Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Aydınlanma İhtiyacı

Mustafa Pala

Kategori: Sosyal Bilimler - Tarih: 12 Nisan 2025 16:58 - Okunma sayısı: 26

Aydınlanma İhtiyacı

Neden Yeni Bir Aydınlanma?

Dünyada son yıllarda yaşanan sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeler, yeni bir aydınlanmaya duyulan ihtiyacı ortaya çıkarıyor. Bilginin teknolojiye indirgenmesi, veri bloklarının büyümesi ve dijitalleşmenin yaygınlaşması; etik, mahremiyet, işsizlik, eşitsizlik sorunlarını çoğaltıyor. Toplumsal ve doğal gerçekliğin dezenformasyonu, sosyal medya manipülasyonları; bilimsel düşünceyi ve rasyonel sorgulamayı tehdit ediyor.

Dünyanın en zengin %1’inin, küresel servetin %44’üne sahip (Oxfam raporları) olması, gelir uçurumunun daha hızlı derinleşmesine yol açıyor. Ekonomik dengesizlikler, kapitalist kalkınma modellerini sürdürülebilir olmaktan çıkarıyor. İklim değişikliği, kuraklık ve biyoçeşitlilik kaybı, insanlığı yeni bir ekolojik aydınlanmaya çağırıyor. Popülizm, yabancı düşmanlığı, aşırı sağın yükselişi; ırk, cinsiyet ve din temelli ayrışmalar, toplumları atomize ediyor.

Ülkemiz, bu küresel gelişmelerin yol açtığı sorunlardan dünya ortalamasının üzerinde etkileniyor. Endüstriyel ve tarımsal üretimde gerileme istihdam ve işsizlik sorunlarını çoğaltıyor. Yıllardır yaşanan yüksek enflasyon alım gücünü düşürerek toplumun önemli bir kesimini huzursuz ederken, dar gelirlilerin sadece hayatta kalabilme mücadelesinde konumlanmalarına neden oluyor. Genç nüfus arasında gelecek kaygısı derinlemesine hissediliyor ve bu, beyin göçüne neden oluyor.

Egemen siyasal ve dışlayıcı retorik toplumsal kutuplaşmayı artırıyor, sosyal diyaloğu zayıflatıyor. Konvansiyonel ve dijital medya üzerindeki baskılar, haber alma, haber verme özgürlüğüne dair yasaklar; yasama, yürütme ve yargının iktidar tekelinde toplanması; eğitimin özelleştirilerek kamudan, dinselleştirilerek bilimden koparılması; tarikatlara, cemaatlere vakıf ve sivil toplum kuruluşu statüsü verilmesi… ülkede kararmaya neden oluyor ve bütün bunlar, yüz yıl öncesindeki gibi bir aydınlanma ihtiyacı doğuruyor.

Bu ihtiyacın akıl, bilim ve eleştirel düşünceye dönüşü; halkçı, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir toplum modeli arayışını; küresel sorunlara yerel çözümler üretme zorunluluğunu tetiklemesi kaçınılmaz görünüyor. Türkiye ve dünya, ancak özgür düşünce, bilimsel ilerleme ve evrensel insani değerler etrafında birleşerek bu kriz aşabilir. Hatta bu kriz; yeni bir aydınlanma, dogmalardan arınmış, çoğulcu ve adil bir Türkiye inşası için de bir fırsattır.

Türk Aydınlanmasının Dinamikleri

Birinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan bundan çok daha küçük bir fırsatı, o dönemin toplumsal sinir uçları değerlendirebildi ve toplumumuzun aydınlanma devrimi olan Cumhuriyet böyle gerçekleşebildi. Şimdi yeniden bir aydınlanma için bir öncekinin iyi analiz edilmesi gerekiyor.

Fransız Devrimi, dünya çapında benzer devrimleri ve sosyal değişimleri tetikledi. Burjuvazinin güçlenip ulusçuluk düşüncesinin yaygınlaşması ulus devletlerin kurulmasıyla sonuçlanan burjuva demokratik devrimlerine yol açtı. Türkiye de bu dünya pratiklerinden ve aydınlanma kültüründen beslendi. 19. yüzyılın sonlarında Osmanlıda saray çevresinde askeri eğitim kapsamında başlayan Batılılaşma, geçen yüzyılın başında nicelik ve nitelik değiştirerek Cumhuriyet Devrimi ile sonuçlanan bir çağdaşlaşma hareketine dönüştü. Namık Kemaller ile Tevfik Fikretlerin köprüsünden “meşruiyet” arayışları ile geçen Türk Devrimi, aydın ve asker bürokratların, Mustafa Kemallerin önderliğinde örgütlenen halkın verdiği ulusal kurtuluş savaşı sonunda Cumhuriyet’in kurulmasıyla tamamlandı.

