Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Gerçekliğe Gömülmüş Ezilen Kimlik: Ahmet Güneştekin

Sinan Abuzer Akdağ

Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 10 Nisan 2025 01:02 - Okunma sayısı: 86

Gerçekliğe Gömülmüş Ezilen Kimlik: Ahmet Güneştekin

Gerçekliğe Gömülmüş Ezilen Kimlik: Ahmet Güneştekin

Ezilenler çeşitliliğinin alabildiğine çok sayıda olduğu ülkemizde, bu çeşitlilik içinde sanat uğraşanlarının olmaması düşünülemez. Sanatı yaşamlarının merkezine koyanların da yaşamlarını devam ettirebilmek için kazanabilmek gibi bir zorunluluğu vardır; bu ve benzeri nedenlerle, sanatını kapitalist tahakkümün egemen olduğu yaşamın getirdiği gerçekliğe gömülüp, o gerçekliğin ortaya çıkardığı zorlukları aşabilmek adına, kendilerini ve sanatsal üretimlerini ezenlerin yanına ve hizmetine konuşlandırmaları sık rastlanılan bir durum. Ancak sıklıkla bunların içinde bulundukları koşulları içselleştirerek ezilen yığınları, sanatsal üretimleriyle seçimlerini ezilenlerden yana konuşlandıranları küçümsemeleri, hor görmeleri, değersizleştirmeye çalışmaları kısaca onlara karşı saldırganlaştıkları gözlenmiştir.

Osmanlının son döneminden başlayarak günümüze değin egemenlere, ideolojilerine, ideallerine hizmet eden ve kendi çevrelerine, sanatçılara, ezilenlere ve farklı kimliklere saldıran, düşmanca duygular besleyenler çok olmuştur. Bu nedenle bu işlevleri nedeniyle ödüllendirilen yüzlerce sanat uğraşısı içinde yer alanları sayabiliriz. Bunlar, Paulo Freire’in de “Düzenin çarpıklıkları ve kısıtlamaların çarpıp yıprandıkça yapay bir şiddete yönelir, anlamsız nedenlerle kendi arkadaşlarına / çevrelerine saldırırlar.”[1] açıklamasıyla dikkati yönelttiği bu gerçeklik sanatçıyı egemenlerin beklentilerini karşılamak ve başarılı olmak amacıyla, insanın ve insan ürünü sanatın doğasına aykırı, özgünlüğünden ödün verilen üretimler yapmak zorunda bırakır; böylece, kişinin kendisin de farkında olamadığı, oluşan kaygı ve korku sanatçı kişiliği yıpratırken aynı zamanda yeni açmazlara yöneltir. Çünkü Mossaije Kagan’ın da belirttiği gibi Sanatçının yetisi ve ustalığı, bu dünya görüşünün etkisi altında, kendi yaratımının bilinçli bir karakter taşıyışı, kendi bilincine bağlı oluşu, kendi bilinci tarafından düzene sokulup denetlenişi ölçüsünde, gelişerek etkinlik gösterebilir.”[2] ancak. bu sözlerden de anlaşılacağı gibi sanatsal kişiliğini, becerilerini, kendi bilincini sanat uğraşısı süreçlerinde etkin bir şekilde kullanamazsa kişilik erozyona uğrar; bu erozyon altında ezilen egosu ona kendisini merkeze koymayı salık verir ki bu da eleştirmenleri, diğer sanatçıları, sanat alımlayıcısı kitleleri yetersizlikle suçlamaya, aşağılamaya, zaman zamanda, saldırganlık boyutuna ulaşacak değişim ve dönüşümlere neden olur.

Burjuva basınınca son yılların bulunmaz sanatçısı olarak değerlendirilen gerek ülke çapında gerek uluslararası alanda yüksek popülaritesi nedeniyle hemen hemen her kapının kendisine kolayca açıldığı Ahmet Güneştekin’in de çizmeye çalıştığımız resmin için doldurması özenle yapılacak bir gözlem ve değerlendirme ile görebilecek bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor. Belediyeler, partiler- iş adamları ve diğer tüm yönetim erki bileşenlerinin birçoğunun ilgisini çeken Ahmet Güneştekin’in sanatsal yaratılarına ve medya sohbetlerine baktığımızda yukarıda saydığımız olumsuzlukların büyük bölümünü sanatçı kişiliğinde, sanatında ve sanata ilişkin görüşlerinde yansıttığını görebiliriz.

