Mustafa Pala
Kategori: Sinema - Tarih: 29 Aralık 2024 01:08 - Okunma sayısı: 33
Sanatçılar dünyayı olduğu gibi kabul etmezler. Gerçeğin yeterli ve tatmin edici olmadığına inanırlar. Dolayısıyla yeni şeyler icat edip bunlarla hayatın olağan akışına müdahale ederler. Ama dünyaya kafa yormayan insanlar böyle şeylere ihtiyaç duymazlar. Onlar hallerinden memnundurlar… Saygın Vatandaş'ın Nobel ödüllü yazarı Daniel Mantovani böyle düşünmektedir, ya siz?
SİNEMA VE SANAT
Gaston Duprat (1969) ve Mariano Cohn (1975), Buenos Aires doğumlu, Arjantinli iki yönetmen, yapımcı ve senarist. Her ikisi de kariyerlerine televizyon yapımlarıyla başlamış, sonra ortak vizyonlarıyla sinemada yolları sık sık kesişmiş; birlikte birçok ödüllü projeye imza atmışlar. Filmlerinde genellikle toplumsal eleştiriye, kara mizaha ve insan doğasının karmaşıklığına odaklanmışlar. Vazgeçilmez temalarından biri de sanat ve sanatçının türlü görünümleri olmuş.
Örneğin sanatı, sanatçının yaratıcı süreci ve sanat dünyasındaki sosyal dinamikleri mizahi ve eleştirel bir bakış açısıyla ele aldıkları 2008 yapımı "El Artista" filmi. Hikâye, yaşlı bakımevinde yaşamını sürdüren, konuşmayan, fazla tepki vermeyen bir hastanın çizdiği resimleri, kendisininmiş gibi sanat galerilerine pazarlayan hasta bakıcıyı ve bu resimlerin sanat çevrelerinde ses getirmesini ele alıyor. Modern sanatın öngörülemezliklerle dolu dünyasında sanatçının yapıtıyla ilişkisi üzerinden sanat dünyasındaki telif, sahtecilik, özgünlük, ün ve başarıyı sorguluyor.
Yine birlikte yönettikleri ve 2021'de vizyona giren, yaşlı iş adamı Humberto Suárez'in, öldükten sonra da anımsanmak amacıyla yatırım yaptığı filmin çekim sürecinde sette yaşananlara odaklanan Resmi Yarışma (Official Competition). Güçlü oyunculuk performansları ve zekice yazılmış senaryosu ile dikkat çeken film, ünlü oyuncular Iván ile Félix'in aralarındaki rekabeti ve yönetmen Lola'nın deneysellikleri temelinde, sanatsal yaratıcılık içinde ortaya çıkan farklı yaklaşımların, kişisel egoların peşine düşüyor; sanat dünyasındaki hiyerarşileri, prestij arayışlarını, güç dinamiklerini absürt ve mizahi bir dille sergiliyor.
Hatta ikilinin "El Hombre de Al Lado"sunu (Yandaki Adam -Komşu-, 2009), doğrudan sanatçının iç ve sanatın dış dünyasına bakmasa bile bu çerçevede okuyabiliriz. Zira Yandaki Adam, ünlü mimar Le Corbusier tarafından tasarlanmış, Arjantin'in La Plata şehrindeki geleneksel mimari ile modern mimarinin birleşimi olan "Müze Ev" Casa Curutchet adlı ünlü yapıda çekilmiş, mekân olarak da olsa yine sanat ortamının içinde kalmıştır. Film, farklı sosyal sınıflardan gelen, biri endüstriyel tasarımcı ve seçkinci, diğeri sıradan işçi sınıfına ait yaşam ve yaklaşım tarzına sahip iki adamın arasındaki çatışmayı ele alarak sınıf farklarını ve bu farkların günlük hayattaki yansımalarını sorgular.
