dediği gibi her insanın ruh görüntüsü vardır ve onun ruh görüntüsünü gözlemek isterseniz onun yaptıklarına bakmalısınız.
Sophokles “Kral Oidipus”adlı eserinde “ Hiçkimse ölünceye, sonunda acıdan kurtuluncaya kadar mutlu sayılmaz” der. Bu karamsar yargının ötesine geçen Freud, Hayatın amacını mutluluk, mutluluk kavramını ise hazza indirgeyen anlayışa karşı daha da çarpıcı görüşler ileri sürer.
Freud’un “Metapsikoloji” kitabındaki “Haz ilkesinin Ötesinde” bölümünde insanlarda 2 temel dürtüden bahseder: “Yaşam dürtüsü” (Eros) ve “Ölüm dürtüsü” (Thanatos). Freud’a göre hazza yönelen, acıdan kaçan, içsel gerilimini tamamen kaldırmaya çalışan insan asında ölüme arzu duyuyordur. Zira tüm bu gerilimlerden ve uyaranlardan arınma hali sadece ölüm esnasında mümkündür.
Terry Eagleton, Freud’un insanoğlunun Thanatos’a yani ölüm dürtüsüne köle oluşuna dair ise farklı anlamlar bulmaya çalışır. Ona göre Freud aslında insanoğluna, uğruna ölmeye hazır olmadığı, hiçbirşey içermeyen bir hayatın verimli olmasının imkansızlığını anlatma çabasındadır. Ya da Freud şunu ima etmektedir: Ölümlülüğümüzün farkında olarak yaşamak; bize, gerçekçi, doğrucu bir anlayışla daha sahici bir yaşam olanağı sunar. Kendi ölümsüzlüğümüze duyduğumuz bilinçdışı bir güven, yıkıcılığımızın temel kaynağını oluşturur.
Binlerce yıldır cevabı aranan ancak cevabı her insan için farklı olan soruyu tekrar soralım: “Hayatın anlamı nedir?”. Hayatın anlamı onu arama yolculuğuna çıkmak ve tüm engellere rağmen kendi hayallerinin izini sürmek , onlar uğruna mücadele etmektir.
Tarih hayatın anlamını arayan nice kahramanların öyküleri ile dolu ve o öyküler bizim de anlam arayışımıza ışık tutuyor. O öyküler “tarihin sonu”, “hayatın anlamı” sorusunun anlamsızlığı gibi iddiaları bize dayatan neoliberal dünyanın postmodern kültürüne karşı bize bir şeyi öğütlüyor: GERÇEKÇİ OL, İMKANSIZI İSTE!
Kaynaklar: