Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

TÜRKİYE’ DE CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ

Zerrin KESKİN

Kategori: Sosyoloji - Tarih: 12 Şubat 2025 15:05 - Okunma sayısı: 124

TÜRKİYE’ DE CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ

TÜRKİYE’ DE CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ

Ben dedem Kronos (Zaman) ve babam Kaos' tan (Düzensizlik) doğan Gaia' yım. Benden sonra kardeşlerim Erebos (Yeraltı Karanlığı), Nyks (Gece Karanlığı) ve Sevgi (Eros) yaratıldı. Eros karanlığın efendileri Erebos ile Nyks arasında sevgi tohumları ekti. Onların soyundan Aither (Göksel/Tanrısal Işık) ile Hemera (Dünyevi Işık-Gündüz) doğdu. Ve ben Uranüs (Gökyüzü), Quera (Dağ) ve Pontos' u (Deniz) tek başıma doğurdum. Eros' un (Sevgi) etkisiyle Uranüs ile birlikte Tanrılarımı yaratıp evrenin egemenliğini onlara sundum. Tüm tanrılar, tanrıçalar ve kahramanlar benim soyumdan gelir. Ben dünyanın vücut bulmuş haliyim. Milyonlarca yıldır her formda var oldum. Var olmaya da devam edeceğim. Tüm medeniyetler, beni farklı isimlerle tanımladı. Saygı ve korku ile bana tapındı. Çağlar boyunca Kronos' un (Zaman) zorlu sınamalarından geçsem de insan oğullarım / insan kızlarımın hafızasında ve kalbinde yaşamayı başardım. Ete kemiğe bürünmüş halim ve en bilindik formumla bana Kadın diyebilirsiniz.

Merhaba sizler gibi ben de Gaia' nın Kızları' ndan biriyim. İsmim Zerrin. Sizlere ilk selamımı mitolojinin büyülü dünyasından vermek istedim. Mitler, bizim kolektif bilincimizin sözlü tarihi olduğuna göre günümüz ve antik dönemler arasında yapacağımız yolculukta, onların kadim bilgisinden ve sembolizmden yararlanmanın, bizlere farklı bir perspektif sunacağı düşüncesindeyim. Tabi ki felsefe, sosyoloji ve psikoloji de eşlik edecek bu yolculuğumuza.

İnsanlığın ilk ortaya çıkışıyla birlikte, bolluğun bereketin simgesi olan biz kadınlar değerimizi nerede ve nasıl yitirmeye başladık? Geçmişten günümüze kadar verdiğimiz varoluş mücadelesinde ne kadar başarılı olduk?

Bu soruların net cevabının bende de sizde de olmadığını biliyorum. Amacım ve çabam, olayları birlikte irdelemek varsa çözüm yollarını keşfetmek, umutsuzluğa düşen kardeşlerime özdeğerini ve özsaygısını tekrar anımsatmak.

İlk olarak tarihsel süreçte başımıza neler geldiğinin bir derlemesini yapmanın, dünden bugüne yaşananlarla daha sağlıklı bağlantılar kurmamıza yardımcı olacağı düşüncesindeyim. O zaman başlayalım.

Antik dönemde kadın, doğurganlığı ve üretkenliği nedeniyle kutsal kabul edilen bir varlıktı. Arkeolojik kalıntılarda, bu değeri ve önemi doğrular nitelikte. Çatalhöyük vb. kazılarda bulunan ana tanrıça figürleri, Venüs, Kybele ve daha birçok kültüre ait tanrıça heykelleri, tapınak kalıntıları bu durumun fiziksel tanıklarıdır. Kadının misyonu, anneliğin yanı sıra insan toplulukları arasında düzen sağlayıcılıktı. Avcılıkta elde edilen besin kaynaklarının sınırlılığı taşıyıcılık, toplayıcılık görevini etkin bir biçimde sağlayan kadının önemini arttırmaktaydı. İnsanların yerleşik hayata geçip tarımla uğraşmaya başlamasıyla kadının toplumdaki rolü değişime uğradı. Tarımın gelişimiyle artan üretim, biriktirme ihtiyacını doğurdu. Bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan toprak mülkiyeti kavramı erkek egemenliğinin baskın olmasına yol açmıştır.

Sümer gibi bazı medeniyetlerde belli haklara sahip olan kadınlar, Hammurabi Kanunları ile sınırlandırılmıştır. Bu kanunlara göre erkekler miras bırakabilirken, kadınlar çoğunlukla babalarının ya da eşlerinin bir malı gibi görülmeye başlamıştır.

Antik Mısır’ da durum Hatşepsut gibi kadın firavunların varlığıyla biraz daha iç açıcı olsa da dünya genelindeki anaerkil düzen zamanla yerini ataerkil düzene bırakmak zorunda kalmıştır.

Antik Yunan' da da kadınların yurttaş bile sayılmadığı, eğitim hakkının olmadığı ve toplumsal rolünün aile içine itildiği tarihsel kaynaklarda belirtilmektedir.

