Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Zenginlik İnancı

Prof. Dr. İsmet Emre

Kategori: Sosyal Bilimler - Tarih: 05 Ocak 2025 19:46 - Okunma sayısı: 45

Zenginlik İnancı

İnsan doğası doğal yasalara tabi olduğu için her çağın değerler oluşumunu ihtiyaçlar belirler. Bu, aynı zamanda doğanın farklı yerlerde farklı etkiler sergilemesine yönelik olarak da böyledir. İbn-i Haldun’un yerinde tespitiyle “coğrafya kaderdir” sözünün anlamı biraz da buraya atıfta bulunur. İnsan yaşamının toplam değeri ve nihai aşaması olarak kader, varılan yerden geriye doğru bakmak anlamına geldiğine göre, o geriye bakışta mutluluk veya mutsuzluğun tanımını yapan da bu ikisi arasındaki ilişkidir. Bilinç ile dünya arasındaki ilişkide bilincin dünyayı kavrama biçimi, ona atfettiği değer ve onunla kurduğu denge bir taraftan kaderi biçimlendirirken öteki taraftan onun içine yerleşmiş olan varoluşun acı ile sevinç arasında salınan mutluluk ve mutsuzluk ölçüsünün de mutlak mihenk taşına dönüşür. Çünkü gerçekten de her durumda coğrafya ile fıtrat arasındaki ilişki eyleyişin başlangıç noktasını oluşturur ve eyleyişin kurumsal hali değerleri, o değerler de toplumsal yaşayışın gramerini üretir. Buradan çıkarılacak sonuç nettir: İnsan için mutluluğun başlangıç noktası anlamak, değer biçmek, biçilmiş değere göre konumlanmak ve oradan sağlıklı bir formülasyon çıkarmaktır. Elbette bu formülasyonda anlamak kadar anlaşılmak, anlaşılmak kadar uyum göstermek de oldukça kıymetlidir.

İnsanın doğası ile evrenin –eşyanın- doğası hiçbir zaman değişmedi, değişmeyecek. Her ikisinin de kendi organizasyonlarına çakılı içgüdüleri var. Burada değişim, sadece yüzeyde temsile dair bazı parıltılar ve pörsümeler, bazı genişlemeler ve büzüşmelerdedir. Dolayısıyla kendi haline bırakıldığında doğa da insan da özde hep aynı kalmaya, biçimde ise değişmeye yönelik bir içgüdüye sahiptir. Biçimin özü çürütmek gibi bir işlevi bulunsa da özün gücü her türden yozlaşmadan ve çürümeden yeni yeşertiler üretme potansiyelini sürekli taşır. Zaten bunca savrulmaya, çığırından çıkmaya, yozlaşmanın doruk noktalarına rağmen insanın ve insanlığın başlangıç noktasından buraya kadar varmış olması bunu göstermektedir. Eğer biçimsel çürümeye özün meydan okumaları olmasa, insan türünün buraya varması mümkün değildi.

Meseleyi biçim-öz karşıtlığından tarihsel bir zemine çektiğimizde de aynı gramerin söz konusu olduğunu görürüz: İnsan aklı da insan duyarlılığı da özde hep aynı yerde durmaktadır: Tıpkı dünyanın büyük patlamadan günümüze kadar -ufak tefek nicelik değişimleri bir tarafa bırakılırsa- aynı kalması, göğün aynı gök, güneşin aynı güneş, toprağın aynı toprak olması gibi… Bununla birlikte insandaki akıl hem kendine hem de doğaya yönelik tasarruflar geliştirerek tarihe yön vermiştir. Buradaki temel amaç, birinci dereceden kendini ve türünü korumak olsa da beşeriyet o korumaya bir de insan fıtratından kaynaklı bazı incelikleri ekleyerek ruh ve bilinci ayrıntılaştırma çabası güder. İnsanlık tarihi sadece savaşların tarihi olmadığına, ona bir de medeniyetler, kültürler, sanatlar eklendiğine göre insan aklının değişmeyenin içine bir de değişebilir hassas dokular yerleştirdiği rahatlıkla söylenebilir. Öyle ya da böyle, insanlığın tarihi insanın tarihi gibi ne yaparsa yapsın hep olduğundan daha güzel bir dünya ile olduğundan daha güzel bir iç dünya kurmanın potansiyel imkanları ile olduğundan daha çirkin bir dünya ile olduğundan daha karanlık bir iç dünya kurmanın potansiyel tehlikeleri arasında gidip gelmiştir. Zaten geriye doğru bakarken kurduğumuz “karanlık çağlar” ile “aydınlık çağlar” metaforu bu iki uç arasındaki salınımı göstermektedir. Çünkü gerçekten de çağların kaderi aynı zamanda içgüdülerin, iç dünyaların kaderidir. Ve bu kaderlerin her ikisini birbirinden ayıran keskin çizgi derimizin altında kımıldayıp duranın iyiliğin, adaletin, hoşgörünün, kadir kıymet bilişin mi yoksa kötülüğün, adaletsizliğin, hor görünün ve kıymet bilmezliğin mi bir adım öne çıktığı, birincilerin mi yoksa ikincilerin mi muktedir olduğudur.