Sanatını insanın aklına gelebilecek her türden malzeme, sanatsal etik içi ya da dışı kaygıları olmaksızın akla gelebilecek hernkonuyu işlenebilir ve sanatına araç edilebilir bulan, post-modern görsel sanatın, ünlü sanatçılarından Ahmet Güneştekin’in ürettiği ürünlere ilişkin tek tek detaylı bir değerlendirme bu yazımızın konusu olmayacakır, ne yazk ki; ancak sanatının genel özelliklerine değinip çıktığı bir televizyon programında (HalkTV-İsmail Küçükkaya) kendi sanatına, ülke sanatına, sanatçılarına ve sanat eleştirmenlerine ilişkin belirttiği görüşlerini incelemeye çalışacağız

Kısaca söyleyecek olursak Güneştekin’in izleyicisi ve uygulayıcılarından biri olduğu post-modern anlayış “…yaşama ilişkin var olan bütün değerlerin metalaştırılması, piyasa-pazar ilişkilerindeki konumuna ve değişim değerine göre ele alınmasına ilişkin tüm süreçler olarak tanımlanabilir.” Bu anlayış sanat alanında da benzeri etkileri göstererek, sanatsal yaratıları metalaştırır, sanatçı emeğini ise üretken emeğe dönüştürür. Böylece “…sanatçılar ve sanatsal üretimler post-modern sanatın piyasa ve pazar ilişkisindeki alınıp satılma değerlerine, egemenlerin yaratmak istedikleri ‘kitle kültürü’ çabalarındaki işlevlerine, üstlendiği rollere, beklentileri ne kadar karşılayabildiklerine göre şekillenme süreci…”[3] yaşarlar. Sanatta her şeyin olabilirliği düşüncesinden hareket eden post-modern sanat savunucuları, bu bakışla, akla gelebilecek yaşamımıza ilişkin her türden kullanılabilir malzemelerden, teknolojik olanaklardan ve öykünebilecekleri tarihsel kalıntılardan yararlanarak üretimler üzerine odaklanır; içerik, sanatsal estetik değer, özgünlük ve bütünlük gibi kaygıları olmaksızın var olan tüm değerleri kendi doğasından çıkararak alımlayıcılarına sunarlar. Bu nedenle diyebiliriz ki sıradan herhangi bir kişinin kendi yaşam deneyimi ve çevre gözlemiyle bir araya getirerek gerek el becerisiyle gerek teknolojinin sağladığı olanaklarla şekil vereceği birkaç elle tutulur ilginç nesneyle ya da dijital heykel, poster, resim, roman öykü, beste, şiir gibi ortaya çıkaracağı her çalışma post-modern sanat perspektifinden değerlendirildiğinde sanatsal ürün diye adlandırılan çalışmalarla özdeşlik taşıyan ürünler olarak tanımlanabilir. Bu tanımlanan ürünün piyasa değeri yani alım satım değeri ise alımlayıcısının sanata ilişkin perspektifiyle ilgili bir durumdur.

Bu türden resim, heykel gibi ürünleri sanatının merkezine oturtmuş olan Güneştekin elbette ki, söz gelimi, her hangi bir insanın çamuru ya da ağacı ustalıkla işlemesiyle eşitlemeyeceğiz; ancak arasındaki göze hoş gelinebilirlik açısından farkın çok küçük biçimsel ayrıntılarda olduğunu belirtmekte yarar var. Yani kısaca, birisi yeteneğini, becerisini zanaatkâr bakış açısıyla insanlık yararına sunarken diğeri sözüm ona sanatçı kimliğiyle şan, şöhret ve parasal kazanç sağlamak için kullanmaktadır.

Sanatın sınıfsal olmadığı görüşünü savunan Güneştekin’inin sanatının doğal olarak ilgi alanına giren alımlayıcıları da, bu nedenle, sınıf farkı gözetmeksizin herkes olabilmektedir; ancak tek farkla ki değerleri milyonlarla belirlenen bu ürünleri belirli bir sınıfın bireyleri satın alıp salonlarında övgüyle konuklarına sunarken yani mülkiyetine alabilme olanağına sahip olurken ya da toplumun etkisizleştirilmesinde yüklendiği işlevi beğeniyle izlerken toplumun geri kalanı ise ancak satın alabilme gücüne sahip sınıfın ya da egemen yönetenlerin katkılarıyla açılan sergilerde izleme olanağı bulduğunda imrenerek uzaktan seyretmekle yetinmektedir. Bu bağlamda Gümüştekin’e en güzel yanıtı Bedrettin Cömert “ Sanatı, hangi türünde olursa olsun sınıfsallığın (bu) kesin belirlemesinden koparmak olanaksızdır.” sözleriyle verirken aynı kitabının bir diğer bölümünde sanat eleştirisini ele alırken aynı konuyu yine gündeme getirir ve sanatsal ürünlerin değerlendirilmesinde sınıfsallık gerçeğinin yadsınamayacağını belirterek “ Eleştiri sınıfsallık gerçeğini hiçbir zaman gözden uzak tutmamalıdır.[4] der. İlk ortaya çıkışından beri sanat konusunu içinden geldiği toplumun yaşantılarından sevinçlerinden, üzüntülerinden, yaşadıkları çelişkilerden ve yaşamın dayattığı koşullarla mücadelesinden almıştır; bu nedenle diyebiliriz ki sanatçı hiçbir zaman kendini içinde bulunduğu toplumun ve yaşantıların gerçeğinden yalıtamaz. Bu durumu Marks “Sanatçı, doğru bir anlatımla, anlatılan olaylara somut tarihsel yaklaşımla, karakterin özgün yanlarını yansıtan canlı ve bireysel özelliklerini ve ait oldukları sınıfsal ortamın psikolojisiyle kişileri anlatmalıdır.”[5] diyerek vurgulamıştır.

Sanatın bu kendi doğasında var olan özelliğinden dolayı, egemenler ve ezilenler çelişkisinin varlığında üstünlüğünün egemenler lehine olduğu toplumlarda bunların arasında seçim yapma gibi bir gerçeği olamaz: o her zaman toplum içindir; ancak sanatçının seçimini egemenlerden yana koyup sanatsal etkinliğini ve ürünlerini de onların hizmetlerine sunarak sınıfsal konumunu değiştirme amacıyla, sanatsal yetisinin üretken emeğe dönüşmesine ve alınıp satılır olmasına eğilim gösterdikleri sık deneylenen bir olgudur. Marks’ın da “Sanat sınıf karşıtlıklarının var olduğu bir toplumda, sınıf çelişkilerinden ve belirli sınıfların politikalarından ve ideolojilerinden etkilenir.”[6] sözleriyle belirttiği gibi sanatın toplumsal yapıdan ve yaşantılarından etkilenişini, geniş anlamda, sınıf çelişkilerini yansıtması gereğini anlarken her ürettiği esere birkaç milyon liralar ödendiğini belirten Güneştekin ve benzeri post-modern sanatçılar Mark’ın bu sözlerinden sanatçının sınıfsal çelişkilerden yararlanışını anlamışlar gibi görünüyor.

Güneştekin’in savunduğu bir diğer sav ise sanatın burjuvazi tarafından korunduğunu ve yaşatıldığıdır. Yetmiyor, buna örnek olarak Bilfen ve Ülker grubu gibi kurumlardan aldığı desteklerle yayımladığı kitaplardan, Borusan’ın desteğiyle açtığı son sergisinden söz ederek yine burjuvazinin sanata ve etkinliklerine katkısını, sanatsal üretimdeki yerini ve rolüne övgü diziyor. Bu doğal olarak bize Güneştekin’in gerek üretirken sanata ve doğasına ilişkin tutumunu gerek kendisinin ve sanatının ezen ezilen çelişkisindeki tercihinin hangisinden yana olduğunu gösteriyor. Çünkü ürettiklerinin ezenlerin sanatçı emeğini üretken emeğe dönüştürerek alınıp satılabilir meta yapmasından hiç de rahatsız olmadığını ürettiklerine ödenen milyon liralardan söz ederken gösteriyor.

Burjuvazinin geçmişte sanatla, özellikle görsel sanatlar ve müzik, ilişkisinin çok yakın olduğu hatta himayelerinde aldıkları doğrudur; ancak bilinmesi gereken gerçek şu ki, o zamanlarda da, gerek egemenler gerek kilise ve krallıklar sanatçıları ve sanatsal üretimleri korumalarına almaları sanata olan aşklarından değil; ama sanatsal üretimlerin egemenlerin o döneme özgü gereksinimlerinin karşılanmasın nedeniyle olmuştur: yönetme erkinin korumacılığını yansıtıyor olması, egemenlerin sahte güler yüzünü göstermesi, yönetme erkinin devamına ya da güç gösterisine ilişkin yüklendiği işlevler nedeniyle olmuştur.

Sanatın egemenlerle bilinen ilk ilişkisi Yunan şiirleri döneminde olmuş sonra toplumsal yaşamın gelişimine göre oluşan değişik ilişki biçimleriyle günümüze kadar bu süregelmiştir. O dönemde konusunu içinde bulunduğu toplumun yaşamının acılarından, sevinçlerinden, gelenek ve göreneklerinden alan şiir, yöneten ve yönetilenler katmanlarının oluşumuyla birlikte, şiir üretenlerinin duygu ve düşünceleri değişmiş bireyleri anlatımı öne çıkmıştır; böylece içerik değişimine uğrayan şiir, çokluk, yönetenlerin, şövalyelerin ve savaşçıların kahramanlıklarını, yaşam öykülerini anlatmaya başlamıştır. Bu dönem aynı zamanda epik şiirin de başlangıcı olmuş, şairler zaman zaman bu işlevi müzik eşliğinde de yerine getirmişlerdir. Kuşkusuz bu gerçekliğin dönem şairlerinin bütününü kapsadığını ileri sürmek bir yanılgı olacaktır. O dönemlerde krallıklara ya da şövalyelere ulaşamayan, ya da geçimini onların korumasında olmadan üreterek halkın arasında yaşayıp onların sevinçlerini, eğlencelerini, üzüntülerini anlatmaya devam eden şairlerin de var oluyor olacağı da diyalektik gerçekliktir. Kaldı ki aynı dönemlerde daha çok yerel insanların becerileriyle üretilen takı, yüz boyama, duvarlara çizilen resimler, yazı sanatı gibi etkinliklerin varlığının da günümüze kalan birçok tarihsel kalıntıdan anlaşıldığı unutulmamalıdır.

Şu gerçeği belirtmekte yarar var kendileri için üretilen sanatsal yaratıları ellerindeki olanaklarla ya da yaşam biçimlerinin sağladığı koşullarla günümüze taşımakta egemenler daha başarılı olmuştur. Geniş yığınların üretimlerinin bazılarının ise günümüze taşınması tesadüflere kalmıştır. Buna karşın özellikle tiyatro, masal, şiir, müzik ve resim gibi bazı sanat dallarının günümüze taşınması için egemenlere gereksinim duyulmamıştır; aksine birçoğu örneğin, Anadolu topraklarında, onlara rağmen bazı değişiklerle kulaktan kulağa günümüze kadar taşınmıştır: Dede Korkut, Yunus Emre, Karacaoğlan, orta oyunu, Tuluat, halı kilim dokuma, duvar boyama gibi gibi. Ancak, özellikle sanayi devrimi sonrası bu durum değişmiş, sanat değişik iletişim yöntemleriyle kitlelere ulaşabilmış ve böylece kalıcılığını sağlamaya başlamıştır. Bu gelişmelerden sonra sanatçıların üretmek ve işlevlerini yerine getirmek için burjuvaziye gereksinimleri kalmamıştır; aksine burjuvazinin iktidarını sürdürmek ve sömürüsünü kolaylaştırmak için üreten emeğe gereksinimi olmuştur ki işte tam bu aşamada da sanatçının tercihi daha çok önem kazanmıştır.

Günümüzün de gerçeği olan bu durum göstermektedir ki egemenler sanatçıları ve onların üretimlerini gerek sömürülerini kolaylaştırmak gerek üretken emeğe dönüştürerek alınıp satılabilme değerine göre denetiminde tutma, bu değeri taşımadığını düşündüğünde ise çöplüğe atmaktadır. Bu nedenle üretilen yüzbinlerce şiir, roman, öykü, heykel resim, şarkı, türkü egemenlerin metaları arasına yerini alıp işlevlerini yerine getirdikten sonra sönümlenip sararan defter ya da okunmayan internet sayfalarında kalmaktadır. Sürgit devam eden bu gerçek post-modern sanat üretenlerinin zamanla gerçekliğe gömülme nedenlerinden biri olarak kendi insan doğasının ya da yaratmanın bilgeliğin dinginliğinin yitirilmesine yol açar ve böylece kişilik çarpıklıkları ve bunların yansımaları gözlenir.

