Nirvana Sosyal

Anasayfa Künye Danışmanlar Arşiv SonEklenenler Sosyal Bilimler Bilimsel Makaleler Sosyoloji Fikir Yazıları Psikoloji-Sosyal Psikoloji Antropoloji Tarih Ekonomi Eğitim Bilimleri Hukuk Siyaset Bilim Coğrafya İlahiyat-Teoloji Psikolojik Danışma ve Rehberlik Felsefe-Mantık Ontoloji Epistemoloji Etik Estetik Dil Felsefesi Din Felsefesi Bilim Felsefesi Eğitim Felsefesi Yaşam Bilimleri Biyoloji Sağlık Bilimleri Fütüroloji Edebiyat Sinema Müzik Kitap Tanıtımı Haberler Duyurular İletişim
“İNSAN OLMA” VE YAŞAM ÜZERİNE

“İNSAN OLMA” VE YAŞAM ÜZERİNE

Sosyal Bilimler 07 Şubat 2025 09:30 - Okunma sayısı: 34

Prof. Dr. Yavuz Kılıç

“İNSAN OLMA” VE YAŞAM ÜZERİNE

“İnsan olma” üzerine söz söyleyebilmek için öncelikle insanı, tür olarak insanı, , insanın durumunu kısaca da olsa belirtmemiz, insanın nedir?” sorusunu yanıtlamamız amacımız bakımından yararlı olacaktır.

Hepimiz insan türünün birer üyesiyiz ve her birimiz insan türünün özelliklerini taşıyoruz. Biyolojik olarak da aynı yapıdayız, ortak özellikleri taşıyoruz, ama yine de zihinlerimiz olduğu gibi bedenlerimiz de birbirinden farklıdır. (Bu farklılığın neye dayandığı üzerinde durulmayacaktır). Yine de insanı belli yetilere sahip, sözgelişi akıl, zihin, ruh ya da tine sahip bir varlık olarak görüyoruz. Bazen de insanı belli yetenekleri çerçevesinde düşünüyoruz, sözgelişi düşünen, değerlendiren, vs. bir varlık olduğunu söylüyoruz. Ama bütün bu düşünceleri kapsayacak olan bir düşünce ise, insanı genel olarak belli potansiyellere sahip bir varlık, kısacası bir olanaklar varlığı olarak görmektir. “Olanaklar” sözcüğü, (ya da terimi) hem geçmişe hem geleceğe uzanan bir anlam içeriyor; yani yaptıklarımız ve yapabileceklerimiz olanaklar içerisindedir. İşte bu olanakları gerçekleştirme tarzımıza göre; eylemleri, olayları, durumları değerlendirme tarzımıza göre “insan olma”yı gerçekleştiriyoruz ya da gerçekleştiremiyoruz, diyebiliriz. Bu düşünce elbette “insan olma”nın, insanın özelliklerinden farklı olduğunu dile getirmektedir. İnsanın bir olanaklar varlığı olması, onun diğer canlılardan farklı olması “insan olma”sı anlamına gelmiyor. Çünkü insanda öteki canlılardan ayrı, sırf ona özgü bir yön bulunmakla birlikte, bunun sadece bulunuyor olması, insanın insanca olması veya insanca eylemesi demek değildir: İnsan eğer bu insansal yönünü hayvanlığının emrine vermişse, Aristoteles’in dediği gibi, “kötü bir insan, bir hayvandan binlerce kez daha kötü şeyler yapabilir” (Aristoteles, 1997: 1150a5-10)