Bu yönetmenlerin tek çalıştıklarında da sanat etkinliğinin karmaşık doğasından ve sanatçı temasından uzaklaşamadıklarına tanık oluyoruz. Gastón Duprat'ın yönettiği 2018 yapımı "Başyapıtım" (Mi Obra Maestra), sanat galerisi sahibi Arturo Silva ile popüler ressam Renzo Nervi ilişkisine dayanarak sanat ve ticaret, dostluk ve bağlılık, yaratıcılık ve sıradanlık temalarının üstüne mizahi ve trajik dilin olanaklarını bir arada kullanarak gidiyor; sanat, dostluk ve insan doğasına alaycı bir ışık düşürüyor.
Belgesel bile çekseler konu ve tema olarak sanattan uzaklaşamayan yönetmenler, birlikte çektikleri Yaşayan Yıldızlar (Living Stars, 2014) belgeselinde de kameralarını evde, sokakta, iş yerinde... her yerde, tanınmış bir pop şarkısı eşliğinde dans eden, adları ve mesleklerinden başka tanıtıcı unvanları olmayan onlarca insana çeviriyorlar.
SAYGIN VATANDAŞ
Ancak ikilinin, sanat ve sanatçı merkezli ortak temalarına derinlemesine girdikleri filmi, yazının giriş bölümünün bu son paragrafına sakladım ki gelişme bölümüne geçiş kolay olsun. Zaman zaman sinematik bir dünya kurmak amacıyla önceki filmlerine göndermede bulunmaktan çekinmedikleri filmografilerinde en önemli yeri bu filmin, "Saygın Vatandaş"ın (El Ciudadano Ilustre, 2016) tuttuğunu söyleyebiliriz.
Senaryosunu, küçük kasabalarda yapılan sanat yarışmalarında jüri üyeliği ve sanat küratörlüğü deneyimlerine dayandırarak hikâyeyi biçimlendiren Andres Duprat'ın yazdığı Saygın Vatandaş, Arjantinli ünlü yazar Daniel Mantovani’nin Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandıktan sonra 40 yıldır yaşadığı Avrupa'dan doğduğu, çocukluk ve gençliğinin geçtiği kasabaya, Salas'a bir haftalık ziyaretini konu alır. Ünlü yazarın Salas'ı ziyareti hem kasaba halkı hem de Daniel için beklenmedik olaylara yol açar. Taşra hayatının ve modern toplumun çeşitli yönlerine dair görünür çelişkileri temelinde, asıl derin çelişkinin ve çatışmanın sanatçı yaratıcılığıyla toplumun standartları arasında yaşandığına tanık oluruz.
Arjantin'in küçük bir temsili olarak kurgulanan Salas, gerçekte Buenos Aires'in Navarro kasabasıdır, filmin çekimleri burada yapılır. Müziği Toni M. Mir'e, görüntü yönetimi Mariano Cohn'a, kurgusu Jerónimo Carranza'ya ait olan Saygın Vatandaş'ta hem teknik ekibin hem de başta Daniel Mantovani'de Oscar Martinez'in, Antonio'da Dady Brieva'nın, Irene'de Andrea Frigerio'nun ve Julia'da Belén Chavanne'nin… başarılı performanslarını anmak gerekir. Venedik’te (2016) Oscar Martinez En İyi Erkek Oyuncu, Haifa Uluslararası Film Festivali Uluslararası Yarışmada (2016) En İyi Film, Havana Film Festivali’nde (2016) En İyi Senaryo, Forqué Ödülleri’nde (2017) En İyi Latin Amerika Filmi, Goya, Ariel ve Platino Ödülleri’nde (2017) En İyi İbero Amerikan Filmi ve yine Platino’da (2017) En İyi Aktör Oscarı’nı Martinez, En İyi Senaryo’yu Andres Duprat alır.
