Nirvana Sosyal

Anasayfa Künye Danışmanlar Arşiv SonEklenenler Sosyal Bilimler Bilimsel Makaleler Sosyoloji Fikir Yazıları Psikoloji-Sosyal Psikoloji Antropoloji Tarih Ekonomi Eğitim Bilimleri Hukuk Siyaset Bilim Coğrafya İlahiyat-Teoloji Psikolojik Danışma ve Rehberlik Felsefe-Mantık Ontoloji Epistemoloji Etik Estetik Dil Felsefesi Din Felsefesi Bilim Felsefesi Eğitim Felsefesi Yaşam Bilimleri Biyoloji Sağlık Bilimleri Fütüroloji Edebiyat Sinema Müzik Kitap Tanıtımı Haberler Duyurular İletişim
ÖYKÜLER

ÖYKÜLER

Edebiyat 16 Aralık 2024 18:41 - Okunma sayısı: 146

KARYA’NIN KARA KIZI LİVİA

Öyküler

Yazan

Mehmet GÜLER

Nivana Sosyal Bilimlerin birinci öyküsü

---------------------------------------------------------------------------------------------------------

KARYA’NIN KARA KIZI LİVİA

---------------------------------------------------------------------------------------------------------

Livia, çetiklerini ayağına geçirdi, yol azığını çatallı sopasına taktı, patika yola çıktı. Artık durma zamanı değildi.

“Hierapolis’e kadar bu durumda gidemezsin,” dediler. “Kurda kuşa yem olursun. Ayrıca komşularımız Lidyalılarla, Likyalılarla, Leleglerlerle de iyi değiliz. Onların askerlerinin yolda ne yapacakları belli olmaz."

Üstüne çok geldiklerinde isyan etti:

“Kurda kuşa da yem olurum, komşulardan gelecek kötülüklere de katlanırım", dedi. “Olası felâketlerle karşılaşmak, kara, çirkin bir kız olarak koca bir ömür yaşamaktan yeğdir yine de…”

Günler öncesinden hazırladığı okunu, yayını, kamasını uzun cepkeninin altına gizledi. Bu yola çıkarken her olasılığı hesap etmek doğru olurdu. İşin içinde kurda, kuşa yem olmak kadar eşkıyayla, soyguncuyla karşılaşmak da vardı. Yola çıkan genç bir kız olursa tehlike daha da artıyordu.

Karya’da hemen herkes kendine “Kara Kız” diye sesleniyordu. Bebekliğinde, çocukluğunda bile hoşlanmamıştı bu söyleyişlerden. Genç kız olduktan sonra ise kara kız lafını hiç çekemez olmuştu. Kim "Kara Kız" diye sesleniyorsa, kara geceyi getirip etine, ruhuna yapıştırıyorlardı. İçindeki onca aydınlığı, güneşi görmezden gelerek…

Bugüne kadar başkalarına kızmak ne değiştirmişti ki?

Doğru, herkesin kendine seslendiği gibi kara bir kızdı. Ama bunu alın yazısı olarak kabul etmek zordu. Karasın, ama güzelsin diye kur yapmak isteyen Mausolos'a, Aphenis'e bile inanmıyordu. Bunlar, genç kızlara söylenen beyaz yalanlardan başka bir şey değildi. Doğruluğu da, içtenliği de yoktu. Kız dediğin yaylaların karı gibi ak, yeni açmış güller gibi pembe olurdu. Kendi akranlarından Athena, Artemisia, Hecate böyleydi. Güzelliğin düşman olan Karalık da, kuruluk da tek kendine kalmıştı. İsyanını artık içinde saklamak yerine, yüksek sesle haykırmak istiyordu.

Livia, Karya bölgesinde bulunan durgun suların aynasında kendi suretini gördüğünde hep bu yargıya vardı. Karalığını gözlerden gizlemek için gün ışığından çok geceleri dolaşmayı yeğledi. Ama bunun da bir çare olmadığını anladı. Genç bir kız görülmek, fark edilmek isterdi. Karanlık gecede gezerken kara karıncadan farkı kalmıyordu ki. Gecenin en ince ayrıntıları gören yarasalar, baykuşlar bile karanlığın içinde kendini seçemez oluyorlardı.

