ADI UMUT
Yuvarlak masanın etrafında bir süredir devam eden gergin bekleyiş, gözlerini elindeki dosyadan ayırmadan konuşmaya başlayan başhekimin kararlı sesiyle son buldu. Kurul üyesi cerrahlar, yılların tecrübesi o kadife ses tonuna ve bembeyaz saçlarına sirayet eden hocalarını pür dikkat dinliyor, ağzından tane tane dökülen kelimeleri başlarını sallayarak onaylıyorlardı.
Rapor: “Hastanın maruz kaldığı yüksek enerjili travma neticesinde alt ekstremitesinde meydana gelen geniş semptomlu ezilmelere bağlı kanamalar ile Tıbia ve Fibula kemiklerinde oluşan çok sayıda parçalı kırık tespit edilmiştir. Yükselişi engellenemeyen enfeksiyona bağlı komplikasyonların ve durdurulamayan kanamaların tedaviyi imkânsız hale getirdiği aşikardır.”
Karar: “Her iki bacağın ivedilikle diz üstünden amputasyonuna…”
Demir’in yoğun bakım ünitesinde bilinci kapalı halde yattığı günlerden ve üst üste geçirdiği ameliyatlardan sonra oldukça zayıflayan ve bitkin düşen vücudu yeni yeni kendine geliyordu. Uzun süren derin uykularından sık sık kabuslarla uyanıyor ve her seferinde yaşadığı dayanılmaz ızdırap sonrası baygınlık geçirerek yeniden bilincini yitirmesi uzun sürmüyordu.
Yaşadıklarından sonra yapılan sakinleştiricilerin de etkisiyle sık sık gözlerini açıp bomboş bakışlarını tavana dikiyordu. Zaman kavramını tamamen yitirdiği o anlarda aynı boş bakışları tavandan alıp kendisine “Merhaba!” diyerek konuşmaya başlayan sesin sahibine çeviriyordu. Her seferinde karşısında yuvarlak çerçeveli kocaman gözlüklerinden neredeyse yüzünün yarısı yokmuş gibi görünen, suretinin diğer yarısı ise kafasındaki geniş fötr şapkanın altında kaybolan takım elbiseli bir adam beliriyordu. Vücuduna kalıp gibi oturan dar kesimli siyah takımın aksine, rengarenk ve oldukça geniş olan kravatı her an ceketinin içinden fırlayacakmış gibi duruyordu. Neredeyse gözlerini her açtığında odasında gördüğü gölgenin gerçek bir sahibi var mı yoksa bu yitirmek üzere olduğu aklının kendisine oynadığı bir oyun mu bir türlü anlayamıyordu.
Bu gizemli durum uzun süre aynı şekilde devam etti. Psikoloğun söyledikleri de en az kendisi kadar fluydu ve her konuşmasından sonra Demir’in gözlerinden dökülen damlaların sessiz çığlığı o kasvetli hastane odasının duvarlarında yankılanıp duruyordu.
Demir’in ızdırabı uzun sürdü ve bu acı sanki gün geçtikçe daha da büyüyordu. Kaldığı geçici konaklama merkezindeki konteynerin içine kapandı. Günlerce, haftalarca dışarı çıkmadı. Çoğunlukla tekerlekli sandalyesinde oturuyor, sık sık kendini yere bırakıp hıçkırıklara boğuluyordu.
Birgün kapısı çaldı. Demir oralı olmadı. Kimseyi görmek istemiyordu. Kapıdaki her kimse birazdan vazgeçip gider diye düşündü. Gelen kişi ısrarla kapıyı çalmaya devam etti. Ardından kapı açıldı. Demir, kapıya sırtını dönmüştü. Kent yöneticisinin yanındaki hanımefendi kendini tanıttı. “Merhaba! Ben Sevim, bir sanatçının kurduğu iyilik derneğinden geliyorum. Size destek olmak, hayata tutunmanızı sağlamak için gönüllü olarak buradayım. Bu konuda siz de bana yardımcı olursanız çok mutlu olurum.” dedi. Demir davetsiz misafirinin yüzüne bakmadığı gibi ağzını açıp tek kelime dahi etmedi. Sevim kolay olmayacağını biliyordu, vazgeçmedi. “Size bir hediye getirdim. Müsaade ederseniz nasıl kullanacağınızı göstermek isterim.” dediğinde Demir hiddetle: “Gidin buradan, hiç kimseyi görmek istemiyorum. Hediyenize de yardımınıza da ihtiyacım yok!” diye bağırmaya başladı. Sevim daha fazla ısrar etmedi. “Sizi tekrar görmeyi çok isterim” diyerek elindeki kutuyu içeri bırakıp yanındaki yöneticiyle birlikte kapıdan ayrıldı.
“İmkânsız diye bir şey yoktu, mucizeler ise biraz zaman alacaktı.”
Her şey o Sevim’li sesle başladı. O ses iyilik diyordu, destek diyordu, hayata tutunmaktan bahsediyordu. Üstelik sabırlıydı, vazgeçmiyordu. Bu sihirli kelimeler inanarak söylendiğinde ve uğurlarında yeterince çaba gösterildiğinde işe yaramamaları mümkün müydü? Bir ses, bir nefes “merakı” doğurdu. İnsanın içine merak düştü mü onu kim tutabilirdi? Ve nihayet “emek” Demir’le buluştu. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Sevim’in ısrarla çaldığı o kapıdan giren “umut” Demir’in yüreğine güneş gibi doğuyordu.
Sevim’in defalarca çalıp kendi açtığı kapıyı bu defa başkası açıyordu. Onu ayakta karşılayarak kapıyı açan Demir’den başkası değildi. Demir, Sevim’in ilk gelişinde getirip bıraktığı protezleri takıp düşe kalka ayakta durmayı başarmıştı.
Ayağa kalkmayı başardıktan sonra daha fazlasını yapabileceğine olan inancı arttı. Psikolojik destek aldı, fizyoterapistlerle çalıştı, spor salonunda güçlendi. İş buldu. Artık yaşadığı konteyner kentin saha sorumlusuydu. Âşık oldu, evlendi, çocuğu oldu. Emeklemeye başlayan çocuğuna ayakta durmayı öğretti sonra oğluyla birlikte o da yeniden yürümeyi öğrendi.
Zaman çabuk geçti. Demir’in oğlu serpilip büyüdü, okul çağına geldi. Babasıyla okula yürüyerek el ele ve güle oynaya gittiler. Onları kapıda karşılayan öğretmen sordu:
Kim bu yakışıklı?
Demir cevap verdi: Adı Umut…