Saygın Vatandaş’ın hikâyesine dönecek olursak, açılış sahnesinde, Nobel Edebiyat ödüllerinin verildiği salonun dışında Daniel Mantovani'yi oldukça sıkıntılı bir bekleyiş içinde kıvranırken görüyoruz. İçeriden Ödül Komitesi Başkanı’nın ödülün kendisine verilme gerekçesini açıklayan, yer yer müziğin bastırmasıyla işitemediğimiz sesi geliyor; son cümlesini söylerken Mantovani içeri alınıyor, kralın elinden ödülü kabul edip teşekkür konuşması için kürsüye yöneliyor:
"İspanyolca konuşacağım. Nobel Edebiyat Ödülü'nü almak beni iki farklı ruh haline büründürdü. Bir yandan gururum okşandı, gururlandım; ama diğer yandan şu tatsız duygu içimi kemiriyor: İnancıma göre, oy birliğiyle alınmış olan bu karar, bir sanatçının kariyerinde düşüşe geçtiğinin acı bir habercisidir! Bu ödülün de gösterdiği üzere benim eserlerim jürilerin, uzmanların, akademisyenlerin ve kralların zevklerine hitap ediyor. Açık biçimde ben sizin için en konforlu sanatçıyım. Bu konforun her sanat eserinde bulunması gereken ruhla pek bir ilgisi yok. Sanatçılar sorgulamalıdır, şaşırtmalıdır. Bu yüzden, sanatçı olarak ulaşabileceğim son noktaya gelmekten pişmanlık duyuyorum. Ama iki yüzlü bir şekilde beni kızdıran ve gururuma yediremediğim en inatçı duygu, yaratıcı maceramı sonlandırmama kara verdiğiniz için size teşekkür etmektir. Lütfen bunları söyleyerek sizi suçladığımı düşünmeyin, gerçek bu değil. Burada suçlanacak tek kişi var, o da benim! Çok teşekkür ederim."
NOBEL, ÖDÜL MÜ CEZA MI?
Bir teşekkür konuşmasından çok, bir memnuniyetsizliği itiraf etmeye benzeyen açık sözlü ve yüksek öz güvenli yazar Daniel Mantovani'nin bu sözleri, seyirciyi Nobel Edebiyat Ödülleri'nin, o çok tartışılan siyasi tercihlerle belirlendiği iddiaları üzerine değilse de genel olarak egemen kurumların ödüllendirme yoluyla sanatçıyı koruma, sanatını finanse etme işleviyle ödül mekanizmaları üzerine düşünmeye çağırıyor. İşte bu nedenle biz de filmin tam burasında, Nobel Edebiyat ödülleri bağlamında ödül-sanatçı ilişkisi üzerine düşünüyoruz:
Edebiyat tarihini, edebiyat tarihçilerinin yaptığı gibi yazınsal form-çevre/nitelik ilişkisi üzerinden okuyacak olursak, sanırım üç aşama saptamak uygun olacaktır: Edebiyatın sözlü formu yerel, yazılı formu ulusal ve artık günümüzde büyük ölçüde dönüşümünün tamamlandığını söyleyebileceğimiz dijital formu ise evrensel edebiyata uygun düşüyor. Bu son aşama bakımından Goethe'nin daha 19. yüzyılın ilk yarısında dile getirdiği "dünya edebiyatı" terimi bile geride kalmış görünüyor. Üçüncü aşamanın kendisini en görünür kıldığı yer, 1901'den beri her yıl Alfred Nobel'in "bir ideali en farklı şekilde ifade eden yazara" verilen Nobel Edebiyat Ödülleri oluyor. Ödüle layık bulunan yazar, İsveç Akademisi'nin üyeleri tarafından seçiliyor. Doğallıkla bu ödüller, Avrupa merkezli liberalizm idealinin edebiyat yoluyla “da” korunması ve sürdürülmesi anlamına geliyor.
Pulitzer, Hugo, Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü gibi küresel düzeyde başka ödül organizasyonları olsa da Nobel, edebiyat alanının en prestijli ödülü olarak değerlendiriliyor ve dünya edebiyatının nitelik çerçevesini çizdiği, yazar ve yapıtlar için evrensel bir onay anlamı taşıdığı ileri sürülüyor (F. Demir, N. E. Süslü, 2021). Kimi zaman Nobel ve diğerleri, nitelikli edebiyatçılara tesadüf etse de bu ödüllerin genel olarak küresel kültür egemenliğini güçlendirip sürdürmenin birer aygıtı oldukları gerçeği her ödülde gün gibi açığa çıkıyor.