Ancak günümüzde sanat üretenlerinin sanatın doğasından kaynaklanan özelliğini korumak için seçim yapabilme gibi bir olanakları ve toplumsal bir etkinliğin belirleyici öğelerinden olabilmenin hazını yaşama seçenekleri bulunmaktadır. Bu seçenek Marks’ın ”Yazar kuşkusuz, yaşayabilmek ve yazabilmek için kazanmalıdır, ama asla kazanmak için yaşamamalı ve yazmamalıdır.” sözleriyle ortaya koyduğu sanatçının zorunlu olmayan ama sanatın doğasının gerektirdiği tercihidir. Bu sanatçının sanatsal işlevine ilişkin tavrını üretme aşamasında ortaya koyma olanağına sahip oluşudur: ya egemenlerin kurduğu sistemin bir parçası olarak onlara hizmet etmek ya da yine Marks’ın söylediği gibi “…doğruluğun yanı sıra cesaretli …”[7] olarak yaşamın kendisini, sınıf çelişkilerini ve çatışmalarını yalın bir şekilde ortaya koymaktır ürünlerinde.

Bunun dışında öne çıkan ayrıntı ise Güneştekin’in sanatsal işlevini yerine getirmeye çalışırken içeriğe ve biçime ilişkin yaklaşımıdır. Sanatta biçimi öne çıkaran ve biçim için her tür içeriğin araçsallaştırıldığı bir anlayışla ürettiklerine yaklaşan sanatçı bu amaçla ürünlerinde teknolojinin olanaklarını etkili kullanmanın yanı sıra, bavul, şapka, tabela, araç lastiği, metal parçalar, ayakkabılar, ağaç ve ürünleri; toplumun değerleri, kahramanları, acıları, öyküleri; antik değerler, mekânlar ve heykeller gibi her tür kullanılabilir bulduğu öğeyi ve değeri işleyerek birer üretim nesnesi olarak kullanmaktadır. Bu durumda ürettiklerini sanatsal yaratıcılık ve özgünlük perpektifiyle değerlendirdiğimizde Güneştekin’i iyi bir sanatçıdan öte iyi bir zanaatkâr (grafiker) tanımına daha çok yakınlaştırmaktadır.

Sanatçının sanatsal ürünlerinde eksik olan yaratıcılık, özgünlük ve bütünlük onun böylesi bir kaygı gütmediği izlenimini vermektedir. Sanatsal yaratılarda biçim ve içeriğin bir ara olması bir tercih değil zorunluluktur; her ikisinden birinin yitirilmesi üretimi sanatsal yaratı olmaktan uzaklaştırır, bir çırak denemesine dönüştürür; ancak hangisinin belirleyici olacağı Mossiej Kagan’ın “…değerlendirilmesi yapılacak olan şey, görünüş değil, o görünüşün özüdür; biçim değil, içeriktir; dış yapı değil, o yapının içindeki doluluktur; ‘nasıl’ sorusu değil, ‘ne’ sorusudur; son olarak da, o nesnenin tekil, bir kezlik somutluğu değil, o nesne kadar tüm öbür benzer türde nesneler için ortak olan somutluktur.[8] sözlerinde anlaşılmaktadır; böylece diyebiliriz ki Çalışmalarından biçime özgü göze hoş gelen ve geniş yığınların beğenisini okşayıcı birbirinin benzeri çalışmalar üzerinde yaptığı renk değişimlerini ya da alışılagelmişi zorlayan bazı denemelerini sanatta farklılık diye izleyicinin beğenisine sunmaktadır Güneştekin. Bu bakışıyla sanatta her şeyin olabilirliğini, her şeyin sanatsal bir yaratı olarak değerlendirilebileceğini savunan kapitalist ekonomi politikalarının sanattaki uyarlanışı olan post-modern sanatın tipik bir temsilcisi olduğunu ortaya koymaktadır.