İsyanı, öfkesi biriktiğinde derin göllerin içine atmak istiyordu kendini. Uçurumlardan aşağıya bırakmayı düşünüyordu. Ama can tatlıydı, yapamıyordu. Oturup uzun uzun ağlıyor, gözyaşlarını göllere akıtıp, rüzgârlara veriyordu.

Hierapolis’in nerede, nasıl bir yer olduğunu bilmiyordu. İlk kez adını kervancılardan, tacirlerden duymuştu. Onların söylediklerine göre pamuktan bir kale gibiydi Hierapolis. Ilık ve şifalı suları vardı. Bu sular, kara taşları, toprakları pamuk kadar ak yapmıştı. O ülkede kara kız diye de bir şey yoktu. Hierapolis'in pamuk suları, insanların tenleri gibi ruhlarını da yıkayıp ak pak etmişti.

Livia, bu haberleri duyunca umudunu Hierapolis’in sularına bağladı. Oraların kara toprağını gümüşleyen ılık sular, kendisinin kara bedenini de gümüşleyerek pamuklar gibi ak, güller gibi pembe yapamaz mıydı?

Kervancılardan, tacirlerden edindiği bu bilgileri Karya’nın baş tanrısı Zeus'tan sordu önce. Ondan aldığı bilgilerle yetinmedi, Tanrıçaları Metis'ten, Artemis'ten, titanları Kolos'tan, Hyperion'dan de bilgiler aldı. Hierapolis'in ak sularının büyülü gücünü herkes doğrulayınca umudu daha da arttı. En sonunda hazırlığını yapıp Hierapolis’in yollarına düşmeye karar verdi.

Livia, yola çıkarken gizini kimselere söylemedi. Kuşlardan, böceklerden bile sakladı. Bu korkuyu, kuşkuyu kendisine hile ve tecessüs tanrıçası Tanrıça Apeta öğretmişti. Biri duyarsa, Hierapolis’teki dileğinin yerine gelmeyeceği konusunda sıkı sıkı vurgular yaptı.

Doğru söylemek gerekirse giz saklamak da kolay değildi. En zoru da kendine karşı saklanan gizlerdi.

"Eskiden öyle yapmazdın Livia," dedi. "Çok bunaldığın, sıkıldığın zaman önünü Karya Dağları’na doğru çevirir, bağıra bağıra esen rüzgarlara salıverirdin. Gizini, sıkıntısını alıp götürürdü rüzgarlar. Tüm dünyaya duyururdu. Karnının şişi inmiş gibi olur, rahatlardın. Giderek daha kuşkulu oldun nedense?"

Gizini sıktıkça sıktı içinde. Baktı ki çatlayacak, Aphrodisias’ın sunağına gidip sessizce yalvarıp ağladı. Üç dilek taşını sunağın duvarına yapıştırıp dönüyordu ki, ana tanrıça Aphrodisias Aphrodite sislerin içinden çıkıp geldi.

“Karya’nın genç Liviası,” dedi. “Derdini biliyorum. Bana söylenen giz, çözülmüş gizden sayılmaz. Bu hareket seni rahatlatacağı için sıkıntı da vermez. Ama söylemedin. Umarım şimdi daha iyisin?”

“Söylemediğim, yani dilimle seslendirmediğim halde nasıl bildin,” dedi Livia. “Ben ağladım sadece, Üç dilek taşını duvara yapıştırmaktan başka bir şey de yapmadım. Gizimi sımsıkı tuttum içimde. Tek sözcük olsun dışarıya sızdırmadım.”

Tanrıça Aphrodisias Aphrodite güldü.

“Gizini sen istediğin kadar sızdırma,” dedi kendinden emin bir sesle. “Tanrıçalar bilir. Çünkü kullarımızın kendileri gibi gizleri de emanettir bizlere.”

Livia, gizini tanrıçadan kaçırmak istediği için ona karşı saygısızlık yaptığını düşünerek utandı. Gözyaşlarını cepkeninin yeniyle sildi.

