Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Selim İleri'nin Düşündürdükleri 1 Tanzimattan 12 Eylül'e Aydınlanmanın Öğretmenleri

Nazım Mutlu

Kategori: Eğitim Bilimleri - Tarih: 15 Ocak 2025 10:26 - Okunma sayısı: 42

Selim İleri'nin Düşündürdükleri 1 Tanzimattan 12 Eylül'e Aydınlanmanın Öğretmenleri

8 Ocak 2024 günü yaşamını yitiren 1949 doğumlu Selim İleri, kimi kez romanlar, kimi kez yazın alanına ilişkin geliştirdiği tezler, kimi kez de yazdığı gazeteler nedeniyle aydınlar arasında tartışmalar yaratan bir yazardı. Günümüz koşullarında ileri sayılmayacak bir yaşta ölen İleri, öykü, şiir, deneme, eleştiri, anı gibi değişik türlerdeki yapıtlarından çok romanlarıyla yazın dünyamızda tutundu, sağlığında orada önemli bir yer edindi. Çoğu kez yazarların, şairlerin geleceğe ne ölçüde kalacaklarının garantisi yoktur. Selim İleri için de geçerlidir bu, ama ben yine de zamanın eleğinden geçerken yitip gidecek onlarca yapıtının arasından hiç değilse üç dört romanıyla yaşayacağı kanısındayım. O da az sayılmaz.

Hakkında söylenenlerin çoğuna göre kırılgan, kalabalıklarda bile yalnız, kendi acılarının yanında başkalarının acılarını da içselleştirmiş, hüzünle bütünleşmiş kişiliğiyle İleri, sağlığında olduğu gibi ölümünün hemen ardından da aydınlar arasında yine daha çok “aydın” tavrı (entelektüel değil, aydın) konusunda küçük çaplı bir tartışma yarattı. “Ölenin ardından konuşmanın” makbul sayılmadığı bir kültürel iklimde yaşasak da kavramlar, tutumlar, davranışlar bakımından zihinlerin işlemesine, belki her zaman olmasa da kimi zaman bakışların netleşmesine yarayacak bu tür tartışmaların zararı yok, yararı vardır. Zamanlaması tartışmalı olsa da.

İleri’nin gerek sağlığında gerekse ölümünden sonra türlü tartışmalarla gündeme gelişini bir sonraki yazıya bırakıp önce özgeçmişinde yer alan önemli bir ayrıntıdan yola çıkarak dar anlamda yazınsal, geniş anlamda toplumsal dokuyu oluşturan bütün yaşamsal kavramlara ilişkin bir fotoğraf çekmeye çalışacağım.

İLERİ’NİN ÖĞRETMENLERİ

Özgeçmişinde İstanbul doğumlu, ilkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’ne yatılı olarak verildiği bilgisi yer alan İleri, ilk yılın sonunda Fransızca kompozisyondan sınıfta kalınca yıl kaybı olmasın diye buradan ayrılıp Bakırköy Lisesi’ne geçer. Ancak burada çok kalmaz, Atatürk Erkek Lisesi’ne geçer. Henüz başındayken hareketli başlayan lise öğrenciliği burada durulur, rayına oturur. Çünkü bu okulun öğretmenlerinden olan Rauf Mutluay ona yazın sevgisi aşılarken Fransızca öğretmeni Vedat Günyol da onu öykü yazmaya yönlendirir. Fransızca öğretmeninin başında olduğu dönemin önde gelen yazın dergisi Yeni Ufuklar’da ilk yazısı yayımlandığında İleri’nin yaşı henüz 17’dir. İlk öykü kitabı Cumartesi Yalnızlığı yayımlandığında da 19 yaşındadır. 26 yaşındayken yayımlanan Dostlukların Son Günü ile 1976’da Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alır. (Bu ilk yazdıklarından, İleri’nin hemen bütün öykü ve romanlarında başından sonuna dek nasıl izleklerle yol alacağını kestirmek güç olmasa gerek.)

İşte tam burada durup kişinin, kişilerin, toplumun, toplumların yaşamının irili ufaklı ne gibi dokunuşlarla ileriye, olumluya doğru evrildiğini, gelişme yolunda biçimlendiğini; böyle olmadığındaysa hangi olumsuz, yıkıcı sonuçlarla karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu düşünebiliriz. Bu, ülke yaşamında her açıdan ciddi, önemli bir sorun. Çünkü –belki en son söylenebilecek saptamayı başta yapalım- ortalama elli yıl var ki, ilkokuldan üniversite sonlarına dek öğrencilerimizin ayakları okula coşkuyla, sevinçle gitmiyor; zorla, istemeye istemeye gidiyor!

İleri’ye okulu, dersleri, okumayı, yazmayı, yaşamı vb. sevdiren “öğretmen” sorunumuz, daha doğrusu “öğretmen”i önemsemeyen, hafife alan bir sistem sorunumuz var, çok zamandır. Değilse Mutluay’ı, Günyol’u aratmayacak binlerce, sorunun süresini düşünürsek yüzbinlerce “öğretmen”in okullarımızı şenlendirmesi, böylece çocuklarımızla gençlerimizin ilgi ve yeteneklerine göre ışıklar yayması sıradan bir eğitsel akışa dönüşürdü. (Bu öngörüden de yıllardır eğitim kurumlarımızın tepesine çökertilen ağır, bunaltıcı havanın salt iyi, nitelikli öğretmen yetersizliğinden kaynaklandığı sonucu çıkmamalı elbette.)

İleri’nin öğretmenleri Mutluay ve Günyol örneklerini ülkemiz özelinde bir tarihsel sürece bağlı olarak genişletecek olursak…

TANZİMATÇILARDAN BEŞ HECECİLER’E DOĞRU

Yuvarlak hesapla 19. yüzyılın ikinci yarısından yirminci yüzyılın ikinci yarısına dek (1880’lerden 1980’lere), yani ortalama yüz yıl, eğitimimizin ve toplumsal yaşamımızın bütününde bir “öğretmen” eli, öğretmen ağırlığı vardır. Çoğu yazınsal ya da düşünsel geçmişimizin değişik duraklarında öne çıkmış, dönemine damgasını vurmuş öncü, yol açıcı “öğretmen”ler görürüz. Öğretmen-yazar-şair-eleştirmen-ressam-aydın… kimliğiyle düşünsel yaşamımızın biçimlenmesinde payı olan bu adlar dizisiyle beliren fotoğrafa bakıldığında ulus bilincinden dile, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde somutlaşan çöküşten kurtuluşa, saltanattan cumhuriyete, sanatın türlü dallarına, hurafeden bilime, aydınlanmaya giden yolun kendiliğinden oluşmadığı ortaya çıkar. Tümünün öğretmenlikleriyle yazdıklarını, yaşam biçimleriyle çevrelerine etkilerini tartışma dışında tutarak bilinen ilk örnekten, yeni Türk edebiyatımızın kurucularından Recaizade Mahmut Ekrem’le başlatabiliriz yapının köşe taşlarını. Mekteb-i Mülkiye ile Galatasaray Sultanisi’nin (Mekteb-i Sultani) edebiyat öğretmeni Ekrem, hem biçimi hem içeriğiyle çağdaş şiirimizin, gerçekçi romanın ilk örneklerini verir. Galatasaray’da öğrencisi Tevfik Fikret’e dokunup onunla hem şiirimizin bir üst aşamaya taşınmasında hem Fikret’teki bilimsel aydınlanma kıvılcımının alt katmanlarında Ekrem vardır. Onunla zaman zaman şiir konusunda sert tartışmalara giren Muallim Naci de rüştiye, Galatasaray Sultanisi, Mekteb-i Hukuk gibi okulların öğretmenidir.

Fikret’le birlikte -kısa olsa da- yazın alanımızda çağdaşlaşmaya doğru kalıcı etkileri olan geniş kadrolu Servet-i Fünun (1896-1901) topluluğunun önde gelen adlarından H. Ziya Uşaklıgil’le H. Cahit Yalçın’ın en canlı dönemlerinde öğretmenlik yaptıkları görülür. Uşaklıgil İzmir, Yalçın İstanbul rüştiyeleri (ortaokul) ve idadilerinde (lise). (Eski deyimle kimler onların “rahle-yi tedrisinden” geçmişlerdir, araştırılabilir.) Onların hemen ardından yine yazın tarihimizde kısa süreliğine yanıp sönen Fecr-i Âti topluluğunun en tanınmış adı Ahmet Hâşim, yalnız Merdiven, Piyale, Göl Saatleri gibi az ama etkili şiirlerin şairi değildir, İzmir Sultanisi’nde 14 yıl Fransızca öğretmenliği yapmıştır.

1911’de başlayan Osmanlı aydınlarının ulusal uyanışında öncü rolü olan Ziya Gökalp, 1915-1919 arasında dönemin üniversitesi Dârülfünun’da sosyoloji öğretmenidir. Aynı yıllarda yıldızları parlayan “Beş Hececiler”den (F. Nafiz Çamlıbel, Y. Ziya Ortaç, H. Fahri Ozansoy, O. Seyfi Orhon, E. Behiç Koryürek) Koryürek’in dışında tümünün yolu öğretmenlikten geçmiştir. Onlardan H. Fahri Ozansoy, kırk yılını bu mesleğe vermiştir. (Kim bilir kimler gelip geçmiştir onun da “rahle-yi tedrisinden”. Bakmaya değer.)

