Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Kitap Hayttır

Ali Fuat Karaöz

Kategori: Edebiyat - Tarih: 07 Ocak 2025 18:52 - Okunma sayısı: 121

Kitap Hayttır

Salonda oturmuş sohbet ediyorduk oradan buradan. Emel, karım ve ben. Emel bize sıkça gelir, uzun boyu, tatlı dili ile hoş sohbet biridir. Günlük sorunlar, iş, güç derken insan bazen bunalır ya, işte o zamanlardan biriydi. Laf lafı açmış, şu bu derken bir sürü konuya girmiştik. Onca yıl sonra dönüp dolaşıp farklı hayatlar üzerinden aynı noktaya gelmek nasıl bir duygudur? Kısır döngü müydü, yoksa yazgı mı? Hayat; nereden nereye getiriyor insanı. Yıllar öncesinde böyle bir şeyi hayal bile edemezdim. İçimi tarifsiz bir sıkıntı kapladı, sanki boğazım sıkılıyordu, nefes alamıyordum, yutkundum. Sessizlik oldu. Karıma dönüp gözlerinin içine gözlerimi dayadım.

“Bu tavır benim sinirlerimi bozmaya başladı,” dedim.

Kuşkuyla gözlerini ayırdı, ne biçim dayadı gözlerini. Bu gözler, bu bakış...

“Neden? Başka nasıl yapabiliriz?”

“Bilmiyorum, ama bu şekilde olmuyor, farkındasın değil mi? Gizli gizli okuyor, bazen olmadık yerlerden sakladığı kitapları çıkıyor. Bu nasıl bir duygu bilir misin? Ahir ömrümde bugünleri de mi görecektim.”

“Abartma, biliyorsun ki tüm dünyası kitaplar oldu. Ne hayaller kuruyor, bir bilsen? Kitaplarla yatıp romanlarla kalkıyor, derslerini aksatmaya başladı.”

Kaşlarım çatıldı gayri ihtiyari bir şekilde.

“Zaten o dersler, bu eğitim sistemi yok mu?”

“Tamam, bunu çok konuştuk, başka alternatif mi var, yoksa kıyıda, kenarda kalacak!”

Emel başını salladı.

“Evet, bu durumda yapacak bir şey yok!”

Gözlerimi ayırıp gözlüğün üzerinden baktım.

“Zaten bu modelin insanları eğitmek diye bir derdi yok ki; asıl amacı öğrencinin dersten başını kaldırtmamak, abuk sabuk şeylerle onu boğmak. Öyle bir hale getiriyorlar ki, öğrenci başka şey düşünemiyor, önce çocukların kişiliğini parçalıyor, daha sonra istedikleri gibi yoğuruyorlar, hepsi bir yarış atı gibi. Aksi hali olsaydı ortalıkta dolaşan onca insan bu kadar ahmakça işler yapar mıydı? Sadece önlerine konan üç seçenekten birisini seçmeye koşullandırılıyorlar test adı altında. Bu bombardıman hayat boyunca her konuda devam ediyor. Tabi, bu sarsıntı ileride katlamalı olarak geri dönüyor. İnsanlar hiçbir şeye katkı koyamıyor, kendileri olamıyorlar, sadece önüne konanı seçmekle yetiniyorlar. Eskidendi, hem de çok eskiden; soru sorup yanıt aramak, sorgulamak, şiir, kompozisyon yazmak, yazdırmak. Artık adı bile anılmaz oldu bilimsel, özgür düşüncenin.”

Karım yanaklarını şişirip dudaklarını büzdüğü an Emel’e göz kırptı.

“Bu düşüncelerinden dolayı ömrünü tükettin, yıllarca en doğal haklarımı alacağım diye mahkemelerde süründün de ne oldu? Asıl işin öğretmenlikten başka yapmadığın iş kalmamış cunta günlerinde. Hala rüyanda kâbuslar görürsün. Eline ne geçti? Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Ömrünü versen bile hala ‘adam’ olamadın, inatla konuşmak sorun çözmüyor!”

Yüzüm ekşidi.

“Öyle mi dersin canım! Bu söylediklerine sen kendin gerçekten inanıyor musun? Son zamanlarda sanki başka biri oldun!”

“Ne yapılabilir ki? ‘Ya dışındasın çemberin ya da içinde’ diye ne güzel demiş şair. Başka çare mi var?” diyen Emel karıma baktı.

“İyide, ne olursa olsun, bu kızın gizli gizli kitap okumaya çalışması benim canımı sıkıyor, eski yaralarım depreşiyor. Bir zamanlar babama kızardım, neden izin vermiyor diye. En sıradan romanları okumak için bile ne uğraşlar verirdim. Elbette sadece babamın tavrı değil, kitabına göre polis, bir de ötekiler.”

Karım üst perdeden bana baktı.

“Bu bitmek bilmez takıntılarını ne zamandır atamadın; yıllar, yıllar oldu!”

“Takıntı değil, travma demek daha doğru olur. Bu memlekette kitapların başına gelenler, en azından yazarların başına gelenler kadar korkunç! Kim ne derse desin, yakın tarih bir yanıyla bunun da tarihi. Polisin, silahların yanına kitapları da koyduğu haberler bir zamanlar herkesçe kanıksanmıştı doğal bir şeymiş gibi. Zaten bazı yazarların başına gelenleri saymaya gerek yok. Ama en azından bir okur olarak babanın evinde sen rahattın, ne de olsa her kitap sahibine göre işleme konuluyordu, kimisinde suç unsuru iken, aynı kitap başka yerde sadece bir kitap oluyordu, yani keyfe keder...”

Karım dikeldi.

“Ne demezsin? Babamın evinde rahattım demek!”

“Size o anımı anlatmış mıydım?”

“Hangisini?”

“Hani on yedi yaşımda okulu birbirine katmıştım. Yurtta başlayıp okulda devam etmişti. O zamanlar zaten bir kıvılcım beklenirdi ya, benimkisi bahane olmuştu, çokta matah bir şey değildi yani!”

“Nasıl olmuştu?”

“Evet, bende merak ettim,” diyen Emel bana döndü, ilgiyle bakıyordu.

Söze başlamadan önce masa üzerindeki sürahiden bir bardak su doldurup içtim, geçtim koltuğa oturdum. Sırtımı arkaya dayarken ayak ayak üzerine attım, burun ucuna düşmüş gözlüğümü işaret parmağımla iterek yerine yerleştirdim, yelkenleri indirmiştim. Karım ve Emel gözlerini ayırmış bana bakıyorlardı. Kıstığım gözlerimi pencereden uzaklara daldırdım, sanki eski zamanları gözler gibi. Tüm benliğimle otuz küsur yıl öncesine gitmiştim.

“Tarihi karıştırıyor olabilirim ama…”

“Tamam” diye yanıt verdi karım.

“Olsun,” dedi Emel.

Hüzünle anlatmaya başladım:

O akşam canım çok sıkılıyordu. Neden derseniz; sattığı kitaplardan dolayı üzerine benzin dökerek hunharca birisini yakmışlardı, diri diri, kitaplarıyla birlikte, meydanda. Biraz da bunun etkisiyle yurdun ikinci katındaki odamda etüt bittikten sonra Gorki’nin Ana adlı kitabını okumaya başlamıştım. Odamız altı kişilikti ve sakinlerinin çoğu okul yöneticilerinin yakınlarıydı. Hani bilirsin Işık ağabeyi. Yani biraz torpilli denilen öğrencilerdik. Torpil dedimse, yine diğer öğrenciler gibi aynı parayı veriyoruz, ama bir yanı ile daha sıkı takip ediliyoruz. O zamanlar yurt ortamı sakin sayılırdı ya da en azından aşırı sert değildi; öğrencilerin çoğu tek taraftan olduğu için böyleydi, çünkü o zamana kadar karşı koyan pek olmamıştı. Ama o bölgede, yurt etrafında kendileri gibi olmadığını belli eden hemen herkese terör estirirlerdi. O akşam oda sakinlerinden birisi büyük bir hışımla kükredi, üzerime yürürken bağırdı.

“Bu kitabı bu saatte burada okuyamazsın, ışığı söndür, uykum geldi.”

“Ben bu kitabı okurum, gücün yetiyorsa engelle,” dedim, nefretle gözlerinin içine bakarken.

Araya giren, bizi sakinleştirmeye çalışan diğerlerine rağmen karşılıklı epeyce atıştık, benimle başa çıkamadı ve homurdanarak nöbetçi öğretmene şikâyete gitti. Diğer oda arkadaşlarımın, özellikle tekstilci Ergin’in uyarısından kısa süre sonra ikisi birden odaya girdi, kızgın bir şekilde beni göstererek,

“İşte bu,” dedi, “hocam işte bu, yasak kitap okuyor.”

Hocanın kendinden oluşuna, yaptığının doğal bir hak olduğuna inanarak çok mutlu olmuştu, ama benin kararlı ve saygıda kusur etmediğimi gören hoca,

“İsteyen istediğini okur, ne var bunda,” diyerek bizi baş başa bıraktı, belli ki bulaşmak istemedi.

Emel hafiften başını kaldırdı.

“Tabi, ne de olsa akraban da öğretmendi, onlar arkadaş mıydı?”

“Hayır, değildi, bizimkisi karşı taraftandı.”

“Sonra ne oldu?” dedi karım.

“O zamanlar sakin, kendi halinde demokrat geçinirdim. Sol siyasetlerden arkadaşlarımın çoğu ‘demokrat işte’ diyerek dudak büker, sosyal demokratım diyenler ÇBS, yani çizgisi belirsiz sosyalist, birtakım ülkücülerse Leninci geçiniyor diyerek pekte ciddiye almazlardı. O gün istemeden de olsa, geri dönülmez yola işte böyle girdim. Oda arkadaşlarımın çoğu ‘otur oturduğun yerde, ne var bunda, arkadaş kitap okuyor’ demelerine rağmen düştüğü durumu hazmedemedi, her şeye karışan, çok bilen şikâyetçi vatandaş. Hocanın gitmesine içerlendi. Bir süre sonra hışımla ‘sen şimdi görürsün’ diye homurdanarak odadan çıktı, üst katlardaki arkadaşlarına gitti. O an Ergin ‘sakın aşırı tepki gösterme, başına yeteri kadar belayı sardın zaten’ dediğinde sessizce onun yüzüne baktım.”

Karım güldü.

“Tabi korkmaya başladın!”

“Eh, tabii ki! Korkmadım desem yalan olur!”

Emel:

“Ergin nasıl birisiydi?”

“Ergin iyi biriydi. Onu çok severdim. Hep denge adamı, yok, öyle orta yolcu değil. Biraz fazla temkinli, sakin, hayat dolu birisiydi. İskenderunlu. Orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. Annesi ile ablası ziyaretine gelmişti de çok sevimli insanlardı; öyle kavga etmesini bilmeyen, cana yakın, munis insanlar. Bizimkinin ağzından ne olur, küfre benzer kötü bir söz çıksın. İlk bakışta hani süt çocuğu derler ya, işte onlardan.”

“Yani tam senin gibi,” diyen karım güldü.

“Bunun derdi nedir, esas belanın ne olduğunu o görecek, dediğimde gözümün içine baktı arkadaşım. Gözler yalan söylemez demişler, ne hisseti bilmem ki? ‘Ya diğerleri ile birlikte odaya baskın yapar,

hepimizi sıradan geçirirlerse, zaten şurada kaç kişiyiz’ diyerek yan odadaki arkadaşlara haber vermeye gitti. Keskin çıkış yapmanın zamanı değildi. Ama hep susunca da nasıl nefes almamıza bile karar vermeye kalkışırlardı, ‘bir şey yapmalı’ diye homurdandım. Oda sakinlerinden ikisi ortadan kayboldu, yan odadan başkaları geldi. Az sonra kapıyı hınçla tekmeleyerek sürü halinde hepsi birden odaya doluştu, başlarında Sinan vardı. O bizim oralıydı, üstelik bizim mahalleden. Hem de bir muhbir gibi ne yapsam, anında babama yetiştirirdi. Hırlaşma, küfürle gelen azgın güruha karşı müdahaleye hazır bekleyen arkadaşlarımın yanında, ranzanın ikinci katında sırtımı duvara vererek karşı koymaya çalıştım. Neyse ki, babamın sevgili muhbiri ileri gitmedi, ortamı yatıştırmaya çalıştı. Küfür, hakaret, sille, tokat hamleleri arasında diğerlerini frenledi. Öne geçip ‘durun arkadaşlar, bu yeter ona’ derken kollarını havaya kaldırdı. ‘Siz kimsiniz, size ne benim okuduğum kitaplardan, istediğimi okurum’ diye bağırdım, ama yanıtı daha sert oldu. Küfürler ederken tokat ve yumrukları indirmeye devam ettiler. Kitap okumak ne kelime, rahat bir uyku bile uyuyamadım o akşam. Ergin, ‘inatçı keçi, birde ne biçim diklendin’ diyerek fırça ile karışık dalga geçti ve tekrar gelebilirler diye uzun süre kapıyı gözledi.”

“Sonra ne oldu?” diyen karım Emel’e göz kırptı. “Rahat durmazsan olacağı bu işte!” diye devam ederken gözlerinde muziplik vardı.

“Gören, duyan da o dönemin koşullarına göre olan biteni matah bir şey sanacak!” derken gülüyordum.

Karım,

“Sonra ne oldu?” diye tekrarladı.

“Bu iş burada bitmez, görecekler Hanya’yı, Konya’yı diye hayıflanırken acı bir fren sesinden sonra büyük bir gürültü koptu. Hepimiz birden pencereye yöneldiğimizde son günlerde sıkça rastladığımız toprak yığını içine dalan kamyonlardan sonuncusunu gördük. Ergin ‘ne zamandır bir uyarı tabelası bile koymadılar, madem bu yolu yapıyorlar, neden önlem almazlar’ diye söylendi, öncekilerde olduğu gibi, öfkeyle. Bir diğeri ‘yazık ya, şu kamyonun haline bak! Tabi, uzak diyarlardan gelen yorgun şoförlerin nereden aklına gelir, yolun ortasındaki toprak yığını. Son anda fark etse de Meydan mahallesine dönen yola sapamadan dalıyor içine’ diye homurdandı. ‘Bir türlü bitmedi şu yol inşaatı’ derken yatağıma yöneldim. Herkes yatağa girdiği zaman odaya derin bir sessizlik çöktü.”

“Bu kadar mı?” diyen karım kaşlarını çattı. “Bunun için mi ne zamandır ettiğin laflar.”

“Hayır, asıl ondan sonra başladı. Ertesi gün okuldaki arkadaşlara akşam başıma gelenleri anlattığım zaman beklendiği gibi büyük bir curcuna koptu. Özellikle sınıf arkadaşlarım çileden çıkmış, sinirden deliye dönmüşlerdi. Okul ortamı yurda göre daha sertti. O senenin ikinci dönem başından beri özellikle hemen her cuma öğlen vakti bir kavga çıkıyordu, son zamanlarda çoğu öğrenci iyiden iyiye grupla gidip gelir olmuştu. Hâlbuki birinci dönem şehrin en sakin okullarından biriydi. O gün bizimkiler diğer kavgalardan farklı olarak marş söylemediler, çağrı yapmadan ve meydan okumadan doğrudan saldırdılar. Başka zamanlarda kimileri meydanın ortasına geçip kaşlarını çatar, bellerini büküp elleriyle yeri işaret ederdi, o halde kollarını ileri geri sallarken, “Bu meydanda cengimiz var / Er olan meydana gelsin / …” diye marş söylerlerdi. Kavga etmesini pek beceremem bilirsin, kenarda kaldım. Akşam çok konuşan, bu işi başlatan oda arkadaşım, bazen daha sabah ilk derste esnedikten sonra uykulu bir şekilde ‘akşam olsa da yatsak’ diyen akşamcı, diğer müdür yardımcısının yakını ortalıkta yoktu. Eli sopalı, kızgın müdür yardımcısı her zaman ki gibi kavganın ortasına elindeki uzun sopası ile dalarken bağırdı, ‘dağılın ulan pezevenkler’ diye. Her iki tarafta garip bir şekilde bu hocaya kavganın ortasında bile saygı gösterirdi. Dayak yiyen, yediği ile kaldıktan sonra doğal olarak kavganın günlük sebebi araştırıldı, taraflardan birinin ben, diğerinin de yurdun ileri gelenlerinden, ama kavga sonrası her nasılsa kaçamamış, o anda orada olan herhangi biri söylendi, bizimkinin odasına çağrıldık.”

“Tabi, koruyucu meleğin değil mi?” diye araya giren karım gözlerini kıstı.

“Ne koruyucu meleği, sen onu okulda gör, sanki başka birisi olurdu. Çocukluğumda bana hep dede diye seslenirdi ama okulda başkaydı.”

Emel sehpa üzerindeki bardaktan bir yudum su içti, ağzını çalkalarken devam ettim.

“O zaman kederden gebermiş, nasılda hayıflanmıştım: Ah çocukluğumun Işık abisi, ben senin deden değil mi idim? Herhangi bir öğrenciye yaptıklarının aynısını bana da yapan sen, ne kadar da yabancısın. Yanımda yürüyen, kendini bir şey sanan, benim okuduğum kitaplara bile karar vermeye kalkışan şu faşist müsveddesi ile beni nasıl aynı kefeye koyarsın!”

“Gerçekten mi?” diyen Emel gülüyordu.

“Toyluk işte, ilk gençlik! Politik tarafı bir yana, akraba diye ayrım yapmayıp diğer öğrencilerle eşit mesafe koymakla doğrusunu yapmış! Zaten o yeni kuşak köy enstitüsü mezunuydu, ilk kuşağa benzemese de o okulların kaliteli olduğunu bilirsiniz; belirtmeye gerek yok, onları UNESCO’nun yirminci yüzyılda dünyanın en iyi okullarından saydığını herkes bilir. Bu arada bizim eğitim sisteminin

nereden nereye geldiğini artık siz düşünün. Onlar ki, dünya klasiklerini Türkçeye çeviren kuşaktı. Biz şimdi bizim çocuk az mı okusun, çok mu okusun diye neleri konuşmak zorunda kalıyor, yol yordam arıyoruz.”

“Köy enstitülerinin reklâma ihtiyacı yok!” diyen karım göz kırptı. “Ama o dönemde matbaa yakıldığını, Rıfat Ilgaz gibi bir ustanın tırnaklarının söküldüğünü unutmamak lazım! Bu da işin öbür yüzü!”

“Evet, ikisi de doğru,” dedim.

“Konu dağılıyor,” diyen Emel karıma baktı. “Daldan dala atlamayın!”

“O zamanlar,” derken Emel’e döndüm, “hoca farklı davransa herhalde kızgın ortamda inisiyatifi elde tutamazdı. O çok değişik birisiydi. Bir defasında seçimlerden önce kolumdan tutmuş ‘hadi mitinge gidelim’ diyerek pekte söz hakkı bırakmadan mitinge götürmüştü. 1977 yılıydı. Okul dışında, çoğunlukla okulda olduğu gibi resmi, herhangi bir öğrenciye davrandığı şeklin aksine, eskisi gibi, bu okula başlamadan önceki zamanlarda olduğu gibi ağabeyim olurdu. Karnımızı doyurduktan sonra hafta sonunun öğle saatlerine doğru hınca hınç dolu olan ve hala insanların aktığı alana girdik. Meydanın otel tarafında büyük bir kürsü duruyordu, parti bayrakları ile süslü seçim otobüsünün üzeri kalabalıktı. Bir süre sonra o geldi, kürsüye çıktı. Tıpkı televizyonda göründüğü gibiydi, mavi gömleği vardı, mikrofonla meydandakileri selamladıktan sonra beyaz güvercinleri ‘ak günlere’ sloganları arasında masmavi gökyüzüne uçurduğu zaman meydanda alkış tutan, slogan atan insanların coşkusu sanki bir sele dönüştü, yer gök inliyordu. Toprak işleyenin, su kullanın diyordu, Köy-Kentlerden bahsediyor, özgürlük vaat ediyordu. ’Halkçı başkan, Umudumuz başkan’ sloganları arasında konuştukça tıka basa dolu meydandaki insanların ateşi daha da yükseliyordu, dağlara taşlara adı yazılan ‘ak günlerin’ sevilen adamı konuştukça coşturuyor, coşturdukça konuşuyordu. En çok bir olaya şaşırdım ki, o zamana kadar öyle bir şeyi hiç düşünmemiştim. Üniversiteli oldukları her hallerinden belli olan gençlerin oluşturduğu küçük bir grup o hengâmenin arasında herkesten farklı olarak ‘Halklara Özgürlük!’ diye slogan atmaya başladı. Kürsüdeki adam önceleri duymazdan geldi. Israrcı grup kürsüye iyice yaklaştı, sayıları daha da artmış, sesleri daha gür çıkmaya başlamıştı. Konuşmasına devam eden kürsüdeki adam sonunda dayanamadı, susun artık diye bağırdı. Ancak onlar bildikleri gibi devam edince ‘artık yeter’ derken öfkeden kudurdu, alandaki birçok insanla birlikte. İşte o an epeydir fırsat kollayan resmi ve sivil giyimli polisler, alandaki kiminin şaşkın, kiminin nefret ya da acıma dolu bakışlarına aldırmadan karga tulumba sürükleyerek bu insanları meydandan uzaklaştırdı. Biraz önce güvercinler uçurup özgürlük vaat eden kürsüdeki saygın demokrat, bu insanlara neden bu kadar haşin ve acımasızdı ki. O halleri ile o insanları meydanlarda ilk defa öyle gördüm.”

“Neden sesin titremeye başladı,” diyen Emel, karıma bakarken kaş göz işareti yaptı.

“Bir şey mi oldu?” diyen karım bana bakıyordu.

“Yok, eski günleri yâd edince efkârlandım, laf nereden nereye geldi, daha eskilere aklım takıldı, çocukluğuma, hayal gibi hatıralara.”

“Ne gibi?”

“O zamanlar ağabeyimin arkadaşları vardı. Bu tür durumlarda onlar aklıma gelir, altmış sekizliler, belki de bilinçaltım… Hani bir yanıyla çiçek çocukları çağı diye anılır ya, işte o zamanlar. Eskiden omuzlarına, bazıları beline kadar saç uzatırdı, birbirine karışan saçları, sakallarıyla iri yarı tiplerdi, ya da bana mı öyle görünürlerdi. Babam, her gördüğünde hepsine birden ayrımsız ‘Döv-Geç, Dev-Genç’ diye alay ve öfkeyle karışık çıkıştığı zaman ‘iri yarı, dev gibi’ olduklarından herhalde böyle konuşuyor diye düşünürdüm. Gülme, çocukluk işte. Onlarda yani, hemen her zaman hep göz kırpıp muzipçe gülümserlerdi. Bazen bizim minibüsü ağabeyim sürer, grup halinde denize giderdik. Yüzme bilmediğimden beni de omuzlarına alıp derinlere götürür, deniz ortasında deve güreşi yaptırırlardı. Top oynar, çeşitli konularda tartışır, güreşir, bazen birbirini vurmaya çalışıp ilk vurulanı sanki dinsel bir ayindeki kurbanlık gibi ellerinden ayaklarından tutar, iri iri alabalıkların olduğu denize dökülen tatlı suya atarak şakalaşırlardı.”

“Çok eski zamanlar,” diyen karım beni süzdü.

“Sahi, o zamanlar tüp gaz daha yeni yaygınlaşıyordu. Çarşıda, erimesini yavaşlatmak için dışı talaşla kaplanmış buz kütüklerini testere ile keser, kilo ile satarlardı kuşluk vakti. Denizin kıyısındaki çadırları gaz yağlı lambalar aydınlatırdı. Bazıları çardaklarda kalırdı. Hani Akdeniz’in sıcak yaz günlerinde, balmumu sürülmüş uzun sicimlerle yuvasından çıkarıp öldürmeye çalıştığımız akreplerin arasındaki, zirai mücadele diyerek dağların, ovaların henüz zehirlenmediği zamanlarda bostan tarlalarının ortasına kurulan çardaklar. Bazen dayımın kurduğu çadırda biz de kalır, akşamüzeri deniz kabuğu toplardık. Ne güzel zamanlardı; kapı ve pencereler umarsızca sonuna kadar açık bırakılıp dost ziyaretlerine gidilirdi. Altıncı filonun Dolmabahçe açıklarına geldiği, Apollo serisi uzay araçlarının aya seferler düzenlediği,

Vietnamlı güzel çocukların napalm bombalarıyla yakıldığı zamanlar. Uzak geçmişimin sevimli, dost yüzlü, paylaşımcı o sıcak insanları nerelere gittiler? En yakın bildiğin insanlar bile neden para hesabı yapar, çıkarsız bir şey yapılmaz oldu.”

“Daldan dala atladın yine! Kitaptan başladın iyiden iyiye nostalji yapmaya başladın!” diyen karım Emel’e döndü.

“Ne içersin?”

“Sağ ol, bir şey almasam!”

“Haydi, bir çay daha içelim,” derken kalktı.

Bardakları doldurup geri geldi.

“Tamam, şimdi devam et,” dedi, “o kavganın sonu nasıl bitti?”

“Nerede kalmıştım?”

Emel,

“Kavga bitmiş, birisiyle müdür yardımcısının odasına çağrılmıştın,” dedi, gülüyordu.

Çaydan bir yudum çektim.