Yazarın bir tek yapıtı için değil, yazarlık sürecinin bütününe verilen ve bir milyon dolara yakın bir parasal değeri olan Nobel Edebiyat Ödülü’ne biraz yakından bakarsak, söz konusu egemenliğin türlü görünüşleriyle karşılaşabiliriz. Yukarıda adı geçen akademisyenlerin 2000-2020 arasında verilen 21 Nobel Edebiyat Ödülü’nü temel alarak yaptıkları çalışmaya göre bu ödüllerin 3'ü İngiliz yazarlara giderken; Amerikan, Avusturalyalı, Çinli, Fransız yazarlara 2'şer; Güney Afrikalı, İsveç, Japon, Kanadalı, Macar, Perulu, Polonyalı, Romanyalı, Ukraynalı ve Türk yazarlara 1'er ödül verilmiş. Edebiyatın temel malzemesi dil olduğundan, bu alanda öne çıkarılan dillere de bakmak gerekir: 21 ödülün 8'i İngilizceye, 3'ü Almanca'ya, 3'ü Fransızcaya, gitmiş; 1'er ödül de Çince, İspanyolca, İsveççe, Lehçe, Macarca, Rusça ve Türkçeye verilmiş. Edebiyat türleri bakımından da durum şöyle: 21 ödülün 16'sı roman, 3'ü şiir için verilirken öykü ve tiyatro sadece birer ödül almış. Bunda kuşkusuz roman türünün, edebiyatın yukarıda sözünü ettiğimiz evrensel aşamasının niteliklerine denk düşmesinin, şiirin alt yapısının büyük ölçüde ulusal dil ve kültürle ilgi olmasının, tiyatronun edebi metinden çok sahne teksti olarak algılanmasının, kısa öykününse hâlâ romanın gölgesi olarak görülmesinin payı olmalıdır.
Öte yandan Nobel Komitesi, ödüllerin tarihi boyunca birçok defa Tolstoy, Çehov, Mark Twain, Rilke, Henry James, Ibsen, James Joyce, Kafka, D. H. Lawrence, Proust, Nabokov, Virginia Woolf, Orwell, Borges, Graham Greene, Fitzgerald, Zola gibi pek çok ünlü yazarı, olasılıkla siyasal veya başka nedenlerle ödüle layık görmedi. Yine olasılıkla aynı nedenlerle, kendisinin bile “Gururluyum ama aynı zamanda beni seçme kararınız karşısında oldukça şaşkınım. Umarım doğru olanı yapmışsınızdır. Sizin de benim de önemli bir risk aldığımızı ve bu ödülü hak etmediğimi düşünüyorum.’’ diyen Churchill’e, 1953'te Nobel Edebiyat Ödülü verdi. 2016'da ise "Amerikan şarkı geleneğine yeni ve şiirsel bir ifade tarzı getirdiği için" gerekçesini, ödülün Amerikalı müzisyen Bob Dylan'a verilmesi için yeterli buldu.
Akademi üyeleri tarafından Nobel Edebiyat Ödülü'nün verilme gerekçelerinden birkaçına bakınca, İsveç'in Rusya'ya karşı tarihsel soğukluğunun Tolstoy, Çehov gibi büyük yazarların önünü kesmesinin ötesinde, Nobel Komitesi'nin genellikle Avrupa merkezci siyasal ve kültürel tavrın tercihlerine yansıdığı ve daha çok Batı'nın kendi dışındaki bölgeler, halklar ve kültürler hakkındaki yargılarını haklı çıkaracak çalışmalar içinde olan yazarları seçtiği görülür:
“Cinsiyet, dil ve sınıf ile alakalı eşitsizliklerle tanımlamış bir yaşamı keşfetmeye çalışan taviz vermez 50 yıllık bir külliyat için”… "Tarihin barbarca keyfiliğine karşı bireyin kırılgan deneyimini destekleyen eserleri için"… "Toplumsal klişelerin saçmalığını“ ve onların boyun eğdirme gücünü ortaya çıkaran romanlardaki ve oyunlardaki müzikal ses akışı ve karşıt sesler için"… "Şüphecilik, ateş ve vizyoner güçle bölünmüş bir medeniyeti incelemeye tabi tutan kadın deneyiminin destansı anlatısını gerçekleştirdiği için"… ve tabii bizim, ülkesini Batı'ya şikayet ederek Nobel'e hak kazanan Orhan Pamuk'a verilme gerekçesi, "Memleketinin melankolik ruhunu ararken, kültürlerin çatışması ve iç içe geçmesinde yeni semboller keşfettiği için"...