Söylediklerimizi bir başka biçimde şöyle de ifade edebiliriz: Bütün canlı varlıkların hayatının bir başlangıcı bir de sonu vardır. İnsan ve hayvan için bu başlangıcı doğumla sonu ise ölümle adlandırıyoruz ve bu arada geçen döneme de ömür diyoruz. Hangi yaşta olursa olsun, insanın ve hayvanın ömrü başlangıç ile son arasında sürmektedir. Heidegger’in de Arendt’in de felsefelerinde vurguladığı durum budur. Bu aradan kurtulmak, bu arada bulunmamak diye bir şey söz konusu değildir, ama bu arada olmanın farkında, bilincinde olan ve ona göre yaşayan tek canlı, bildiğimiz kadarıyla, insandır. Bu arada olmaya insanın durumu diyoruz, ama isterseniz insanın kaderi de diyebiliriz. Bu durum aslında insan için bir sorun değildir, sorun olan ve sorgulanan bu arada nasıl yaşayacağımızla ilgilidir. Bu yüzden insan bir şey için, bir şey uğruna yaşamaya çabalar. Ancak böylesi bir yaşamın yaşamaya değer görülebileceği söylenmektedir. Bu bir şeyin ne olduğu elbette değişecektir, ama bunun bir anlam arayışı olduğunu da unutmamak gerekir.

İnsanın neliğini belirlemede, bu belirlemeyi de belirleyen kimi düşünceler olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin ‘insan, doğanın içinde yaşayan ve onun bir parçası olan bir varlıktır’ diyorsanız ya da “bütün insan türünün ortaklaşa malı olan yeryüzünden yararlanma olanağı” (Kant 1984a:241) vardır gibi temel bir düşünceye sahipseniz, insanın neliğine ilişkin bakışınız ve eylemleriniz, yani bir durum, olay karşısındaki kararlarınız, değerlendirmeleriniz, tavır almanız/takınmanız bu düşünceye göre olacaktır. Eğer onaltıncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren dile getirilen ve günümüz dünyasında başat olan “insanın doğaya egemen olma” düşüncesini savunup, sanki insan doğanın dışındaymış gibi bir düşünceniz varsa ya da “insan bencil bir varlıktır” diyorsanız, insana bakışınız ve buna bağlı olarak olayları, durumları, eylemleri değerlendirmeleriniz farklı olacaktır. İnsanın ne olduğunu belirlemede belirleyici olan bu düşünceler, değerlendirmelerin de farklı olmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla iki farklı değerlendirmenin dayanağı insana ilişkin iki farklı düşüncedir. Bu düşüncenin ilkinde insanlık bir bütün olarak, bir aile olarak görülmekte ve insanın doğada yaşayan bir varlık olduğu dile getirilmektedir. İkinci düşüncede ise insan doğadan koparılmakta ve doğadan ayrı bir varlık olduğu ifade edilmektedir. Bu düşüncede olanlar insanı doğanın efendisi olarak da görmekte ve doğadaki hemen her şeyin insan için olduğunu söylemektedirler. Her iki düşüncede de insanın diğer canlılardan farklılığı ortaya konmaktadır; ama bunlar arasında önemli bir ayrım olduğu da ortadadır. Biliyoruz ki doğanın bir parçası olma, insanlığı bir aile olarak görme düşüncesinden çok uzağız ve hala doğaya egemen olmaya çalışan bencil varlıklarız. Belki de bu yüzden çağımızda pek çok sorun çözülemiyor.

“Nasıl yaşamalıyım?” ya da “ne türden bir insan olmalıyım?” gibi sorularda ise öncelikle nasıl bir insan olmak gerektiğine yer verilir. “Ne türden bir insan olmalıyım?” sorusu “olma”ya ilişkindir; oysa “ne yapmam gerekir?” sorusu “yapma”ya ilişkindir. Eskiçağda Aristoteles “iyi yaşama nerededir ve nasıl elde edilir?” sorusunu sorarken, meselenin bilmek değil eylemek olduğunun bilincindeydi. Ama olma ve yapmayı iç içe düşünmek daha doğru olsa gerek. Çünkü yaparak olacağız, olarak da yapacağız. Bu durum “insan olma”yla ilgilidir ve “insan olma” bir ömür sürecek etkinliktir. Bu elbette, belirli bir tarzda eylemeyi zorunlu kılacaktır ya da karşımızdakini insan olarak görme yükümlülüğümüz olacaktır. İnsan etkinliklerini ve insan olmayı bir yana bırakırsak geriye taş ya da saman kalır. Dolayısıyla insan olmanın yaşamla, nasıl yaşadığımızla doğrudan bağı var görünüyor.[1]