“Gözyaşlarını silme Livia,” dedi tanrıça. “Gerekirse göz suların tükenene, hatta gözlerin kör olana kadar ağla. Gözyaşları içinin karanlığını yıkayıp temizler. Bunu yaparken sakın umudunu yitirme. Dünyada hiçbir şey umarsız değildir. Yolun açık ola...”

Livia, uzanıp elini öpmek istediyse de buna izin vermedi ana tanrıça Aphrodisias Aphrodite.

“Kurda, kuşa, yıldırıma, sele, vahşi hayvanlara, daha yolunu kesecek ne varsa tümüne yol verildi Livia,” dedi ana tanrıça. Çünkü baş tanrı Zeus kutsadı seni. “Oraya ulaştığında bedenini yıkadığın kadar ruhunu da yıkamayı unutma. Ruhunu yıkamazsan ak bir bedene sahip olmanın anlamı yoktur çünkü.”

Tanrıça Aphrodisias Aphrodite elini uzatıp Livia’nın ince uzun saçlarını okşadı. Hemen ardından da sislerin içinde kaybolup gitti. Arkada bıraktığı ışık seli az sonra silinip yok oldu.

Yol boyunca Livia’nın umudu karanlıklarda bir yıldız gibi parladı. Tüm geceleri silmeye gücü yetmese de, kendi ışığını da boğdurmadı o karanlıklara. Çok umutsuz kaldığı zaman ana tanrıça Aphrodisias Aphrodite’nin ellerini saçlarında duydu. Tanrıçanın elleri rüzgarın kanatları oldu bazen. Bazen güneşin ışığı, dolunayın loş aydınlığına dönüştü. Yol boyu içtiği suyla, yediği otla yorgun dizlerine kuvvet bile oldu. Tanrıçayı yanında duymak olağanüstü güç verdi kendine. Gittiği yerden sedef gibi ak bir kız olarak döneceğine olan umudunu hiç yitirmedi.

Livia, Hierapolis’in eteklerine gelince tüm gücünün tükendiğini duydu. Yol boyunca takvim yapmıştı kendine. Sağ cebine koyduğu küçük taşlar gündüzlerin çetelesiydi. Sol cebindeki taşlarsa gecelerin sayısını bildiriyordu. Buna göre yola çıkalı tam on yedi gündüz, on altı gece olmuştu. Zaman zaman vahşi hayvanlarla karşılaşmıştı. Birkaç kez eşkıyaların ellerinden kurtulmuştu. Uçurumlardan yuvarlanmış, ırmaklarda boğulacak gibi olmuştu. Çetikleri eriyip ayaklarının altından akmıştı. Umudunu yitirmemişti ama. Vurduğu hayvanların derilerini çarık diye ayaklarına sarmıştı. Azığı bitince alıç, armut, ahlat, türlü otlar toplayıp yemişti.

Hierapolis’e geldiğinde gün akşama devriliyordu. Yorgunluktan gücünün tükendiğini duydu. Pamuklar kadar ak Hierapolis, inci mercan dişleriyle gülümseyip, ak yüreğiyle çağırmasa oraya yıkılabilirdi.

Kalan son gücünü de toplayarak bu pamuktan kaleye seslendi:

“Ey kendisi gibi yüreği de ak Hierapolis! Genç, bakire bir konuğun var. Bilesin ki Karya’nın kara kızı sunaklarda tanrılara adaklar adadı. Sonra da onlar tarafından kutsandı. Kara kız, çok uzak yollardan bin bir umutla çıkıp geldi sana. Ne olursun, kara taşlardan, kara topraklardan esirgemediğin aklığını bu kara kızdan da esirgeme. Sadece ak sularını değil, ak yüreğini de aç bana. Döndüğümde Kayra halkına rezil rüsva etme beni…”

Sesini ılık sular, ak taşlar, ak topraklar duymuş muydu? Önüne gelen ilk beyaz taşı üç kez öptü. İlk sudan üç kez yüzüne çarptı, üç yudum içti.