Asıl olarak bir eğitim, kütür ve aydınlanma devrimi olan Cumhuriyet, Osmanlının çağ dışı kalmış yönetsel, hukuksal, siyasal kurumlarında art arda gerçekleştirdiği devrimsel dönüşümlerle kuramsal ve kurumsal çerçevesini oluşturdu. Cumhuriyet önderleri devrimci, laik, millî, devletçi, halkçı ve cumhuriyetçi ilkelerle donatılan kuramsal çerçevede, karma ekonomik bir yapı içinde devlet kapitalizminin gelişmesini ve üretimin güçlendirilmesini teşvik ederek sosyal laik, çağdaş bir ulus-devlet inşa etme çabasına giriştiler. Öğretimin birleştirilmesinden saltanatın kaldırılmasına, kadın haklarından medeni kanuna, standart ölçme sistemlerinden iktisat kongrelerine kadar bir dizi yeniliklere yöneldiler.

Batı Aydınlanmasının Sonu

19. yüzyılın Avrupa merkezli kapitalist sistemi, 20. yüzyılda emperyalizme evrilirken burjuvazi, devrim dinamikleriyle birlikte yukarıda saydığımız aydınlanma değerlerini de yitirmeye başladı. Çünkü üçüncü sanayi devrimine yol açan teknolojik gelişmeler, emek maliyetlerinin azalmasına, bu da ücretlerle birlikte piyasadaki talebin düşmesine ve dolayısıyla üretim fazlasına, böylelikle de kapitalizmin bir çıkmazla karşı karşıya kalmasına neden oldu. Bu durum, kapitalizmi yeni pazarlar aramaya yöneltti, başka bir deyişle emperyalist bir aşamaya geçmesine yol açtı.

Sistemin sürdürülebilirliği, kapitalist çarkın işleyebilmesine, üretim fazlasının kâr getirecek bir yatırıma dönüşebilme koşuluna bağlıydı. Kendi ülkesindeki kaynaklarını tüketen kapitalizm, bu koşulu ancak başka ülkelere sermaye ihraç ederek gerçekleştirebilirdi. Nihayet gelişmiş kapitalist ülkelerin emperyalist burjuvazisi, sömürgelere sermaye ihracına başladı, ezilen ülkelerin ucuz emeğine ve kaynaklarına el koydu. Ezilen dünyadan elde ettiği sömürünün bir kısmını da kendi ülkesinin işçisine sus payı olarak ayırdı.

Geç kapitalizm diyebileceğimiz emperyalizm, küreselleşme, teknolojik ilerleme, finansallaşma ve çok uluslu şirketlerin ekonomik, politik gücünde artış, silahlanma gibi bir dizi faktörün etkisi altında işliyordu. Bu aşamada sanayi kapitalizmi finansal enstrümanları önemli bir güç ve kâr aracına dönüştürerek mali oligarşiyi oluşurdu ve sistem giderek mafyatik bir hâl aldı. Kapitalizmin bu kök değerlerinden koparak dönüşümü hem kendisini gericileştirdi hem de yerel pazarlarda en gerici, en karanlık aktörlerle buluşturdu.

Diğer yandan uluslararasılaşan kapitalizm, dünyayı ezen-ezilen uluslar biçiminde kamplaştırdı. Bu durum iki sonuca yol açtı: Birincisi, toplumsal devrimlerin merkezi gelişmiş kapitalist ülkelerden “emperyalizmin zayıf halkaları” olan ezilen (pazar) ülkelere taşındı. İkincisi, sosyalist devrimlerin ve toplumsal dönüşümlerin dinamikleri aydınlanmış, bilinçli emekçi halk kitlelerinden ulusun bütününe, antiemperyalist tüm toplumsal kesimlere kaydı.

Sanayi üretiminden uzaklaşan Batı kapitalizmi, ekonomik ve sosyal gelişmedeki üstünlüğünü kaybetmekten başka, finans kapitalle (mali oligarşi) gelir ve servet eşitsizliğinin önemli ölçüde artmasına neden oldu. Sermaye ve kaynaklar, daha az sayıda insanın kontrolü altına girdi ve orta sınıf eridi. Öte yandan Batı, kültürel bir postmodernizm krizine tutuldu; bilimden de aydınlanmadan da koptu. Siyasal süreçlerde sorunlar ortaya çıktı; şirketlerin ve zengin bireylerin politik arenada büyük bir etkiye sahip olması, demokratik kurumları ve onların karar alma mekanizmalarını zayıflattı.