Felsefe tarihine baktığımızda, filozofların, sadece yaşamın ne olduğunu değil “iyi bir yaşam”ın ne olduğu, “yaşamımızda gerçekten önemli olan ne ve bu nasıl elde edilir?” sorularını da hep yeniden sorarak, bizleri düşünmeye çağırdığını görebiliriz. Çok yaygın olarak yaşamımızda önemli olanın mutluluk olduğu dile getirilir. Oysa Aristoteles’in de dediği gibi, ona nasıl ulaşılacağı konusunda bir tartışma söz konusudur. Benzer bir biçimde Senaca da “herkes mutlu yaşamak ister, ancak yaşamı mutlu kılan şeyin ne olduğunu görmek konusunda zihinleri kördür” (2022:3) diyor. Ne var ki acaba ‘yaşamda temel olarak amaçlanan şey mutlu olmak mıdır?’ diye sorulabilir, çünkü bu da tartışmalı bir konudur.

Felsefenin, filozofların yaşam konusunda bize söyledikleri var, elbette söyleyebilecekleri de. Onlardan her zaman öğreneceğimiz şeyler bulunmaktadır. Sözgelişi Platon’dan yaşamı ama aynı zamanda ölümü öğrenebiliriz; Aristoteles bize erdemli bir yaşamın ne olduğunu ve nasıl elde edilebileceğini, erdemli olmak için bilmek değil eylemek gerektiğini; Senaca haz yaşamının rezil ve sefil bir yaşam olduğunu söyleyecektir. Yaşamda ‘ruh dinginliğine nasıl ulaşılır?’ sorusunun yanıtı için Spinoza’ya da başvurmak gerekir. Kant insanın kendi olmasını, kendi aklını kullanması gerektiğini haykırırken, yaşamın hiçbir kısmının başkasına devredilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Yaşamın nasıl değersizleştirildiğini göstererek yaşamın bir değer olduğunu bize Nietzsche başka bir perspektiften söylüyor. Bu söylemde yaşamı bütün yönleriyle kabul etmenin erdemi dile getirilir. Dinamik bir süreç olan, akış halinde olan yaşamın kendisini sezgiyle nasıl kavrayabileceğimiz konusunda Bergson’a kulak vermemiz gerekir. Camus “yaşam bizi aşıyor, onu anlamıyoruz” düşüncesinin yanlışlığını dile getirirken, yaşamın yaşamaya nasıl değer olabileceğini de yaşamı yaşanılır kılmaya çabalamak gerektiğini de vurgulamaktadır. Camus açısından en önemli felsefi sorun da aslında “yaşamın yaşamaya değip değmediğidir.” Bütün filozofların yaşam hakkında söyledikleri konusunda elbette bir şeyler dile getirilebilir ve bu söylemler bizler için bir zenginliktir. Çürümenin, bozulmanın ve çöküşün yaşandığı bir çağda; “insanlığın kötülükleri” diyebileceğimiz sorunların ana nedeni olarak açgözlülüğün arttığı bir çağda, filozofların yaşam hakkında dile getirdiklerine sanırım daha fazla ihtiyaç duyuyoruz.

Filozofların yaşam hakkında yukarıda sözünü ettiğimiz düşünceler üzerine ya da bütün bu yaşam biçimleri üzerine söz söylemek, değerlendirme yapmak başka bir yazının konusu olacak kadar geniş olduğundan, burada sadece yaşamın “insan olma”yla bağı, kendini bilme üzerinden, elbette filozofların görüşlerinden de yararlanarak, ortaya konmaya çalışılacaktır.

…. …. ….