“Evet, ben hülyalara dalmışken ‘anlat bakalım, derdin ne’ diyen sert sesi ile irkildim, kavgadan sonra çağrıldığımız müdür yardımcısının odasında. Acaba, ne ceza verecekti? Ya okuldan uzaklaştırma alırsam? Ben almasam bile yanımdaki alırsa okul dışında, yurtta ya da köşede bucakta başıma neler gelir? Sonuçta örgütsüz, kendi halinde birisiyim, tüm bu olanların bedeli ne olur? Bugün olduğu gibi arkadaşlarım ne kadar koruyabilirler diye düşünüyorum. Akşam yurtta bana yapılanları, huzursuz, tedirgin olduğumu söyledikten sonra yanımdaki kendine göre olayı anlattı. Birden ne oldu, nasıl olduysa hoca sinirden deliye döndü, bağırmaya başladı, dişlerini sıkıyordu: ‘Siz kimsiniz, necisiniz, kendinizi ne sanıyorsunuz, herkes istediği kitabı okur, size ne!’ Ona bağırdığı kadar olmasa da, ‘Bilirim, hep senin başının altından çıkıyor,’ derken inen sopadan ben de nasibimi aldım. Oh, ne güzel diye sevindim. Bu kadarla bu iş şimdilik burada bitmiş, sonuç olarak akşam olanların acısını fena halde çıkarmıştım, dostlarımın eline sağlık! Hoca bizi bir güzel dövdükten sonra bıraktı. O günden sonra bizimkiler psikolojik üstünlüğü daha da ele aldılar haklı konumda olmanın rahatlığıyla.”

“Ne günler,” diyen Emel karıma baktı.

Emel ile göz göze gelen karım,

“Sadece bir kitap okumak için bu kadar uğraşmak ne acı,” dedi. “Tabi, orada kitap sadece bir kitap değil, bu olayın siyasi boyutu da var. Bugünden bakıp o koşulları göz önüne almadan değerlendirince yanlış sonuçlara ulaşılabilir. Ne yani senin takıntıların yüzünden bu kız hayal dünyasında mı yaşayacak!”

Gözlerimi karımın gözlerine dayadım.

“Hayal dünyasında yaşamak! Bu söz biraz ağır olmadı mı, ah benim sevgili karım. Türü önemli değil, insanlar ne için kitap okumalı? Ya da niçin kitap okunur? Diğer şeylerin yanında imgelemi de geliştirmek için değil mi? Her şey hayalle başlamaz mı? Hayal etmek güzeldir ve her şeyin başıdır.”

“Hayır, sözümü çarpıtma! Tavrımı çok iyi biliyorsun, yapma böyle! Ne çok okuduğumu bilmem anımsatmama gerek var mı?”

“Hayır, yok, öyleyse bu konuyu neden bu kadar sorun haline getirdik.”

Hep gülen kara gözleri sevecenlikle bakıyordu.

“Tamamen yasakladım diyen mi var! Böyle bir tavır düşünülebilir mi? Kitap hayattır, hayatın rengidir, en aykırısı bile olsa, bir kitap yasaklanırsa insanın içinden bir şeyler kopar, her şey ne kadar ruhsuz bir hal alır, böyle bir şeyi düşünmek bile istemem.”

Emel başını kaldırdı.

“Söz nerden nereye geldi.”

“Evet,” dedim, “nereden nereye geldi.”

“Eh yani, dersleri aksatmasın derken neleri konuşuyoruz.”

Yeniden ders sözü geçince kan beynime sıçradı. Cunta uzantısı sistemin derdini çok iyi biliyordum.

Karım devam etti:

“Tabi, öğrenci derslerini aksatmamalı! Evet, sistemin öğrenciyi eğitmek gibi bir derdi yok! Belki bu söz abartılı oldu, şöyle daha doğru olur: Her sistem kendi istediği insan tipini yetiştirir. Zaten bu kural eğitim psikolojisinin temel sorunsalıdır değil mi! Bu işler böyle diye biz yelkenleri mi indireceğiz. Bu kadar dogmatik, ezberci, eleştirel aklın adını bile anmayan, bilim felsefesinden, özgür düşünceden habersiz, sadece güce tapmayı, paranın peşinden koşmayı kutsayan, eğitimin tüm aşamalarını sadece meslek edinme düzeyine indirgeyen, bireyi hayata hazırlamayan, iç dünyasını geliştirmeyi dert etmek bir yana bu konuda özellikle engel koyan bu sisteme teslim mi olacağız! Kız kenarda kalmasın, sistemin merkezine yolculuk yapsın diye bunları terk mi edeceğiz! Sanki merkezde ne var; doğru bir şey olsa

bari!”

Emel kaşlarını çatmış onu süzüyordu.

“Nasıl böyle düşünürsün, tek başına ne yapabilirsin?”