Bu ekonomik ve siyasal gelişmeler, düşünsel temelde modernizmin evrensel doğrularının, ilerleme düşüncesinin, tarihsel büyük anlatılarının ve iddialarının sorgulanmasına yol açtı. Modernizmin öne çıkardığı benzerlik, yakınlık, birlik ve ulusal bütünlüklerin karşısında farklılıklar, alt kültürler, etnik kimlikler, cinsel kategoriler vurgu kazandı. Tüketim kültürü, kullan at ekonomisi, sosyal medya araçlarının alt üst ettiği gerçek algısı, bağlamsızlık ve sığlaşma öne çıktı.

Türkiye’de Kararma

Bütün bunların Türkiye’de de yansımaları oldu. Modern, laik bir toplum ve devlet inşa eden Cumhuriyet aydınlanması, eğitim, hukuk, kadın hakları gibi alanlarda yapılan devrimlerle önemli kazanımlar elde etmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülke, çok partili demokratik bir sistemle yönetilmeye başlamıştı. 1950’lerden itibaren Türkiye, Batı’ya kurumsal bağlılıkla emperyalist yardımlar elde etti ve dışa bağımlı ekonomik kalkınma sürecine girdi. Sanayileşme, tarımın modernizasyonu ve altyapı yatırımları gibi politikalarla bağımlı bir ekonomik büyüme sağlandı. Bu dönemde kırsal kesimden kentlere büyük bir göç dalgasının yaşanması, toplumsal yapının önemli değişimlere uğramasına yol açtı. 1950’de nüfusun %75’i köyde, %25’i şehirlerde yaşıyordu. 2018’de nüfus dağılımı, merkez köyleri mahalleleştiren büyükşehir yasasıyla şöyle oldu: Köy nüfusu %7,7, şehir nüfusu %92,3. Bu durumda kırsal toplumsal tarım ekonomisinin yerini kentsel sanayi ekonomisi aldı. (Ersin Kalaycıoğlu, Bilim Akademisi Konferansları-2, 2022-2023)

1980’lerden itibaren de neoliberal politikaların etkisiyle köklü bir ekonomik ve toplumsal dönüşüm yaşayan Türkiye, Cumhuriyet’in kamu ekonomisini esas alan kazanımlarını kaybetti. Özelleştirme, sınırsız ve sorumsuzca dışa açılma, serbest piyasa politikaları ve küreselleşme gibi faktörler, toplumsal yapının dönüşümünde önemli rol oynadı; özellikle büyük şehirlerde göç, nüfus artışı, kentsel dönüşüm ve sosyal doku değişimi hız kazandı.

Bu değişim ve dönüşümler, Türkiye’nin kamu ekonomisinden başka görece demokratik sistemine de önemli ölçüde zarar verdi. Çok partili sisteme geçişle beklenen demokratikleşme, koruyup gözeten, toprak ağası ile bu yolla hükmedilen yanaşma ilişkisini güçlendirdi. Bu durumda popülist patronaj mekanizmasına (himaye edenin himaye ettiğine hükmettiği sosyal ilişki biçimi) işlerlik kazandırdı. Bu mekanizmanın geri, muhafazakâr ve bağımlı bir kültürel ilişki üretmesi kaçınılmazdı.

2000’lerin ilk yıllarına gelindiğinde Türkiye, aydınlanmaya dair elinde ne kaldıysa onları da küresel kapitalizmin yaşadığı kültürel krizin bir sonucu olan postmodernizmin çatlaklarından sızdırarak yok etti. 1980’den sonra ilmek ilmek örülen sosyal ve kültürel manipülasyon ülkemizin siyaset sahnesini önemli ölçüde değiştirdi. 2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, o yıldan itibaren uzun süreli bir siyasi egemenlik elde etti. AKP’nin 23 yıllık iktidar döneminde, Cumhuriyet karşıtlığı sadece söylemde kalmadı, kurumsallaştı. Diyanet İşleri Başkanlığının, iktidar ve seçim ittifakı ortaklarının laiklik karşıtlığı, Cumhurbaşkanı’nın korumasında toplumu, sınıfsal temellerinden koparıp kültürel bir illüzyonla benden yana- bana karşı, dindar- dinsiz, millî- gayrı millî, dost- düşman biçiminde tam ortadan bölen bir politikaya dönüştü.

Eğitim, içeriği “Maarif Müfredatı”yla dinselleştirilerek, işleyişi dinî referanslı vakıflarla imzalanan hizmet satın alma protokolleriyle tarikatlaştırılarak bilimsel doğasından koparıldı; karma yapısının ortadan kaldırılmasına dönük talepler kimi oldubittilerle uygulamaya sokuldu. Sınav odaklı eğitim kurgusuyla hem pedagojik süreçleri ezberci bir anlayışla tıkandı hem de bu tıkanma bahane edilerek merkezî sınav hazırlık yayın sektörüne, kurs sistemine, özel okulculuğa meşruiyet kazandırıldı ve pazar kamu okullarına kadar yaygınlaştırılıp eğitim, bütünüyle piyasa kurallarına teslim edildi.