Ne türden olursa olsun insan için değerli olan şey yaşamdır. Yaşamı anlamlı kılan ise ölümdür. Dolayısıyla yaşam da ölüm de değerlidir, diyebiliriz. Bu durumun farkında olan Camus, “Platon’dan beri Batı felsefesinin ölmeyi öğretmek olduğu”nu ifade eder. Hepimizin bildiği gibi ölüm ölmeden önce başlar, çünkü doğmuş olmak zaten ölüme adım atmaktır; ama yaşam kendimizi bilmeyle, “insan olma”yla başlar. İnsan öncelikle yaptıklarından sorumludur. Yaptıklarımızın hesabını da yine öncelikle kendimize verebilmeliyiz. Bu yüzden kişinin kendini ve bu yolla türünü tanıması, bilmesi gerekiyor. Bu topraklarda yaşamış olan Herakleitos da, Yunus Emre de hep kendimizi bilmenin gerekliliği üzerinde durmuştur.

Yaşamımızdaki eylemleri (kararları, onaylamaları, reddetmeleri, değerlendirmeleri, vbg) kanılara göre şekillendirmek yerine bilgiyle ve buna dayalı öngörüyle şekillendirebilmek için insan olmaya, kendimiz olmaya aslında mecburuz. İnsanın insan olma çabasında ilk adım insanın kendini bilmesidir.

‘Yaşamı hadım etmeden nasıl yaşayabiliriz?’ sorusuna yanıt verebilmenin ve aynı zamanda “yaşadım” diyebilmenin elbette türlü yolları var. Ama bunun öncülü “insan olma”dır; insan olmanın gerekli koşulu ise insanın kendini bilmesidir. Kendini bilen insan, kendinin sınırlarını bilen insan “yaşamının bilincinde” olan insandır. Ama yaşamda bazı şeylerin bize bağlı olduğunu, bazı şeylerin ise bize bağlı olmadığını hesaba katmamız gerekir. Bu yüzden yaşadığımız her ne ise tamamı bize bağlı değildir, ama kendini bilme bizim elimizde olan, tercih edebileceğimiz bir şey gibi görünüyor. Aslında herkesin belli bir yolla ya da felsefe aracılığıyla/yoluyla kendini bilme olanağı vardır, ama herkesten bu beklenemez. Çünkü “felsefe bir hastanedir, ona sadece ağrıları olan gider” (Epiktetos). Bu düşünce, bunun neden her insandan beklenmediğini, beklenemeyeceğini de açıklıyor.

Felsefenin ana uğraşının insanın kendini bilme çabası olduğu genel bir kanıdır, ama doğru bir kanıdır. Felsefenin simgelerinden biri olan Simurg (Anka) kuşuna ilişkin efsanede ya da hikâyede anlatılan da Platon’un “mağara alegori”sinde ifade edilen de hem felsefenin ne olduğu hem de insanın belli bir yol yürüyerek kendi olma, kendini bilme çabası olarak yorumlanabilir. Bu bakımdan “kendini bil, kendini tanı” buyruğu insanın kendisine bakması, kendisine dönmesi için bir çağrıdır. Her ne kadar “kendini bil” buyruğu bazen “haddini bil” buyruğu gibi tehdit olarak görülüyorsa da durum tam da bunu ifade etmez. Mevlana’nın da vurguladığı gibi “nefsini bilen kendini bilir, kendini bilen haddini bilir.” İnsanın hem yapabileceklerinin hem bilebileceklerinin sınırlarını görmesi haddini bilmesi demektir. Nietzsche’nin “kişi, bağımsızlığa ve emretmeye belirlenmiş olmak için, kendi koyduğu sınavlardan geçmeli; bunu da tam zamanın da yapmalı” (Nietzsche, 2019:2) düşüncesi ile Mevlana’nın “sen kendini bil, bakalım, aşağılık adam mısın, yoksa bir bahtiyar mısın?” (Küçük, 2023:2) düşüncesi neredeyse aynı anlamdadır.