Kaleye benzeyen ak Hierapolis’in tepesine çıktığı zaman dünya daha bir güzelleşti. Tepesinde dönüp duran kuşlar bile ak paktı. Böylesi aklık, böylesi güzellik ancak düşlerde olurdu. Beyazlıklar içinden geçerek Agora Meydanı’na varmıştı ki dehşetli bir kalabalık gördü. Pelerinli kızlar, serpuşlu gençler, oklu, kalkanlı, mızraklı süvariler, cengaverler, her yaştan, her kılıktan insanlar vardı. Şaşkın şaşkın bakıyordu ki;

“Kral Tiberius geliyor!..” diye bağıran görevlileri duydu.

Çığırtkanın sesinin ardından borular öttü, trampetler, davullar çalındı. Herkes yana çekilip krala yol verdi. Gerçekten de az sonra kral Tiberius görkemli bir arabanın içinde gözüktü. Yanında kraliçe İberuş oturuyordu. Hierapolis’in ak pak sularının içinden çıkmış gibi dört beyaz kadana at çekiyordu arabalarını. Atların koşumları göz alıcıydı. Bindikleri faytonları som altın ve gümüştü. Kral ve kraliçenin yanlarında yarı çıplak iki genç kız vardı. Palmiye yapraklarından yapılmış yelpazelerle efendilerini serinletiyorlardı.

Livia, kralı ve kraliçeyi hayran hayran izledi. Onları kalabalıkla birlikte alkışladı. Daha sonra tiyatroya doğru akan insan selinin içine kendini bıraktı.

“Çabuk olun!” diye bağırıyordu tiyatronun kapısını tutan görevliler. “Kralımız Tiberius ve kraliçemiz yerlerini aldılar. Oyun başlamak üzere! Çabuk olun!..”

Livia, tam on yedi gündüz, on altı gece yol yürüdüğünü ve hiç yıkanmadığını düşündü. Bir yandan da uykusu bastırmıştı. Ne olduğunu anlayamadı; onca kalabalık bir anda yok oldu. Sesleri, uğultuları tiyatro binasının içinden gelmeye başladı. Kapıda sadece iki nöbetçi kalmıştı ki yanına oldukça yakışıklı bir genç sokuldu.

“Burada neler oluyor Allah aşkına?” dedi Livia. “Bu kadar kalabalık bir anda nereye gitti?”

“Neler mi oluyor?” dedi delikanlı sert bir sesle. “Sen ya görmüyorsun, ya da gördüklerini anlamıyorsun salak ve kara kız.”

Livia, aldığı yanıta bozuldu. Daha dikkatli baktığında, delikanlının çok farlı biri olduğunun ayrımına vardı. Saçı da, sakalı da çok uzundu. Sakalının, saçının her teline inciler bağlanmıştı. Yeşil gözleri iki ışık kaynağı gibi balkıyordu. Altın sırmalı pelerini, cepkeni rüzgârda dalgalanıyordu.

“Belli ki sen beni de tanıyamadın kara ve salak kız?”

“Tanıyamadım efendim,” dedi Livia mahcup bir sesle. “Bağışlayın ve kusurumu affedin.”

“Anlaşıldı,” dedi delikanlı. “Bu gidişle tanıyacağın da yok. Az sonra sahneye çıkacağım. Bugün tanrı Zephyros’un doğanın uyanış muştusunu verdiği ilk gün. Bu kutlu günde şölenler yaparız biz. Ağaçlar, otlar, börtü böcekler, anlayacağın cümle âlem bugün uyanır. Tanrı Zephyros’un mesajını tüm canlılara iletmem gerekiyor. Belli ki sen bunları da bilmiyorsun. Öfff, çok da pis kokuyorsun. Hierapolis’in sularına hiç mi girmedin sen? Hayret. Burada senin gibi kara ve salak kızı ilk kez görüyorum. Hay Allah, ben de durmuş kiminle konuşuyorum? Hem de bu kadar telaşım varken. Sen uğursuzluk da getirebilirsin bana. Çevremden hemen uzaklaşmalısın. Sıram geldi, sahneye çıkmam gerekiyor. İyi şanslar dile bana kara ve salak kız!..”

Livia her şeye karşın işi şanslar dileyecekti ona. Ama her şey o kadar hızlı aktı ki. Genç, elindeki maskını başına geçirdikten sonra içi çiçeklerle, meyvelerle dolu bereket boynuzunu kaptığı gibi sahneye fırladı. Yüksek sesle rolünü canlandırırken, ona eşlik eden keçi korosunun ve lirin sesi görkemli tiyatro binasında yankılanmaya başladı.

