ZEYTİN MORUYDU GECE (2)
Bir şeylerin hıncını alıyordu Bekir,öğretmenden yediği tokadın hıncını.
Burnundaki kanama,yanağına çıkan beş parmağın izi acıtmamıştı onu,onca arkadaşı içinde düştüğü onur kırıcı durum kadar.Haksız yere yediğini düşündüğü dayağın hıncını alıyordu şimdi,yurttan kaçarak.Bu onun için bir başkaldırıydı,karşı koymaydı.İlk kez yapmıyordu bunu deli çocuk. Tedirgin adımlarla Londra asfaltına çıktı. Avrupa’ya giden gurbetçi arabaları arkasında kalmıştı.Çiçekleri meyveye durmuş ağaçların bahçe duvarlarından sarktığı, tek katlı evleri hızla geride bıraktı.Ana cadde üzerinde,büyük bir otel yapıldığı söylenen korunaksız inşaatın,derin çukuruna ürpererek baktı bir süre. Ne kadar derin kazmışlar, geniş çukurun dibi sonsuz bir karanlıktı. Ham toprak kokusunu içine çekti.
Maarif Sinemasını , Foto Güneş’i , Bozacıyı geçti.Yolun karşısına kaydı yavaşça,yol taşıtsızdı.Çatı Restoran’da yemek yiyen aileleri gördü.İçkili lokanta kalabalıktı. Adam boyu taş duvar bitiyor,lokantanın camdan duvarı başlıyordu.İçerisi pırıl pırıl ışıyordu. Cam kenarındaki masanın altında üst üste çıplak iki bacak gördü,Bekir. İçkisini yudumlayan kadın,bacaklarına bakıldığını görünce biraz daha araladı onları. Süt gibi iki bacağın arasından kırmızı don gülümsedi Bekir’e.Bir kez daha geriye dönüp,ağır ağır geçti pencerenin önünden. İmrenerek baktı kabaran delikanlılığıyla.Belleğine kazıdı gördüklerini.
Kentin tüm bıçak bileyicileri,biledikleri bıçaklarla işlenen günahlardan habersizuykuya yattılar...Devaimisk badem ezmesini kutulayıp özenle vitrinine dizmiş lokumcunun, Ayvazoğlu Sinemasının önünden Alipaşa Çarşısı’nın kapısına geldi. Kapalı çarşı,boydan boya sıralanmış dükkânların,bir bir kapanmasıyla eksiliyordu. Tüm gün güzel şeyler yapmış insanların mutlu yüzleriyle aydınlanıyordu çevre.Saraçlar Caddesi’nin başladığı köşedeki Arnavut çerezciden, yüz gram tuzlu leblebi aldı. Sıcacık.Cebine koyduğu leblebileri avuçladı.Parmakları ısındı.Atatürk heykelinin önünden yürürdü.Gideceği yere bir an önce varmak istiyordu.
İçinde bir umut vardı hep.Kurduğu gelecek düşleri,sığınak oluyordu kimsesizliğine.Meyve sabunları yapan amca gözlüklerini burnuna indirmiş, yeni meyveler yapıyordu,sabunları yılların ustalığıyla şekillendirerek. Araladığı kapıdan, sabun kokusu yayılıyordu.Bekir adımlarını büyüterek hızlandı. Birilerine görünme kaygısıyla asırlık Eski Cami altındaki otobüs garajını geçti.Kervansarayın uzayıp giden taş duvarları boyunca yürüdü.
Ana caddeye çıktı.Yolun kıyısındaki bakkaldan bir şişe Talay şarabı aldı.
Ceketinin altına yerleştirdi.Tam kalbinin üstüne.Göremediği gözlerin,kendisini gözetlediğini düşündü.Kalbi daha bir hızlı atmaya başladı,şarabın tortularını dövüyordu sanki yürek atışları...
Yılların eskimişliğiyle çatlamış duvarların güçlükle tuttuğu kapıyı omuzladı.Kapının üzerindeki küflü tel kopmayı bekliyordu sanki.
Kapı açıldı.Yüzyıllık rutubet,küf ve havasızlık kokusu genzini parçalayacakmış gibi oldu. Zifiri karanlıkta,yıllardır terk edilmiş caminin içi ürkütücüydü. Aldırmadı Bekir.Üzerine bir şeylerin bulaşmasından sakınarak attığı birkaç adımdan sonra ,minarenin cami içine açılan kapısına ulaştı el yordamıyla.Sayısız yıl ezan seslerini uzaklara duyurmuş minarenin,nemden kabarmış,yer yer yosunlaşmış basamaklarından her an kayıp düşecekmiş kaygısıyla ilerledi.Dar bir mağarayı andıran minarenin içindeki oyuklara tutunarak bir yılan gibi ikinci şerefeye çıktı.Minare bu kadardı zaten.İkinci şerefenin üstü yılların yıpratıcı darbelerine dayanamamıştı.Şerefe bir çanak gibi gökyüzünü kucaklıyordu. Bir lunapark dönercesine oturur gibi çöktü Bekir.Kentin kuşbakışı geniş bir bölümü bakış açısını dolduruyordu.Bostan pazarı,setler yönünde Tunca,Meriç ırmakları gelin gerdanlığı gibi gecenin koynuna akıyordu.
Işıl ışıl sokak lambaları yıldızların yerdeki izdüşümleri gibiydi.Gökyüzüne baktı.Yıldızlar dans ediyordu.Uzansa yıldızlara erecekti sanki. Setlerdeki ağaçları yalayarak gelen serin esinti yüzünü okşadı.