İnsanın kendi sınırlarını bilerek yaşaması önemlidir, çünkü insan kendi potansiyellerini ancak sınırlarını bildiğinde fark edebilir ve onları gerçekleştirebilir. Neyi yapabileceği, nelere katlanabileceği kişinin sınırlarıyla ilgili olsa gerek. Bu sınır bilinmediğinde sorunlar da ortaya çıkmaya başlıyor. Günümüzde insanın durumu sınır bilmekten çok uzak görünüyor. Çağımızda insan “sınırsız üretim”, “sınırsız tüketim”, “sınırsız kazanç”, “sınırsız egemenlik”, “sınırsız özgürlük” düşüncelerinin oyuncağı olmuş durumundadır (Demirdöven, 2007:213). Hemen her şeyin sınırsız bir biçimde istendiği bir ortamda insanın kendisi bir sorun olmaya başlıyor. Bu sorunlardan biri de kendisini doğanın, yeryüzünün efendisi olarak görmesi ve yeryüzünde her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşünmesidir. Oysa, yeryüzünde yaşayan sadece insanlar değildir, insan yeryüzünün efendisi de değildir. Bazen kişi kendini bilmeyle kendini yüceltmeyi, diğer canlılardan farklı olmayla da üstün olmayı karıştırıyor gibi görünüyor. İnsanların sınır tanımamaları yüzünden ortaya çıkan bir başka önemli sorun da başka insanların yaşamlarının harcanıyor olmasıdır; insan bunu da kimi zaman bilerek kimi zaman da bilmeyerek yapıyor.

İnsanın kendini bilme arayışı çok zor bir arayıştır, ama bunu yapma olanağı her insanda bulunmaktadır. İnsan kendini bilme ihtiyacı duyduğunda, bunun farkına vardığında yaşamaya da başlıyor diyebiliriz. Bu arayış da vurguladığımız gibi, ancak kişinin ölümüyle sonlanabilir.

Ancak burada sanki bir çıkmazla da karşı karşıya gibiyiz. Bu çıkmaz “kendini bilme(nin) kendini olmuş bitmiş bir şey olarak, zaten var olan bir şey olarak değerlendirmek” (Yıldız, 2012:13) diye düşünürsek karşımıza çıkar. Oysa bu çabayı hiç sonlanmayan, hep olagelen, oluş halinde olan bir şey olarak düşünürsek, yani tıpkı bir yaşam gibi, yaşam akışı gibi düşünürsek, kendini bilme çabasının sonlanmayacağını da biliriz.

Kendini tanıma ve kimi erdemlere sahip olma olanağı her insanda bulunur. Bu olanağı gerçekleştiren insan “kendini keşfeder.” “Kendimi araştırdım” diyor Herakleitos. Onun bu arayışta, bu keşifte ulaştığı nokta “insanın karakteri kaderidir” yargısıdır (Herakleitos, 2005:Fr.45, 116, 101). Bu kader insanın nasıl bir yaşam süreceğinin de anahtarını bizlere vermektedir.

“Bilmiyoruz kendimizi, biz bilenler: bunun da iyi bir sebebi var. Hiç araştırmadık ki, nasıl olacak da bir gün buluvereceğiz kendimizi?” (Nietzsche, 1990:21). Nietzsche insan olmanın, belirli tipte bir insan olmanın yolunun kendini araştırmaktan geçtiğini söyler. Zerdüşt’ün tasarladığı insan tipi kendini bilen, gerçekliği olduğu haliyle tasarlayan biridir; “o kendi kendini eğitmiş, uzun bir disiplinden geçirmiş ve kendini kendi avucu içine almış insandır; o, “kalbini bağlayıp” kendi kendine sonsuz özgürlük verdiği için gaf yapmaz; doğru olmayan bir şeyi kendiliğinden yapmaz: çünkü onun kendi kendisine saygısı vardır” (Kuçuradi, 1995:77). Burada kişinin kendi elinde olmayan, kendi dışında gerçekleşen bir güçlük de söz konusudur. Zerdüşt “bu ağız bu kulaklara göre değil” derken, bu güçlüğü anlıyoruz. Bu da Zerdüşt’e, yani Nietzsche’ye acı vermektedir. Yine de belirtmekte yarar var: Her kendini bilme, arama çabası Nietzsche’nin üstinsanı gibi olmayı gerektirmez. Üstinsan sadece bu çabayı gösteren, kendini arayan insan tiplerinden biridir. İnsanın bu çabası “insan olma” çabasından başka bir şey değildir.