CUMHURİYET BEREKETİ!

Cumhuriyet dönemine geldik yavaş yavaş. Özellikle “devrimci” damarın güçlü olduğu ilk çeyrekte yine yazın dünyamızın daha da çok “deve dişi gibi” öncü öğretmenleriyle karşılaşırız bu dönemde. İstanbul Üniversitesi’nde tarihten edebiyata dek birçok dersin “hoca”sı, geleneksel şiir birikimimizi Türkçenin geniş olanaklarıyla yenileyen Yahya Kemal Beyatlı bunlardan biridir. 1930’larda Ankara, Erzurum, Antalya ve Konya’daki (ki ünlü Beş Şehir’inin malzemelerini o yıllarda devşirmiştir) liselerden sonra 1946’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi profesörlüğüne atanan Huzur’un, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün yazarı A. Hamdi Tanpınar, Beyatlı’nın öğrencilerindendir. Kurtuluş Savaşı yıllarının “Halide Onbaşı”sı Halide Edip Adıvar’sa Cumhuriyet’ten önce liselerde başlayan öğretmenliğini Beyrut, Lübnan ve Şam’da sürdürdüğü eğitim müfettişliğinden ve Mustafa Kemal’i “daha iyi anladığı” 1940’lardan sonra İstanbul Üniversitesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörüdür. (Unutmadan, Kurtuluş Savaşı’na katılmak için arkadaşı Vâlâ Nurettin’le (Vâ-Nû) İstanbul’dan bir vapurla kaçıp 1921 başlarında İnebolu’ya, oradan da savaşa katılmak için yola çıkan İnebolulu gençlerle dokuz gün yol yürüyerek Ankara’ya ulaşan Nâzım Hikmet de dayısı Ali Fuat Cebesoy’un -o da aynı zamanda Oktay Rifat’ın kuzeni, Nâzım’ı 17 Haziran 1951’de İstanbul’dan tekneyle oldukça tehlikeli bir yolculukla Bulgaristan’a kaçıran Refik Erduran’ın kayınbiraderidir- yönlendirmesiyle öğretmenlik yapmaları için Bolu’ya giderler. İki arkadaş, çok kısa bir süre öğretmenlik yaptıkları Bolu’da tanıdıkları sosyalist Ağır Ceza Reisi Ziya Hilmi Bey’in yönlendirmesiyle Sovyetler Birliği’ne kaçarlar.)

İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında ülkede gemi azıya alan faşizmin estirdiği terörün kurbanlarından olan Sabahattin Âli’nin de asıl mesleği öğretmenliktir. Öyküleri ve ölümsüz romanları Kuyucaklı Yusuf’la Kürk Mantolu Madonna’nın yazarı, Yozgat, Aydın, Konya ve Ankara’da öğretmenlik yapar. (Ali, artan baskılar nedeniyle 1945’te öğretmenliği bıraksa da –tıpkı günümüzde “torbacı” denen uyuşturucu çetelerine işletilen siyasal cinayetler gibi- 1948’de bir kiralık katile öldürtülür.) Ona hem yazıları hem yargı yoluyla saldıran dönemin Hitler hayranı yazarlarından Nihal Atsız da öğretmendir.

Cumhuriyet dönemi romanımızda Çalıkuşu ve Yeşil Gece gibi başkişileri ülkücü (idealist) öğretmen olan sevilen yazarlarımızdan eğitim müfettişi Reşat Nuri Güntekin’in (İleri’nin en sevdiği yazarlardandır); Azerbaycan’da öğretmenlik yapan, İstanbul’da ticaret lisesi müdürlüğünde bulunan, Atatürk devrimlerine içten inanmış yazarlarımızdan Şevket Süreyya Aydemir’in; Sivas’ta öğretmenken Âşık Veysel’i tanıyıp onun gün yüzüne çıkmasını sağlayan Ahmet Kutsi Tecer’in; özellikle Kurtuluş Savaşımızı öyküleyen sekiz ciltlik Kutsal İsyan ile yedi ciltlik Kutsal Barış romanlarının yazarı H. İzzettin Dinamo’nun yolu da (iki yıl) bu meslekten geçmiştir.