İçeriğe ilişkin yaklaşımının değerlendirilmesine ilişkin bir diğer olgu da (özellikle son “Kayıp Alfabe” sergisinde) Güneştekin için içinde yaşadığı toplumun değerlerinin, o değerlerin otantikliğinin hem o toplum için hem de onların geleceği için korunmasının öneminin olmadığını işlediğini çalışmalarında görmekteyiz. “Kayıp Alfabe” adını verdiği serginin, gerçekte, içinden geldiği toplumun alfabesine (Kürtçe) değil aynı zamanda tarihinin bir parçasının burjuva için alınıp satılabilir metaya dönüşmesi ve böylece işlevini tamamladıktan sonra binlerce yitirilmiş toplum, değerleri ve kültürleri arasında yerini alacağının katkısı sunduğunun ya farkında değil ya bunu görebilecek kadar kuramsal donanımı yok ya da oldukça bilinçli bir tercih; çünkü sanat yaratısı konusu edindiği içeriğin, bireyi konu ediniyor bile olsa, içinde bulunduğu toplumsal koşulları ve nedenleriyle vermelidir; olaylar ve olgular da yine aynı perspektifle ele alınmalıdır; yoksa köylerde bir zamanlar giyilen (belki de o coğrafyada yaşayan birçoğu için hala) sadece bir kamyon Cıslavet lastik ayakkabı ya da bir sembolik gemi üzerine yüklenen yüz iki yüz farklı renklerde valizle değil.

Güneştekin’in İçeriğe ilişkin bir diğer yanlış da (olasılık kendisinin de Kürt olması ya da duyumsadığı sorumluluk nedeniyle) ürettiklerine belirli bir kültürel ve duygusal değer atfetmeye çalışmasıdır. Toplumun yüreğinin hala kanıyor olan yaralarını o yaralara neden olan yitirilenleri sıradan bir nesneler gibi ürünlerinde kullanmasıdır. Bu güne değin büyük bölümü politik nedenli faili meçhule düşürülmüş ya da faili belli olan Hrant Dink, Tahir Elçi, Roboski kurbanları; Hasan Ocak, Taybet Ana, Hayrettin Eren, Narin Güran ve Gülistan Doku gibi yüzlerce ülkemiz kültüründen ve halklarından insanın adlarını tabelalara yazmak, onları bir sergide yitiriliş, yok ediliş nedenlerinden bağımsız ele alıp sunarak sanatsal ürünlerinin malzemesine dönüştürmek (her ne kadar iyimser bir yaklaşım gibi görünse de) bir toplumsal tarihi, değerlerini alınıp satılabilir kılmaktır: daha önce Che Guevara ve Deniz Gezmiş resimlerinin tişörtlere basılıp ticari metaya dönüştürülerek piyasaya sunulması gibi.

Güneştekin’in sanata ilişkin bu yaklaşımını, sanatsal eylemi sürecinde tercihini egemenlerin ideolojisinden yana konuşlandığını görünce ürettiklerinin alımlayıcılarıın geniş yığınlar ya da sahiplenenlerin verdiği hizmeti ödüllendirenlerin sıradan insanlar olmasını beklemek yanılgı olacaktır; ancak o sergisinden kullandığı faili meçhulleri ve faili belli yitirilenleri sevinçle karşılayan, kutsayan ve politikalarının amacı olarak görenlerin hatta yok edilişlerinin tarafı olanların özenle seçilmiş ziyaretçiler arasında olması, sergisinin popülarite çalışmasının onların üzerinden yapılması yanılgının ötesinde gerçeğin kendisinin nedenleri, sonuçları ve tarihsel dokusu ile sanatta ele alınmasının ve sanatçının sanatın doğasına göre seçimini yapmasının gerekliliğini bir kez daha ortaya koyacaktır.

Her hangi bir sanatçı sanatla ilişki kurmaya başladığı aşamadan itibaren ona en çok yardımcı olan, sanatsal yetisini geliştiren öğeler perspektif sunan kuramlar ve bu kuramlar doğrultusunda yapılan sanat eleştirisidir; ancak Güneştekin gerek ürettiklerine bu perspektifle yapılan eleştiriyi gerek yapmaya çalışan eleştirmenleri “yapılan eleştirileri boş, yapanları ise hiçbir şeyden anlamaz bos konuşanlar” olarak değerlendirmektedir. İçinde bulunduğu post-modern dünyanın gerçekliğini mutlak doğru olarak algılayan ve kendini bu gerçekliğin sanatının merkezine oturtarak egemenlerin kite kültürü oluşturmasının aracı oluşunu sanatın ve sanatın zirvesi gibi gören bir anlayışın bunun ötesine gidebileceğini ummak yanılgı olacaktır. Egemenlerin kitleleri yanıltarak oluşturmak istediği sanal gerçeklik dünyasının hem başat aktörlerinden hem de kullanılabilir araçlarından (diğer birçok post-modern sanatçıyla birlikte) olmayı aynı zamanda kendisi gibi düşünmeyenlere kaba saldırganlığı gerçeklik karşısında üstlendiği işlevin egemenlerce kendisine bahşedilmiş gücün (ödüller, yüksek satış ve medya) yaşamdaki bilimsel temeli olmayan yansımalarıdır bu.