İnsan olarak kendi neliğini araştırırken, kişi kendini umduğu gibi de bulamayabilir, yani “kendine ilişkin derin çözümsüzlüklere düşebilir.” Bu çözümsüzlükte kişi kendisini arzu etmediği bir durumda bulacaktır. Kendi varlığının en vahşice eylemler, kötülükler yapabilme potansiyeli taşıdığının da farkına varacaktır. Ama yine de bu onun kendi iç yüzüdür, kendisidir, arayışının bir sonucudur. Elbette bu arayış insan olmanın arayışıdır (Yıldız, 2012:13). Bu demek oluyor ki, insan olma arayışı insanın kendisinin nasıl bir yapıda olduğunu da bilme arayışıdır.

İnsan kendini bildiği oranda yaşamın zorluklarını da görecektir. Yaşamı taşımak elbette zordur, yaşama katlanmak da zordur, çünkü yaşamak zordur. Bir de kendimize ilişkin karşılaştığımız çözümsüzlüklerde yaşama ilişkin güçsüzlüğümüz söz konusu olabilir. Ama her ne olursa olsun, insan ölmek için değil yaşamak için dünyaya gelir.

“Ey yaşam! Sanki dipsiz bir suya dalıyormuşum gibi geldi bana” (Zerdüşt, 2019:104). Nietzsche böyle söylüyor. Yaşam dipsizdir, çünkü istememiz, sevmemiz, arzulamamız dipsizdir ve hepsi de yaşamla ilgilidir. Çünkü sadece yaşamın olduğu yerde isteme, sevme, arzulama söz konusudur.

İnsan olmak, insanca eylemde bulunmak, yani kararlar almak/vermek, değerlendirmek, tercihlerde bulunmak demek yaşamı olduğu haliyle kabul etmek, yaşama sırt çevirmemek anlamına gelir; başka bir deyişle yaşadım diyebilmek için önce “insan olmak” gereklidir.

İnsanın kendini arayışı, yukarıda da vurguladığımız gibi, kendini bilmesi, olmuş bitmiş bir şey olarak değil, ama daha çok, “hep yeniden değerlendirilmeye ve oluşturulmaya açık dinamik bir süreç olarak görülebilir. Bütün bu değerlendirmede ihmal edilemeyecek konu, insanın ancak bu süreçte ‘insan olduğu’dur” (Yıldız, 2022:14). Ama insan olma belirli bir zaman gerektirir; zahmet, çaba ve sabır gerektirir, ama aynı zamanda cesareti ve acıya katlanmayı şart koşar.

Yaşamla ilgili bildiklerimizin dayanağı insanın yapısı, doğası hakkındaki, kendimiz hakkındaki bilgidir. Kendini bilmenin ilk basamağı kendi sınırlarımızı, özelliklerimizi bilmektir. Ama insanın kendini bilmesi sırf kendi kişisel özelliklerini, kendi karakterini bilmek demek de değildir. Çünkü biz kendimizden hareketle başkalarını, başka insanları, olup-bitenleri, insanı, insanlararası ilişkileri, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi, dünyayı biliyoruz. Kendini bilme, adeta kendimiz dışına çıkarak kendimizi seyretmeyle, temaşa etmeyle elde edilebilecek bir bilmedir. Ama hep başkalarıyla, şeylerle ilişki içinde olmayla ilgili bir bilmedir bu.