SANAT VE SALAS
Daniel Mantovani'ye dönecek olursak, Ödül Komitesi’nin onun için açıkladığı gerekçeye aldırmadan, birçok ödül sahibinin aksine ödülü bir hayal kırıklığıyla karşılıyor. Törendeki umutsuz tavrı, ödüllerin yazarların eserlerini ve başarılarını değerlendirmenin önemli yolu olduğuna dair yaygın inanışa karşı tepkisini gösteriyor. Ödülle birlikte tam da düşündüğü ve korktuğu gibi kariyerinde gerileme dönemine giriyor, ödülün üzerinde yarattığı baskıyla birlikte, beş yıl boyunca yaratıcılığını kaybedip tam bir edebi kısırlık yaşıyor.
İşte doğup büyüdüğü ama 40 yıldır uğramadığı Buenos Aires'in Salas kasabasından, kendisine "Saygın Vatandaş" ödülü verilmek ve 5 gün boyunca çeşitli kültürel etkinliklere katılmak daveti böyle bir dönemde geliyor. Kısa bir tereddüdün ardından havuzdaki ölü kuş simgesiyle temsil edilen yazarlık tıkanmasını aşmanın bir fırsatı olabileceği umuduyla, reddettiği birçok şatafatlı davete karşın, Salas Belediye Başkanı’nın bu çağrısını kabul ediyor.
Mantovani, 40 yıldır yaşadığı Avrupa’nın gelişmiş büyük şehirlerinden, yani konfor alanından çıkıp Salas'a ve geçmişine doğru yolculuğa başladığı daha ilk adımda kendini toplumun dışında ve karşısında bulur; bir dünyadan başka bir dünyaya geçmiştir adeta. Bunu ilk kez uçakta pilot, Nobel Edebiyat Ödüllü bir yolcuyu anons etmesiyle hisseder ve belki tanınmamak için gözlerine uyku bandını çeker. Havaalanına indiğindeyse halkla ilk teması, kendisini almaya gelen şoför aracılığıyla olur: Öne oturun taksi ruhsatım yok! Halk budur, devletin koyduğu engelleri böyle pratik önlemlerle aşmayı bilir ama Mantovani buna çok yabancıdır.
Ve araçları arıza yaptığında, yazdığı kitabından yırttığı yapraklarla tutuşturduğu ateşin başında hikâye anlatmaya da... Ama anlatacaktır: Çok ironik bir durum, hayatta kalabilmek için kendi kitaplarını yakmaktadır, yine bir zamanlar hayatta kalabilmek için yazdığı kitaplarını... Nobel ödüllü yazarın, şoförün isteği üzerine o ateşin başında anlattığı hikâyenin teması olan "rekabet"in yarattığı gerilim, filmde birçok duygu ve düşüncenin doğmasına yol açmaktadır. İki yönetmenin daha sonra çekecekleri Resmi Yarışma, Mantovani'nin Saygın Vatandaş'ta anlattığı İkiz Kardeşler'in hikâyesinin temasını zekice yazılmış bir senaryoda olanca hınzır bir metinlerarasılıkla ve metasinema kurgusuyla iki ünlü oyuncu arasındaki rekabete taşıyacaktır. Bu nedenle rekabet ne, rakip kim soruları üzerinde felsefi bir yolculuğa elverişli “İkiz Kardeşler” hikâyesi önemlidir, anlatalım:
