Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Plastik Top

Prof. Dr. Faik KANATLI

Kategori: Edebiyat - Tarih: 18 Şubat 2025 21:24 - Okunma sayısı: 267

Plastik Top

Sizinle “Plastik Top” öyküsünü paylaşmak istiyorum bu yazımda. Öykü; doğup büyüdüğüm, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımı geçirdiğim Antakya’nın, afetlerin sarsıntılarına rağmen eleğin üzerinde kalmayı başaran anılarından süzülmüştür. Amacım, anılardaki Antakya’nın eşsiz güzelliğinden bir yudum sunarak, acılı yüreklere su serpmek ve anılardaki birlikteliğimizi haykımaktır. Söz konusu öyküyü 6. Şubat depreminde on bir ilimizde yitirdiğimiz canlara ve ardındaki acılı yakınlarına ithaf ediyorum.

Prof. Dr. Faik KANATLI[1]

Plastik Top

Güneşli bir sonbahar günüydü. Dağlara geceleyin yağan yağmurun Hanna Deresi’ni taşıracağını öngörmemişlerdi. Her günkü 5 kilometrelik okul yoluna koyulmuşlardı. Derenin kenarına geldiklerinde yolun bir kilometre uzadığını fark etmekte gecikmediler, çünkü üzerine basıp atlayarak karşıya geçtikleri taşlar sular altında kalmıştı. Köprüden geçmek bir kilometrelik bir U-dönüşü demekti onlar için. Duracak zaman değildi. Zaten zar zor yetişiyorlardı Cumhuriyet Ortaokuluna. Şimdi buna bir kilometre daha eklenmişti. Hızlı adımlarla gitmek yetmezdi artık. Elde kitap ve defterlerle de koşulmaz ki 6 kilometre. Her beş yüz metrede bir yoldakilerden birine saati sorarak ilerliyorlardı. Yine de okulun girişinde, sağ duvardaki saat 12 dakika geç kaldıklarını gösteriyordu. Öğretmenin ilk derslerde birkaç dakikalık gecikmeyi kabul ettiğini biliyorlardı. Ancak bu denli bir gecikmenin kabul gördüğüne tanık olmamışlardı. Tüm cesaretlerini toplayarak sınıfa yöneldiler. Kapıya usulca vurdular. “Girin” sesini beklemeden ama ürkerek içeri daldılar. Sınıfta öğretmen yoktu. Öğretmenin kısa bir süreliğine idareye uğraması gerekiyormuş. Milli Piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmışçasına sevindiler.