Livia, tiyatronun kapısında durup bir süre içeriyi izledi.

“Aaa!...” diye şaşırarak bağırdı Livia. Tartıştığım bu genç Bereket Tanrısı Akheloos’un ta kendisi. Ben, kara olduğumu biliyordum, ama salak olduğumu bilmiyordum. Doğrusu hak ettim bu kötü sözleri. Karalığım ve salaklığım yanında pasaklı olduğum da bir gerçek. Böyle bir şölene gelen herkesin ak pak olması, kokular sürünmesi gerekir. Bereket Tanrısı Akheloos’u tanıyamadığım gibi ilkyazın geldiğinden de haberim yok. Oysa ilkyazın geldiğinde Aphrodisias’ın agorasında sentur, lir çalarak az mı dans ettik, sirtaki oynadık. Uzun kış mevsiminin bittiğini, Bereket Tanrısı’nın ılık nefesini tüm doğaya üflediğini, insanların da bu günü kutsadığını nasıl unuturum? Dilerim tüm bunlar yorgunluğumdan oluyordur. Tanrıların, tanrıçaların lanetine uğramadan uzaklaşmalıyım buradan.

Livia, sarhoş gibiydi. Ta Aphrodisias’tan buraya niçin yürüyerek geldiğini düşününce, şu kara ve çirkin kız olmaktan bir an önce kurtulmanın önemini kavradı. Düşlediği şeyi yaşamak için tam fırsattı. Çünkü tüm halk tiyatroya gitmiş, sular kendine kalmıştı. İstediği göle atabilirdi kara bedenini. İstediği kadar kalabilirdi sularda.

Hierapolis’in ak pak sularına, toprağına bakmak için uçurumun başına kadar yürüdü. Güneş tam da ufkun üzerindeydi. Pamuk yığınlarına benzeyen travertenlerin, duru göllerin üstünde kırılan güneş ışıkları beyazın egemen olduğu, ama yedi rengin de yansıdığı büyülü bir dünya yaratmıştı.

Livia, ilk kez görüyordu böyle bir manzarayı. Bunca güzellik karşısında çektiği tüm sıkıntıları unuttu. Neşesinden sağa, sola koştu. Ayakları ılık sulara değdikçe, o beyaz aklığa gömüldükçe karalığını unuttu, kendini kanatlı bir melek gibi oradan oraya attı. Su sesinden başka bir şey de duyulmuyordu. Sadece gökyüzünde üç ak kuş dönüp duruyordu. Kuşlar, pamuğa benzeyen bu toprak kümelerinin, su göletlerinin içinden çıkmışlardı sanki. Topraksa içinde sakladığı aydınlığı boşaltmıştı buraya. Her tarafı pamuk beyazlığına boyamakla kalmamış, ayrıca dantel dantel işlemişti. Belki de karanlıklar içinde yaşayan yeraltı tanrısı Hades’in, ve gökyüzünde yaşayan ışık tanrısı Apollon’un hüneriydi tüm bunlar?

Heyecanlandı.

Uçurumdan aşağıya doğru sarkınca ilk travertende birikmiş suyun aynasında kendini gördü. Son derece çirkindi, Karya’nın kara kızı daha da kararmış, gece gibi olmuştu. Ne olduysa o an oldu; başı mı döndü, gözleri mi karardı, anlayamadı. Belki de havada dönüp duran ak pak kuşlar acıyıp kanatlarına aldılar kendini. Sonsuz bir boşluğun içinden uçurdular, çok yükseklerden ılık suların içine bıraktılar. Sonra su perilerini çağırdılar. Kara ve kirli bedenini onlara emanet ettiler. Su perileri en güzellerinden kabak lifleri hazırladılar. Onlarla kara bedenini ovdular, gül ve defne sabunlarıyla yıkadılar. Yumuşacık havlularda kuruladılar. Uyanmasın, düşleri sürsün diye burnuna buhurdan kokuları tutmayı unutmadılar…

Karya’nın kara kızı Livia, Hieropolis’in yüreğinden çıkan ak ve ılık suların içinde ne kadar kaldı, anlayamadı... Gözlerini açtığında tepesinde birikmiş koca bir kalabalık gördü… Ne kadar çok gözdü üstündeki, konuşan ne kadar çok ağızdı?.. Onca sesin, gürültünün içinde, tiyatronun mermer sütunlarında yankılanan Bereket Tanrısı Akheloos’un sesini tanıyabildi ancak:

“O salak, kara kız bu!.. Başkası değil!..”