Dünyaya gelen insan farklı türde ilişkiler içine girer ya da girmek zorundadır. Her insan en başta başka insanlarla ilişki içindedir ve bu durum kaçınılmaz gibi görünmektedir. İnsan mutlaka eylemde bulunmak zorundadır. “Yaşamda önemli olan etkinlikler” ise (Aristoteles, 1997:18), insan etkinliklerine odaklanmak gerekiyor. İşte insan etkinliklerine odaklanırken ve bunlara yönelik yargıda bulunurken kendimizden hareket ediyoruz. Ama nesne edinilen şey insan etkinlikleri alanı olunca, insanın her türden yapıp etmelerinden oluşan bir alan söz konusu olmakta ve bunun da son derece karmaşık ve değişken bir alan olduğu görülmektedir. Bu karmaşık ve değişken alanda Aristoteles’in belirttiği, “sözler kişileri doğru kılmak için yeterli” değildir, düşüncesi önemli görünüyor. Yani “sözler işlere uyuyorsa onları kabul etmeli, uymuyorlarsa “lafta” kaldığını düşünmeli” (Aristoteles, 1997:218). Belki de hem kendimizi hem de başkalarını bilmede, değerlendirmede bir ölçüt (ya da ilke) olarak sözlerin işlere uyup uymadığı alınabilir. Bu durumun etikle doğrudan ilgili olduğunu biliyoruz ve zaten etikte önemli olan da bilmek değil, eylemektir.

Sözlerin her durumda işlere uyması zordur, ama ancak bu yolla insan oluyoruz. Ne var ki insanların en önemli sorunlarından biri de insan olmaktan kaçmaktır, bundan kaçıyoruz. Çünkü hep söylendiği gibi “insan olmak yük” gelmeye başlıyor. Elbette her insanın taşıyabileceği yük farklıdır ya da herkes insan olmanın kendisini bir yük olarak görmez. Bu durumda kimimiz hakikatle yüzleşmek yerine onu görmezden geliriz; kimimiz de acı verse bile hakikatle yüzleşiriz. Burada söz konusu olan şeyin bir tercih olduğunu belirtmekte yarar var. Elimizde olan şeyleri tercih ediyorsak, bu tercih “insan olma”yı tercih etmek de olabilir. Bu insanın olanakları dışında, potansiyelinin ötesinde bir durum değildir.

İnsanın potansiyellerinden söz ederken bir noktaya değinmek de zorunlu görünüyor. İnsanın potansiyellerini geliştirmesi ya da gerçekleştirmesi sadece insanın kendi elinde olan bir şey olarak düşünülmemelidir. Daha önce vurguladığımız gibi, yaşamda her şey bizim elimizde de değildir. Biliyoruz ki, insanın potansiyellerini geliştirmesi belli bir toplumda, belli bir kültür içinde eğitim aracılığıyla olanaklıdır. İnsanın potansiyellerini gerçekleştirmesini, geliştirmesini sağlayacak kültürler olduğu gibi, onun potansiyellerine ket vuran, açığa çıkmasını engelleyen kültürler de vardır. Dolayısıyla eğitimde (ve başka alanlarda da) kültürün çok belirleyici olduğunu belirtmekte yarar var.[2]

Eğitimi öğüt verme dışına çıkarabilir ve insanın potansiyellerini geliştirme ve gerçekleştirme etkinliği olarak görebilirsek, sanırım böyle bir eğitim “insan olma” yolunda her birimize yardımcı olacaktır. Eğitim aracılığıyla erdemli olmanın yolları gösterilebilir. Elbette Aristoteles’in de vurguladığı gibi, erdemli olmanın yolları öğretilebilir, ama erdemli olma, erdemli eyleme öğretilemez. Belirli durumlarda kişinin nasıl eyleyeceği kendi donanımına, kendi kararlarına bağlıdır.

Yaşam üzerine sözü olanların öne sürdüğü düşüncelerden biri de yaşamın uzunluğu ya da kısalığıdır. Bu konuda bir iki cümle yazarak, yazıyı sonlandıralım. Bu düşüncenin de insanın kendini bilmesiyle yakından ilgili olduğu açıktır. Sözde daha iyi yaşayabilmek uğruna, yaşamlarını harcayarak yaşam inşa edenler için elbette yaşam kısadır. Bunlar yaşamı unutmuştur. Yaşamın uzunluğu/kısalığı konusunda Neşet Ertaş’a atfedilen çok güzel bir söz var: “insan kendini ne kadar erken bilirse o kadar uzun yaşamış olur.” Bu sözü ancak “insan olma”yla bir tutarak anlayabiliriz. Filozofların düşüncelerindeki ortak kanı da zaten budur, diyebiliriz.