Silahlı biçimde örgütlenmiş bir cemaatin, yıllar süren çabalarıyla devletin eğitim, yargı, ordu gibi en hassas kurumlarının içine sızdı. Bu sızma, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin politika karşısındaki görece tarafsızlığını, ulusal bağımsızlıkçı duruşunu, laik duyarlığını köreltmek için, hem dinî referanslarla politika yapan siyasal örgütlere hem de ulus devletçi duruşundan hazzetmeyen emperyalist ABD’ye büyük bir hediye oldu. Önce önemli generaller uydurma davalarla tutuklanıp cezaevlerine tıkıldı, sonra söz konusu cemaatin 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiyle TSK’nin bütün Cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı ve laik duyarlıkları kontrol altına alındı.

Diğer yandan toplumda ayrışma yaygınlaştı, Kürt-Türk temelinde etnik, Alevi/dinsiz -Sünni/dindar temelinde inançsal kimlik ayrımı ve kültürel fay hatları derinleşti. 2019’da genç nüfusun %97’si Allah’a inandığını söylüyor; 2018’de nüfusun %81,1’i kendini Türk, %18,9’u Kürt olarak tanımlıyordu. Bu durum, etnik ve dini kimliğin büyük bir hegemonya kurduğunu, dilimizi, düşünce sistemimizi, gündeme getirilen konuların içeriğini değiştirdiğini gösteriyordu. Özellikle 2010’dan sonra herhangi bir işte ücret karşılığı çalışmayıp sosyal yardımlarla yaşamını sürdürenlerin ülke nüfusuna oranı %40’ları buluyordu. Buna karşın toplumda büyük bir sınıf atlama duygusu ve muktedir olma arzusu vardı.

En soldan en sağa kadar 10 derecelik bir siyasal tercihler yelpazesinde 1990’da toplumun %22’si kendini solda, %23’ü sağda, %55’i merkezde tanımlarken; 2007’de bu oran sırasıyla %17, %47 ve %36 biçiminde değişmişti; yani sol ve merkez erimiş, sağ büyümüştü! İstihdama katılım ülkemizde erkeler için %63, kadınlar için %28 iken; OECD ortalaması erkeklerde %65, kadınlarda %50’ydi. Bu farkın temel nedeni, kadınlarımızın %75’inin “Evde oturup annelik yapın!” tavsiyesini olumlu bulmasından da anlaşılıyordu ki bu toplumumuzun hızla muhafazakârlaştığını gösteriyordu.

Ne var ki bu muhafazakârlaşma bireycileşmeyi, ahlaki ve etik değerlerden uzaklaşmayı da beraberinde getirmektedir. Zira 2018’de ülkenin sorunları araştırmasında katılımcıların sadece %0,8’i “yolsuzluk” ülkemizin önemli bir sorunudur dediği halde, ayrıca “Yolsuzluk var mı?” diye sorulduğunda “Evet” %60’a yükselmektedir. Bunun anlamı, ‘Yolsuzluk var, ama bana dokunmadıkça sorun değil.’dir! (Bulgular, adı geçen kaynaktan.)

Aydınlık Yüzlü Gençlerimiz

Bütün bu veriler, toplumumuzdaki çürümenin, özellikle son 20 yılda hangi boyuta geldiğini göstermek için yeterlidir: Yoğun bir muhafazakârlaşma, koyu bir gericileşme, ağır bir bireycileşme, etkin bir ahlak dışılık ve modern bir “sultanizm”… Özetle “yeni Orta Çağ”!

Yeni bir Orta Çağ’ın çaresi, yeni bir aydınlanmadır kuşkusuz! İnsanlık tarihte 1000 yıl süren “ilk Orta Çağ”ı, Rönesans ve Reform kazanımlarıyla birleştirdiği “Aydınlanma” ile aştı. Bugün çok daha fazla birikime ve aydınlanma araçlarına sahibiz. Ama bu kez toplumun üreten, dinamik ve demokratik güçlerine dayanan; halkçı, cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı kadroların önderliğinde hareket etmek zorundayız.

19 Mart’ta başlayan kıpırdanma bunun işaretlerini veriyor; kişilere, gruplara indirgenmez, güncel ve popülist politik olgulara daraltılmazsa, umutlu olmak için neden çoktur; birincisi, aydınlık yüzlü gençlerimiz!

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Sosyal Bilimler Yazıları