Livia, yavaş yavaş kendine geldiğinde Bereket Tanrısı şaşırarak konuşmasını sürdürüyordu:

“Ak pak bir kız olmuş ama!.. Sütler, köpükler, kaymaklar gibi!...”

Livia, düşte mi, gerçekte mi olduğunu anlayamadı. Hierapolis’in sularının bedeninin karasını alıp götürdüğü, güzel bir kız olduğu doğru muydu? Su göletlerinin aynasında kendine baktı. Gökyüzündeki kuşlar kadar yeğni, pamuklar kadar beyaz, amberler kadar has kokuluydu.

“Şükürler olsun sana tanrım," diye çığlıklar attı. "Suların aynasında gördüğüm gerçekten ben miyim? O kara, pis kokulu kız bu hale mi geldi? Senin gücün nelere yetmiyor ki büyük Zeus?”

Sesi o sonsuz aklığın ve ışıklı göğün içinde yankılandı. Bu seslerle birlikte ana tanrıça Aphrodisias Aphrodite’nin umut dolu sesi derinliklerden geldi:

“Bilesin ki sevinçler gibi dertler de sonsuz değildir Livia. Ak bedeninle olduğu kadar, ak ruhunla da övünebilirsin artık!..”

“Tüm bunların düş olmadığına inanabilir miyim?”

“Suların aynasında gördün ya kendini. Unutma, en kirli su bile yalan söylemez.”

"Gökyüzünde dönüp duran ak kuşlarla da karıştırmıyorum kendimi değil mi sevgili Tanrıçam."

"Karıştırmıyorsun. Sen kuş değilsin. Kuşlar gibi ak bir kızsın artık!"

Çok sürmedi ki ana tanrıça Aphrodisias Aphrodite, göklerden uzattığı eliyle ve sedef bir tarakla Livia'nın ıslak, ince uzun saçlarını taramaya başladı...

-----------------

Mehmet Güler

Şehit Yaşa Kuş Cad.

Yazar Mehmet Güler Sok.

TOKİ Evleri, No: 67, Daire:4

YALOVA

Yorumlar (1)

Celal İlhan - 18 Aralık 2024 10:49

Başarılı bir öykü. Diliyle, kurgusuyla ve merak uyandıran akışıyla. Kutluyorum Mehmet Güler arkadaşı.
SON EKLENENLER
ÇOK OKUNANLAR
DAHA ÇOK Edebiyat
Öykü: KEFAL

Edebiyat27 Aralık 2024 12:45

Öykü: KEFAL

Umutsuz Çığlıklar

Edebiyat26 Aralık 2024 22:22

Umutsuz Çığlıklar

Keşkenin Güncesi

Edebiyat25 Aralık 2024 23:23

Keşkenin Güncesi

Öykü: Belkıs Öğretmen'in Gizli Bahçesi

Edebiyat25 Aralık 2024 18:01

Öykü: Belkıs Öğretmen'in Gizli Bahçesi

Öykü: Akışın İçindeki Güç

Edebiyat24 Aralık 2024 23:21

Öykü: Akışın İçindeki Güç

Ağacın Altında Konuşma

Edebiyat24 Aralık 2024 19:57

Ağacın Altında Konuşma

Öykü: AKUT

Edebiyat23 Aralık 2024 23:13

Öykü: AKUT

Öykü: Maymunlar Topluluğu

Edebiyat21 Aralık 2024 20:43

Öykü: Maymunlar Topluluğu

Öykü: KAYIP GEÇMİŞİN İZİNDE

Edebiyat21 Aralık 2024 12:46

Öykü: KAYIP GEÇMİŞİN İZİNDE

Öykü: Çukur Ali

Edebiyat21 Aralık 2024 12:26

Öykü: Çukur Ali