“Çok şey,” dedi karım, “sistemin merkezinde hayata dair bir şey yok!”

“Evet,” dedim, “sistemin merkezinde bir şey yok! Şimdi, örneğin öğretmen olmak için bilmem kaç yıl okul okunuyor, abuk sabuk bir sürü gereksiz sınav, dershane ile sürüyor bu süreç. Bunlar yetmiyor, meslek sınavından geçiliyor, ne oluyor sonunda, en iyisinden bilmem kaç para kazanan bir memur. Sonuç bu mu olmalı yani? Ya da bir fabrikada bir mühendisin durumu öğretmenden çok farklı mı?”

Güldüm.

Emel ayağa kalkar gibi yaptığı sırada karıma baktı, göz süzerken o da gülmeye başladı.

Karım başını kaldırdı, işaret parmağını gözümün içine sokarcasına uzatırken kara gözlerinde inanmadığı halde yapmaya mecbur kalanların ifadesi vardı, içinde ne fırtınalar kopuyordu acaba?

“Bu kadar uzun söze gerek yok!”

Başımı sallarken göz kırptım, içim içimi yiyordu. Ben ki, vakti zamanında kitap okumak için neleri göze almış, doğru bildiğim değerleri, ilkeleri savunmak için ömrümü vermiştim.

“Evet, doğru söylüyorsun, uzun söze gerek yok. Tüm bunlardan sonra kızın gizli gizli kitap okumaya çalışması çok can sıkıcı! Olacak şey mi? Gizliden gizliye kitap okumaya çalışmak, gerekçesi ne olursa olsun! Bu yaşımda bunu da mı görecektim!”

Karım kaşlarını çattı, aklından neler geçiyordu? Benim bildiğim bu güzel insan tavrından asla ödün vermezdi, tıpkı benim gibi.

“Orada dur biraz! O kadar uzun boylu değil, makul ol! Henüz kendi kararını verecek yaşta değil, bazı arkadaşlarının ki gibi mi olsun notları. Çok sonra başımızı taşlara vurmayalım!”

“Evet, yani,” diyen Emel bana döndü, “makul ol!”

Güldüm, kinayeli bir şekilde,

“Tamam,” dedim, “tamam, bu yaptığım akıntıya karşı kürek çekmek, bundan böyle, bu yaştan sonra cazibesine kapılıp sistemin merkezine seyahat edeceğim!”

İkisi birden hınzırca güldü.

Ve sonunda sustuk, ortada tuhaf bir dinginlik vardı. Herkes iç sesini mi dinliyordu, gözlerimizin önünden elindeki kalemi gözümüzün içine sokarcasına uzatırken bu toplum neden az okuyor diyerek televizyonda söylev veren pek saygın yetkililer mi geçiyordu.

Hayır, öyle birileri geçmiyordu, biz bizi biliyor, çok iyi tanıyorduk.

Başımı kaldırıp pencereden dışarı baktığım an uzak karlı dağlara gözüm kaydı, çok eski zamanlarda kalan bir şeyleri arar gibi. İlk gençliğimin çok okuyan, sınıfta öğretmenleri ile tartışan öğrencileri, sert öğrenci kavgalarının ortasında bile iki tarafa da ısrarla kendini saydıran güzel öğretmenleri nerelere gittiler? Onlar ki, sürekli şu öğüdü verirlerdi:

“Genç arkadaşlarım, önce güzel, herkese faydalı, bilgili insan olun, nasıl olsa okulu bitirir, bir iş sahibi olursunuz! Hayatınıza anlam katın!”

Şubat 2009 / Ekim 2010

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
Edebiyat - 08 Ocak 2025 22:34

Ayna

BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Edebiyat Yazıları
Ayna

Edebiyat 08 Ocak 2025

Ayna

Kitap Üzerine

Edebiyat 08 Ocak 2025

Kitap Üzerine

Öykü: PAVYON

Edebiyat 07 Ocak 2025

Öykü: PAVYON

Patika Yollar

Edebiyat 06 Ocak 2025

Patika Yollar

65 Metrede

Edebiyat 02 Ocak 2025

65 Metrede

Rota

Edebiyat 01 Ocak 2025

Rota

AKUT 2

Edebiyat 30 Aralık 2024

AKUT 2

Öykü: KEFAL

Edebiyat 27 Aralık 2024

Öykü: KEFAL

Umutsuz Çığlıklar

Edebiyat 26 Aralık 2024

Umutsuz Çığlıklar