İkiz kardeşler aynı şehirde yaşarmış ve pek de iyi geçinemediklerinden birbirleriyle karıştırılmamak için biri sakal bırakmış. Sakallı olan çok mütevazı bir hayat sürüyormuş. Öte yandan diğeri çok varlıklıymış ve sahibi olduğu büyük bir dökümhanenin karşısındaki güzel bir evde yaşıyormuş... Son senelerinde tek ortak noktaları Paraguaylı bir hayat kadınına olan takıntılarıymış. Zengin kardeş Paraguaylı kadını onunla evlenmesi için ikna etmiş ve birlikte yaşamaya başlamışlar. Diğer kardeş de tarifsiz acılar çekmeye başlamış. Bir gece yürüyüşe çıktıklarında sakallı olan birden kaptığı bir demir parçasını kardeşinin kafasına saplamış ve kardeşini oracıkta öldürüvermiş. Cesedi dökümhanenin fırınında yakmış. Sonra tıraş olup bıraktığı sakalını kesmiş, kardeşinin kıyafetlerini giymiş. Eve geldiğinde Paraguaylı kadın onu akşam yemeği için bekliyormuş. Kızıl saçlı kadın hiçbir şey fark etmemiş, belki de öyle davranmış. Asıl önemli olan, adam hayatının en mutlu aylarını bu kadınla geçirmiş. Ta ki bir gün şehirden gelen siyah arabalı adamlar onu öldürdüğü kardeşi sanana dek... Tak! İşini bitirmişler. Görünüşe bakılırsa eski defterleri kapatmak istemişler. Tabii bu kardeşin hiçbir şeyden haberi yokmuş. Kardeşininki gibi onun cesedi de hiçbir zaman bulunamamış...
SANATÇI-TOPLUM ÇATIŞMASI
Yazar, Nobel'i ve hissettiklerini Salas'ta aldığı "Saygın Vatandaşlık Ödülü"nün töreninde şöyle anlatıyor: "Yaklaşık kırk yıldır Avrupa'da yaşıyor olsam da hala Salaslıyım. Her ne kadar bir zamanlar Salaslı olmayı istememiş olsam da... İşte bu yüzden bu ödül benim için çok farklı ve eşsiz, Nobel ödülünden bile daha değerli; çünkü Nobel Ödülü, Borges gibi muhteşem bir yazara verilmedi. Aramızda kalsın, İsveç Akademisi ödül töreni için benden saçma sapan bir smokin giymemi ve kral ile kraliçe önünde eğilerek selam vermemi istedi, hem de 21. yüzyılda... Tabii ki reddettim. Krallıklara hiç saygım yoktur... Ama bu sefer bir istisna yapacağım..."
Bu konuşmasında "sanatçının acı çekmesinin, yaratıcılığına katkı sağlayabileceği" argümanını reddetse de Daniel Mantovani'nin Salas ziyaretini kabulünde bunun yazma kabızlığını aşmada önemli bir etkisi olacağına inandığı söylenebilir. Nihayet sanatçının çektiği bireysel acıların yapıtları için bir motivasyon ve yaratıcılık kaynağı olabileceği düşüncesini savunduğu, Salaslılara verdiği bir konferansta dikkatli bir okuru tarafından daha sonra, sözlerinin yer aldığı makalesiyle birlikte yüzüne vurulacaktır: “Refah düzeyi yüksek ülkelerden çıkan sanat eserleri diğer ülkelerden çıkanlara kıyasla pek ilgi çekici değildir.” diyerek direnir ama yazdığı makaledeki şu satırlar kendisine aittir: “Demokrasi ve mutluluk sıradan ve yavan bir edebiyat yaratır. İyi edebi eserler kanunsuzluğun ve şiddetin hüküm sürdüğü yerlerden çıkar, çünkü buralarda yaşayan insanların benliklerinde hissettikleri boşluk duygusu yaratıcılıkla taçlandırılmıştır."