Sparta gibi bazı şehirlerde ise kadınlar daha özgürdü. Fiziksel güç gerektiren işlerde, savaş sırasında şehir yönetiminde yer alabiliyorlardı.

Antik Roma’da ise mülk sahibi kadınlar, ticari ve kamusal alanda söz sahibi olmasına rağmen siyasi alanda bir etkileri yoktu ve erkek vesayeti altındaydılar.

Orta Çağ’da ortaya çıkan din ve kilise baskısı, kadını itaat etmesi zorunlu varlık haline getirmiş, görevini eş ve anne olarak sınırlandırmıştır. Erkeklerin egemen olduğu alanlarda kendilerine yer açmaya çalışan güçlü kadınlar ise cadılıkla suçlanarak yakılmışlardır.

Aydınlanma Çağı, birey haklarını savunan fikirlerin ortaya çıktığı bir dönem olduğundan, J.J.Rousseau gibi düşünürler, kadınların eğitilmesini savunsa da bu eğitimin amacı, onların “iyi eşler ve anneler" olmasını sağlamaktan öteye gitmemiştir.

Fransız Devrimi ile birlikte kadınlar haklarını daha etkin bir biçimde aramaya başladı. Olympe de Gouges, Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi' ni yayımladı. Bildiri maalesef fazla ciddiye alınmadığından sonu cadı ilan edilen diğer hemcinsleriyle aynı oldu.

Sanayi Devrimiyle birlikte kadınları, iş hayatında görmek mümkün olsa da bu durum özgürleşmeleri anlamına gelmiyordu. Düşük ücretler, kötü çalışma koşulları, uzun mesai saatleri yaşanılan işkencenin türünü değiştirmiş kadın yine toplumda layık olduğu değeri bulamamıştı. Her etkinin bir tepkisi olabileceği gibi yükü hem iş hem ev ortamında bir kat daha artmış kadınların, sesini duyurma vakti gelmişti. Nihayet 1857’ de New York’ta tekstil işçisi kadınların yaptığı grev, kadın işçilerin hak mücadelesinin başlangıcı olarak kabul edilmiş, böylece kadınlar bu dönemde çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve oy hakkını talep etmeye başlamışlardı.

Bu kırılım, 20. Yüzyılda Kadın Hakları Mücadelesi' nin büyümesine yol açmıştır. 20. Yüzyılın en büyük toplumsal değişimlerinden biri olarak kabul edilen Seçme Seçilme talebiyle ortaya çıkan Süfrajet hareketi, geniş yankı uyandırmış, İngiltere’de kadınlara önce kısmi (1918), sonra tam oy hakkı (1928) tanınmasına yol açmıştır.

Ülkemize baktığımızda, Sevgili Atam Mustafa Kemal Atatürk, Türk Kadınına 1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile önce belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma, ihtiyar meclislerine seçilme hakkı ve 5 Aralık 1934' te Anayasa ve Seçim Kanunu'nda yapılan yasa değişikliği ile milletvekili seçme ve seçilme haklarını hediye etmiştir. Bu durum Dünya Kadınlarına göre o dönemde ne kadar şanslı olduğumuzun bir göstergesidir.

2. Dünya Savaşı sırasında, ölüm ve askerlik gibi durumlarla erkek popülasyonundaki azalış, kadınları zorunlu olarak çalışma hayatına yönlendirmiştir. Ancak savaş sonrası erkekler işlerine dönerken kadınların da evlerine dönmesi beklendiğinden, bu haksız beklentiye cevap 1960’lar ve 1970’ ler de yükselen ikinci dalga feminizm hareketiyle gelmiştir. Simone de Beauvoir’un İkinci Cins kitabı, kadınların nasıl toplum tarafından belirli rollere itildiğini gözler önüne seren, etkisi zamana yayılarak artan yazılı kaynaklardandır.

Günümüz kadın hareketlerinde ise sosyal medya ve dijital platformların varlığı yaratılan etkinin küresel ölçekte olmasını sağlamıştır.#MeToo gibi dijital tepkiler, cinsel taciz ve eşitsizlik konularında büyük farkındalık yaratmıştır. Peki, yeterli midir?

Adı, milleti, yaşadığı çağ ne olursa olsun yaşanılanların/ dayatılanların şiddeti değişiklik gösterse de tarihsel olarak kadının sosyolojik konumu, günümüzde de pek farklı değil maalesef. Maruz kalınan davranışların uygulanış biçimleri daha profesyonel ve manipülatif sadece. Arada gündem doldurmak adına sunulan hediye paketleri ne kadar süslü olursa olsun, içinden çıkanın değeri ortada. “Hak verilmez alınır" söylemlerinin sıkça dile getirildiği bir coğrafyanın evladı olarak çözüm üretmenin, veryansından daha etkili olduğunun bilincindeyim. Hepimizin az ya da çok yapabileceği bir şeyler mutlaka var.

Asıl soru şu: Ben bana düşenin ne kadarını yapmaktayım, mevcut şartları nasıl daha iyi hale getirebiliriz?

İletişim: ZerrinKeskinTCE@hotmail.com

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Sosyoloji Yazıları