Sanatçıların kendi sanat anlayışlarını öncelemesi, belki de, yaratmanın özgünlüğünü sağlayan nedendir. Eleştirmenin sanatçıdan ‘nesnellik’ açısından farklı oluşu da burada başlar. Sanatçının tersine eleştirmen kendi sanat anlayışına, kişisel tercihlerine karşın, başka görüşleri ve tercihleri anlayıp kendi bireysel tavrını (eleştirmen tavrını) buna göre düzenleyen kişidir. Çünkü en azından kendisinin yaratma kaygısı yoktur.” [9] der Bedrettin Cömert. Bu gerçekten kaçınan sanatçı ne gelişebilir ne de sanata katkı sunabilir. Bazı eleştirenlerin yanlı değerlendirmeleri, nesnel olmayan yaklaşımları zaten gerçekçi eleştirinin üstesinden gelemeye çalıştığı bir sorun; ancak şunu belirtmek gerekir ki Güneştekin’le aynı safta yer alan ve egemenlere hizmet amacını taşıyan eleştiridir bu: niteliksiz ürünlere ve yönetenlerin desteklediklerine verilen ödüller; övgüler dizilerek milyonlar sattırılan roman, öykü ve şiir kitapları; sanatsal değeri olmayan birçok ürüne medya organlarında yapılan tanıtımlar, programlar; milyonlar ödenerek yapılan post-modern sanat reklamları vb.

Sonuç olarak diyebiliriz ki sanatsal ölçülerle değerlendirecek olursak Güneştekin’in çalışmaları göze hoş gelen, ilk bakışta sanat bilgisi ve algısı gelişmemiş insanları hoşuna giden tamda egemen ideolojinin sanatı post-modern sanatın hizmetinde bir sanattır; çünkü Kagan’ın belirttiği gibi …sanat, kendiliğinden anlaşılacağı gibi, gerçekliğin yeniden üretilmesi, bilinmesi ve yansıtılmasıdır.”[10] Sanat içinde bulunduğu yaşamın gerçekliğini en anlaşılır ve yalın biçimde sanatın gücünü kullanarak kitleleri eğitir, geliştirir ve dönüştürür yoksa kendisinin de içine gömüldüğü egemenlerin sömürülerini kolaylaştırması için oluşturduğu sanal gerçekliğin içine çekmek değildi.

Güneştekin’in gerek sanata, sanatçıya ve eleştiriye bakış açısındaki alaycılık ve saldırganlığa gelince, Adorno’nun Thomas Mann eleştirisinde ona ilişkin söylediği şu sözler yeterli olacaktır sanırız Kendini bir sanatçı olarak, kılığına büründüğü dahi olarak sunmanın mahcubiyeti, kostümden hiçbir zaman büsbütün vazgeçemeyecek olan sanatçıyı yapabildiğince gizlenmeye zorlar. Deha bir maske haline geldiği için, dâhinin kendini bir kılık içinde gizlemesi gerekiyordur. Sanatçının yapabileceği en iyi şey, dâhilik oyununu oynamak ve çağının malzemesinde bulunmayan metafizik anlama, bir usta olarak kendisi sahipmiş gibi yapmaktır”[11].

[1] Ezilenlerin Pedegojisi, Paulo Freire

[2] Estetik ve Sanat, Moissej Kagan

[3] Sanat Sanatçı ve Radikalleşme, Sinan Abuzer Akdağ

[4] Eleştiriye Beş Kala Bedrettin Cömert

[5] Yazın ve Sanat Üzerine, K. Marx – F. Engels

[6] Yazın ve Sanat Üzerine, K. Marx – F. Engels

[7] Yazın ve Sanat Üzerine, K. Marx – F. Engels

[8] Estetik ve Sanat, Moissej Kagan

[9] Eleştiriye Beş Kala Bedrettin Cömert

[10] Sanat ve Estetik dersleri, Moissej Kagan

[11] Edebiyat Yazıları, Theodor W. Adorno

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Fikir Yazıları Yazıları