Prof.Dr.Yavuz KILIÇ

KAYNAKÇA

Aristoteles, (1997), Nikomakhos’a Etik, Çev.Saffet Babür, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Demirdöven, İsmail, (2007) “Etik’te “Yeni” Bir Görüş”, Kaygı, Sayı:9.

Epiktetos, (2022), Düşünceler ve Sohbetler, Çev.Cemal Süer, İstanbul: Kaknüs Yayınları.

Herakleitos, (2005), Fragmanlar, Çev. Cengiz Çakmak, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Kuçuradi, Ioanna, (1995), Nietzsche, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.

Küçük, O.Nuri, (2023), “Mevlânâ’ya Göre İnsanın “Kendini Bilme”si”, Erciyes Üniversitesi

Nietzsche, Friedrich, (1990), Ahlakın Soykütüğü Üstüne. (Çev. Ahmet İnam). İstanbul: Say Yayınları.

Nietzsche, Friedrich, (2019a), İyinin ve Kötünün Ötesinde, Çev. Mustafa Tüzel Türkiye İşbankası Kültür Yayınları.

Nietzsche, Friedrich, (2019b), Böyle Söyledi Zerdüşt, Çev. Mustafa Tüzel Türkiye İşbankası Kültür Yayınları.

Seneca, (2022), Mutlu Yaşam Üzerine- Yaşamın Kısalığı Üzerine, Çev. C. Cengiz Çevik, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları.

Yıldız, Nedim, (2012), “İnsanın Arayışı: Kendini Bilmek” Felsefe Arkivi, 36. Sayı, I.

[1] “Yaşamın anlamı”na ilişkin bir soruya ve yanıtına bu yazının sınırlarını aşacağı düşüncesiyle yer verilmemiştir.

[2] İnsanın kendi potansiyellerini gerçekleştirmesi, aynı zamanda da “kendini gerçekleştirmesi”dir.

Yorumlar (0)

SON EKLENENLER
ÇOK OKUNANLAR
DAHA ÇOK Sosyal Bilimler
İnsan Hakları Tanım ve Temelleri

Sosyal Bilimler06 Şubat 2025 10:15

İnsan Hakları Tanım ve Temelleri

Olayın Özü Kavramı

Sosyal Bilimler05 Şubat 2025 12:14

Olayın Özü Kavramı

KİTAP OKUMA ALIŞKANLIĞININ KAYBOLMASI BİR BEKA SORUNUDUR

Sosyal Bilimler03 Şubat 2025 13:16

KİTAP OKUMA ALIŞKANLIĞININ KAYBOLMASI BİR BEKA SORUNUDUR

ÖĞRETMENLERİN ÖZGÜRLEŞEMEMESİNİN BEDELİ

Sosyal Bilimler29 Ocak 2025 08:51

ÖĞRETMENLERİN ÖZGÜRLEŞEMEMESİNİN BEDELİ

ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Sosyal Bilimler23 Ocak 2025 15:36

ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE SÖYLEŞİ

BİR TUTAM OT

Sosyal Bilimler18 Ocak 2025 13:02

BİR TUTAM OT

ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİ

Sosyal Bilimler14 Ocak 2025 16:38

ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİ

Sosyal Bilimler14 Ocak 2025 15:24

"KURUM KÜLTÜRÜ OLUŞTURMA VE ORTAK DİL KULLANIMININ KURUM KÜLTÜRÜ OLUŞTURMA GÖREVİ" Üzerine Söyleşi...

İskandinav Rüyası... İsveç...

Sosyal Bilimler06 Ocak 2025 11:17

İskandinav Rüyası... İsveç...

Zenginlik İnancı

Sosyal Bilimler05 Ocak 2025 19:46

Zenginlik İnancı