İlk raundu kazanmışlardı. Sıra ödev kontrolüne gelmişti. Sınıfın yarısından fazlası ödevini yapmamıştı, çünkü 2. Sınıf matematik kitabı bulunmuyordu. Farklı nedenlerle ödevini yapmayan öğrencilerin ortak bahanesi kırtasiyecilerde matematik kitabının bulunmamasıydı. Bugün şansları yaver giden, hem komşu hem de samimi arkadaş olan Faruk ile Fırat da bu bahaneye sığınmışlardı. Oysa haftanın başından beri kitabın Ferah Kırtasiyesi’nden alınabileceğini biliyorlardı. Babalarından kaç kez kitap parası almış kaç kez harcamışlardı. Ama artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Kaçacak hiçbir yer kalmamıştı, çünkü öğretmen kitabı olmayanları derse almayacağını sınıfta ilan etmişti. Sabırsızlıkla derslerin bitmesini beklediler. Ceplerindeki paraları bir araya getirerek zar zor kitap parasını denkleştirdiler. Bu kez hedef, yine yaklaşık 5 kilometre uzaklıktaki Ferah Kırtasiye’ydi. Okuldan kırtasiyeye otobüsle gidilebiliyordu. Ama otobüse binerlerse kitap bedellerini ödeyemezlerdi. Neyse ki zaman baskısı da yoktu. Her hafta sonu Hanna Deresi’nin kenarındaki kumlu sahada yaptıkları futbol maçları için taktikler geliştirebilirlerdi. Sahanın kumlu olması çamurlu olmasını engelliyordu. Ama sert zemin herkesin yaralanmasının bir tür güvencesiydi. Maçtan sonra tüm çocuklar yara bere içinde kalırlardı. Ama bunu hiçbiri dert etmezdi. Yaz kış, kar yağmur demeden plastik topla yapılan maçlar, sadece çocuk ve gençlerin değil, mahallenin de tek eğlencesiydi. Mahallenin sakinleri sahanın kenarına doluşur, büyük bir zevkle maçları izlerlerdi. Ancak her defasında futbol oynamanın ne kadar kötü bir şey olduğunu söylemekten de geri kalmazlardı. Böylece severek izledikleri bu çocuklara futbol topu alma yükümlülüğünden kurtuluyorlardı. Maçta iki takım arasında nasıl denge kurulması gerektiğini tartışmaktan 5 kilometreyi nasıl yürüdüklerinin farkına bile varamadılar. Birden kendilerini Arkeolojik Müzesinin önünde buldular. Köprübaşında alışılmışın dışında bir kalabalık vardı. İnsanlar davet edilmişçesine köprüde toplanmış, köprünün her iki yanını çevreleyen parmaklıklara yaslanarak Asi’yi seyrediyorlardı. Kalabalıkların üstünden Asi’yi görebilmek için Kerim Abdülcabbar olmak gerekiyordu. Faruk ve Fırat hem çocuk hem öğrenci olma avantajını kullanarak parmaklıkların arasından Asi’yi görebilecek bir noktaya erişmişlerdi. Gördükleri manzara onları büyülemişti. Asi çıldırmıştı. Sular bir metre daha yükselse köprünün üzerinden geçecek, belki de köprüyü yıkacaktı. Asi, Faruk’un samimi bir arkadaşıydı adeta. Babası, amcaları ve kuzenleriyle Asi’nin her noktasından balık tutmuştu. Köprüden döküldüğü Akdeniz’e kadar Asi’nin her köşesini ezbere biliyordu. Ama Asi’nin bu heybetine ilk kez tanık oluyordu. Amik ovasında canlı cansız ne varsa önüne katıp denize götürme görevini üstlenmişti sanki. Suyun üzerinde yüzen mevsim sebzeleri birbirleriyle Akdeniz’e varmak için yarışıyordu adeta. Fareden yılana, kediden köpeğe canlı cansız her türlü hayvanı suyun yüzeyinde görmek mümkündü. Mobilyalar, ev eşyaları ve kökünden sökülmüş ağaçlar kısa aralıklarla geçit törenini renklendiriyordu. Geçit törenine her yeni katılım seyircilerin ilgisini tazeliyordu. Kalabalık azalacağına gittikçe artıyordu. Sanki herkes işi gücü bırakmış Asi’nin hünerlerini izlemeye