ENSTİTÜLÜLER VE ARKASI

1940-1954 arasındaki devrimci eğitim kurumlarımız Köy Enstitülerinden yetişen ve kısa sürede “köy yazını” damarının oluşumuna öncülük eden Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Adnan Binyazar, Emin Özdemir, Osman Bolulu gibi 20. yüzyılın ikinci yarısında etkili olan kalem ustalarının tümü öğretmendir. Onlardan kimilerinin öğretmeni olmuş Vedat Günyol’la Sabahattin Eyüboğlu’nun, Eyüboğlu’nun kardeşi şair-ressam Bedri Rahmi’nin, eleştirmen Rauf Mutluay’ın, şairlerimizden Behçet Necatigil, O. Şaik Gökyay’la Cahit Külebi’nin 1940’larla 70’ler arasında öğretmenlik yaptıkları görülür. Son sınıftayken ortaokuldan ayrılan Yaşar Kemal’in de Kadirli’de bir ara vekil öğretmenlik yaptığı yer alır kaynaklarda. Hemen hemen aynı yıllar içinde siyasal cezalarla ödüllendirilen “Sınıf” şairi, Sarı Yazma’nın, Hababam Sınıfı’nın “mimli” yazarı Rıfat Ilgaz’la masal derlemecisi-yazarı, şair Oğuz Tansel’i de öğretmenler zincirine ekleyelim. Yine aynı yıllarda çok üretken şair-deneme yazarımız Salâh Birsel’in, İkinci Yeni şairlerinden İlhan Berk’in, romanları ve senaryolarıyla kendi döneminde gündem yaratan Vedat Türkali’nin yolları da öğretmenlikten geçmiştir.

Buraya dek saydıklarımızın yanında –belki arada atlananlarla birlikte- yazın-düşün alanımızda oldukları halde adları ikinci, üçüncü derecede olup ancak o dünyanın daha çok içine girenler dışında kimsece bilinmeyen, tanınmayanlar da vardır. 1970’ler-80’lere böyle gelindi. Tam bu yıllar içinde anılmaya değer Metin Altıok, Gülten Dayıoğlu, Öner Yağcı, Ahmet Telli gibi öğretmen yazar-şairlerle başta sözünü ettiğimiz ortalama yüz yıllık bir akışın sonuna gelindiği görülür. Çünkü ülke politikalarının belirlenmesinde 1945’lerden sonra başlayan güçler dengesi değişikliği tam anlamıyla gerçekleşmiştir artık. 1971’deki 12 Mart Muhtırası’yla 12 Eylül 1980’deki darbe, ülkenin ana damarlarına kan taşıyan akışı kökünden kesmiştir. Elbette hiç yok demeyelim ama konu daha iyi anlaşılsın diye açık dille soralım: 1980’den günümüze dek geçen 45 yıllık öğretmen bileşimimizde yazın-düşün alanımıza damgasını vurmuş bir tek Tevfik Fikret, Halide Edip, Tanpınar, Reşat Nuri, Sabahattin Ali, Behçet Necatigil, Fakir Baykurt… görebiliyor muyuz?

SONUÇ

Görüldüğü gibi yüz yıl içinde (1880-1980) sayısı 50’yi bulan kalburüstü öğretmen yazın-düşün öncüsüne (ama o kalabalığın içinde Halide Edip dışında ikinci bir kadın öğretmen yazar/şairin olmaması da ayrıca düşündürücüdür) karşın yaklaşık yarım yüz yıldır aynı düzeyde bir tek örneğe rastlanmaması hepimize çok şey anlatıyor olmalı. Yineleyelim, sorunun nedenini salt bu eksikliğe bağlamamak gerek elbette ama bu eksikliğin de eğitimimizi doğrudan; ekonomimizi, siyasal kültürümüzü, demokrasimizi, yazınsal-düşünsel gelişimimizi vb. dolaylı yoldan olumsuz yönde etkilediğini görelim. Geçmiş yıllarda sayıca ancak binlerle, çok çok on binlerle ölçülebilen öğretmen topluluğunun içinden ülke ölçülerine göre 50 kişilik bir yazar-şair listesinin oluşması, ama yüzbinlerle, günümüzde milyonlarla ölçülen öğretmen topluluğu içinden yarım yüzyıldır adını kalın harflerle yazabileceğimiz bir tek kişinin olmaması…

İşte bugünkü Türkiye trajedisinin somut göstergelerinden biri, bence…

İleri’nin yaşamöyküsündeki bir ayrıntı bu gerçeği düşündürdü bana. İleri özelinde yazar-aydın kimliğine ilişkin düşüncelerim gelecek yazıya kaldı.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
Edebiyat - 12 Ocak 2025 17:56

Taş

BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Eğitim Bilimleri Yazıları