Küçük bir tarihsel yolculuk yaptığımızda dünya tarihinin aynı zamanda gücün ve duyguların tarihi olduğunu görürüz. İlk çağlarda insan doğası üzerinde doğanın baskısı dehşet verici düzeyde olduğu için insanın buna verdiği refleks de fizyolojiktir ve bedensel güç bundan dolayı hayatın merkezine oturur. İlkçağların aynı zamanda kahramanlık çağı olarak anılmasının sebebi budur. Fakat yerleşik hayata geçtikten sonra güç, toprağı işlemeye evrildi ve artık kahramanlık yerini toprağı işlemeye, yani “emeğe” bıraktı. Bu süreçte değerler hiyerarşisi çalışmaya göre ayarlandığından toprak sahibi eş zamanlı olarak iyilik ve erdemin de timsali olarak görülmeye başlandı. Sosyoloji, toprağı işleyenleri onların sahibi olmaktan men edip toprak ağalarına evrilince bu kez güç emekten sömürüye geçti ve hem duygular hem de değerler mekanizması bu kez “aristokrasi”ye göre biçimlendi. Güzellik anlayışından tutun da sanatın bütün dallarındaki tasarruflar, hatta inanç biçimleri bu kez yönünü aristokrasiye çevirdi. Ancak tarihin akışı burada durmadı ve Sanayi İnkılabı’nın ardından güç aristokrasiden tüccarlara, zengin iş adamlarına, fabrikatörlere, yani soy, kimlik ve kişiliği ne olursa olsun zenginliğin her türden alt kimliği geçersizleştirdiği yeni bir döneme evrildi. Bütün bir modernleşme süreci aynı zamanda gündelik yaşamın kodlarıyla birlikte karakter yapılanmasını değiştirdi, inanç ve ahlaki duruşların da içinde olduğu bir dizi değerler mekanizmasının “para”ya göre ayarlandığı, dolayısıyla zengin oluşun aynı zamanda bütün kötülükleri görünmezleştiren bir zırha büründüğü yeni dünya görüşlerine kapı araladı. Hala etkisinden kurtulamadığımız bu süreç; bireyleri daha baştan para kazanmaya adanmış yarış atı koşucuları olarak planlamakta, insanı insan yapan diğer bütün hassasiyetleri yok ederek “zengin olmayı” sadece para kazanmayla ilişkilendirmekte, zengin olma duygusunu ise başat hırsa dönüştürmektedir. En kutsal değerlerin bile pazarlanabildiği, alıcısının olduğu, alıcı bulabildiği bu vahşi kapitalizm dönemindeki neredeyse bütün meslekler buna göre ayarlanmış, insan doğasına hizmet etmesi gereken bilimin temel paradigamları bile buna göre biçimlendirilmiştir. Böylece insanlığın bilinci insan doğasını kurgularken başlangıçta nasıl doğayla bütünleşmeye, sonrasında nasıl Tek Tanrı inancından kaynaklı kendiyle yetinmeye, doğayla iyi geçinmeye ayarlanmışsa varılan süreçte de para ile arasını iyi tutmaya ayarlanmış olmaktadır. Artık bu noktadan sonra kimliği, kişiliği, aidiyeti ne olursa olsun toplumun damarlarına karışma adayı her bireyin üstesinden gelmekte olduğu birincil öğe maddi yoksulluktan maddi zenginliğe evrilme olacak, kimlik oluşumunun temel harcı da maddi zenginlikle karılacaktır. Para, hayatın merkezine yerleştirilmiş duygusal bir mıknatıs olarak –kahramanlık, emek, asalet, inanç benzeri- diğer bütün değerleri kendine çekerek inancın ölçüsü haleni gelecektir. Bütün bunların bizi getirdiği yer ufukta yeni bir inancın göründüğüdür ve o inancın adı zaten yazının başlığında, herkese hayırlı olsun…

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Sosyal Bilimler Yazıları