koyulmuştu. Martılara gün doğmuştu. Her halde Asi’de hiç bu kadar kolay ve bol seçenekli besin bulamamışlardı. Asi, martılara bir tür mükellef sofra sunuyordu. Onun hiddeti ve heybeti eğlenceye dönüşmüştü martılar için. Besleniyor, uçuşuyor, şakalaşıyor ve kendilerini azgın sulara bırakarak eğleniyorlardı. Özgüvenleri tüm seyircilerde hayranlık uyandırıyordu. Güneş batmak üzereydi. Denizden kopup gelen sert rüzgâr ağaçlara selam verdiriyordu. Ağaçlar yere kadar eğilip rüzgârdan af diliyor ama rüzgâr bir türlü bağışlamıyordu dik kafalıklarını. Asi ile rüzgâr ters yönde ilerliyorlardı. Bilek güreşi tutmuşlardı sanki. Yenişemeyeceklerini anladıklarından olsa gerek ikisi de yollarına devam ediyordu. Manzaranın büyüsünden ilk kurtulan Fırat’tı. Hemen Faruk’a seslendi: “Bak güneş batmak üzere. Hadi gidelim artık!” İki arkadaş son bir kez manzaraya baktılar. Birde ne görsünler? Suyun üzerinde rüzgârın etkisiyle yavaş yavaş ilerleyen bir futbol topu. İkisi aynı anda topu gördün mü? diye seslendiler birbirlerine. İkisi de hep bir ağızdan “evet” diye bağırdılar. İkisini heyecan sarmıştı. Hayallerindeki futbol topu suyun üzerinde dans ediyordu. Ters yönde esen rüzgâr topun hızlı gidişini engelliyordu. Az önce iliklerine kadar işleyen rüzgârdan -dile getirmeseler de- şikâyet edenler, şimdi ona minnettardı. Hayallerinin gözlerinin önünden çabucak geçip gitmesini engelliyordu çünkü. Hemen kalabalıktan kurtulup Asi’nin Şah Sineması tarafındaki kıyısından topa paralel koşmaya başladılar. Topu göz hapsinde tutuyorlardı. Bunu neden yaptıklarını onlar da bilmiyordu. Belki de hayallerinin bu kadar kısa sürede sona ermesine bir tepkiydi. Rüzgâr olmasa topun sudaki gidiş hızına erişmek olanaksızdı. Fakat rüzgâr sadece topun hızını yavaşlatmakla kalmıyor; çocukların da hızlı koşmasını engelliyordu. Köprübaşıyla yaya köprüsü arasında 600-700 metre vardı. Çocuklarla hayallerindeki futbol topu arasında amansız bir yarış başladı. Çocukların topla ilgili bir girişimde bulunmaları için yarışı kazanmaları yetmez; ona fark atmaları gerekiyordu. İkisi de var gücüyle koşuyorlardı. Her ikisi de iyi koşucuydu. İlkokulda okulu temsil etmek üzere atletizm takımına seçilmişlerdi. Ayrıca hafta sonu futbol maçlarından da antrenmanlıydılar. Rüzgârın hızına göre kimi zaman top; kimi zaman da onlar öne geçiyordu. Yaya köprüsüne yaklaştıklarında top hızlanmış aradaki mesafeyi açmıştı. Çocukların topa yetişme umutları gittikçe zayıflıyordu. Tam vazgeçmek üzereyken bir mucize gerçekleşti! Köprünün sütunları bir girdap oluşturmuş, rüzgârın da yardımıyla bir süreliğine topu tutmuştu. Umutları yeniden yeşerdi. Çocuklar hızlıca köprünün üzerinden Atatürk Parkı tarafına geçip topun önünden koşmaya başladılar. Topa bir hayli fark atmışlardı. Nasıl olsa top bir şekilde girdaptan kurtulup yoluna devam edecekti. Bekledikleri gibi de oldu. Top girdaptan kurtulup Akdeniz yolculuğuna devam etti. Ancak top girdap ve rüzgarın etkisiyle çocukların bulunduğu kıyıya değil, karşı kıyıya daha yakın tarafa kaydı. Artık top ve çocuklar farklı taraftaydılar. Hamle yapmak için düşünecek zamanları yoktu. En ufak bir gecikmenin telafisi olanaksızdı. Hayallerindeki futbol topu hızla uzaklaşıyordu. Faruk aniden üstünü çıkarıp Asi’nin Lübnan dağlarından biriktirdiği buz gibi sulara atladı. Soğuk su şok etkisi yaratmıştı. Nefes almakta o kadar zorlanmıştı ki; Fırat onun nefes alışını duyabiliyordu. Artık ikisi de nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarının farkındaydılar. Faruk donmamak için hızlıca ve sanki bilinçsizce kulaç atmaya başladı. Asi’nin dostluğuna güveniyordu. Ne kadar hırçın olursa olsun ona şefkatli davranacaktı. Boğulmaktan değil, donmaktan korkuyordu. Su bu kadar soğuk olmasa kendini Asi’nin sularına bırakıp metrelerce sonra karşı kıyıya çıkabilirdi. Birkaç saniye içinde kendini Asi’nin ortasında akıntının en şiddetli olduğu yerde bulmuştu. Asi’nin hiddetini ve şiddetini iliklerine kadar hissetti. Akıntının debisinden oluşan dalgalar arasında küçük bir nokta gibi görünüyordu. Fırat’ı bir korku sardı. Faruk karşı kıyıya çıkmayı başaramasa en yakın arkadaşını bir top yüzünden kaybedecekti. Ayrıca Faruk’un ailesine ne diyecekti? Faruk’un annesinin ilk çalacağı kapı Fıratların evinin kapısıydı. Yanıtsız sorular ve düşünceler karabasan gibi çökmüştü üzerine. Gün batımının serinliği bile terlemesine engel olamıyordu. Çaresiz ama umutla Faruk’un sert akıntıdan kurtulmasını bekliyordu. Faruk kulaç atmayı sürdürüyordu. Akıntının en yoğun olduğu yeri aşmış karşı kıyıya yaklaşmıştı. Fırat derin bir nefes aldı. Artık Faruk’un başaracağından emindi. Futbol topuna odaklanabilirdi artık. Hayalleri yeniden yeşerdi. Futbol topu 4-5 metre geriden geliyordu. Faruk’un birkaç kulaç atması topla buluşmasına yetecekti. Faruk gerekli kulaçları attı ve kısa bir süreliğine topla buluştu. Sonra büyük bir hayal kırıklığıyla topu bırakıp karşı kıyıya çıktı. Suyun üzerinde dans ederek gelen patlak bir plastik toptu! Normal koşullarda böyle bir topa sahip olmak için can atardı. Ancak harcanan çaba, alınan riskler ve atlatılan tehlikeler topun cazibesini öldürmüştü. Fırat karşı kıyıdan yırtınırcasına “neden topu almadın Faruk?” diye haykırıyordu. Faruk, “Bana giysilerimi getir, donuyorum, sana her şeyi anlatacağım.” diye seslendi. Faruk’un ne kadar zorlandığını gören Fırat itiraz etmeden, ellerinde kitap ve giysilerle ama merakla köprüye yöneldi. Bir an önce Faruk’a ulaşıp hesap sormak istiyordu. Rüzgâr, çıplak ve ıslak Faruk’u tir tir titretiyordu. Çalıların arasında hem çıplaklığını saklıyor hem de rüzgârdan korunmaya çalışıyordu. Yarım saat içerisinde yaşadıkları bir film gibi gözlerinin önünden geçip gitti. Asi’nin hiddetine ve şiddetine yeniden baktı. Nasıl bir çılgınlıktı yaptığı? Geriye doğru korkmaya başladı. Teşekkür edercesine ve minnetle Asi’ye gülümsedi. Islak vücudu rüzgârın etkisiyle kısa sürede kurumuştu. Karmaşık duygularından Fırat’ın “neden topu almadın?” sorusuyla uyandı. Fırat’ın elinden giysilerini kaptı. Bir yandan giyinip bir yandan da ona ayrıntıları anlattı. Sözsüzce yaşananları kimseye anlatmayacaklarına ilişkin sözleştiler. Kahkahalarla evlerinin yolunu tuttular. Matematik kitabı yine bir başka güne kalmıştı!

[1] Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
Edebiyat - 17 Şubat 2025 19:44

Umut

BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Edebiyat Yazıları
Buz Dağı

Edebiyat 19 Şubat 2025

Buz Dağı

Umut

Edebiyat 17 Şubat 2025

Umut

Goril ve İnsan

Edebiyat 16 Şubat 2025

Goril ve İnsan

Gücük Ayı

Edebiyat 13 Şubat 2025

Gücük Ayı

KADER

Edebiyat 09 Şubat 2025

KADER