Acının, insan psikolojisi üzerinde karmaşık etkilere sahip olduğu söylenebilir. Acı verici deneyimler sıradan insanlar için genellikle travmatik etkiler yaratırken, sanatçılar için derin bir iç gözlem, empati ve yaratıcı keşif kaynağı olabilir. Acı çeken bir sanatçı, duygularını ve deneyimlerini işlemden geçirmenin bir yolu olarak her zamankinden daha yoğun bir sanatsal çabaya yönelebilir. Bu süreç, acı çeken sanatçı için dönüşüm, iyileşme ve anlam bulma potansiyeli taşıyabilir. Nihayet Vincent van Gogh'un bireysel acılarıyla yüklü resimlerinden Virginia Woolf'un karakterindeki derin keder ifadesine kadar, birçok sanatçı eserlerini beslemek için kendi acılarından ilham almıştır. Tıpkı Mantovani’nin Salas’ı ziyaretinde yaşadığı, zaman zaman acı veren ötekileştirmenin, dışlanmanın, yalnızlaşmanın ve uyumsuzluğunun beş yıldır süren yazma tıkanıklığını aşmasında bir kaldıraç olması gibi.
Sırça köşkünde, Nobel konforunun içinden çıkıp kasaba halkıyla yakın ilişki kurmaya başlamasıyla balayı çabuk biter ve yazar/sanatçının toplumla arasındaki uyumsuz ilişkiler görünür olmaya başlar. Buna Mantovani’nin “kibri” de eklenince yazar, hayranları ve kasaba halkıyla gerçek bir iletişim kuramaz hale gelir; hatta resim yarışmasında elenmesinden Mantovani’yi sorumlu tutan kasabanın doktoru tarafından hain olarak suçlanınca, bir sanat terimi olan “çatışma”, giderek silahlı “çatışma”ya varacak kadar gerçek anlamına evrilir! Bu evrilme sürecinde yönetmenler, tarafsız ve edilgin bir biçimde izlenecek bir kurgu değil, tersine olup bitenlerle ilgili olarak izleyiciyi söz söylemeye, yargıda bulunmaya zorluyor gibidirler.
Yazarın kibri, yalnızlığı ve toplumla uyumsuzluğu konusu; ajansının, kalacağı otele ve Belediye Başkanı’na gönderdiği, diyetindeki buharda pişirilmiş balık yemeğinden lateks yatağa kadar ‘olmazsa olmazlar listesi’ böyle küçük bir kasaba ortamında tamamen gülünç görünse ve yer yer klişelerin güvenli limanına sığınılarak anlatılsa da “Saygın Vatandaş" filminde Daniel Mantovani karakteri, sanatçı-toplum ilişkisinde yaşanan gerilimi, sanatçıların yalnızlıklarını ve toplumsal uyumsuzluklarını inceleyen bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Bu bağlamda kalınarak bakıldığında Nobel ödüllü bir yazar olarak büyük başarılar elde etmiş ve dünya çapında tanınmış olması, Mantovani’nin içsel dünyasına dönmesine ve yalnızlaşmasına neden olmuştur. Yıllarca yaşadığı Avrupa'da sosyal hayattan yalıtılmış bir hayat sürmüş, sanatını besleyen damarların kurumasına neden olmuştur. Ancak Mantovani'nin Salas'a dönüşü ve burada yaşadığı gerilim, ona geçmişiyle yüzleşme, yalnızlığını yeniden değerlendirme fırsatı verir. Bu süreçte, yalnızlığının yaratıcılığı üzerindeki etkilerini ve toplumla olan bağlarını yeniden gözden geçirir. Kasaba halkı ile yaşadığı çatışmalar, onun ilham kaynağını ve yaratıcılığını besleyen önemli unsurlar haline gelirken kişisel hayatında da zorluklara yol açar.
Eserlerinde memleketi olan Arjantin'deki küçük kasabanın yaşamını ve oradaki karakterleri betimlerken, toplumsal normları ve değerleri sıkça eleştirmiş; bu durum onu, entelektüel camiada takdir edilen yerel halk tarafındansa eleştirilen bir figür haline getirmiştir. Bu nedenle Salas'a döndüğünde, onun bu toplumsal statükoya eleştirel yaklaşımı, kasaba halkı tarafından kabul edilmemiş, bu yüzden gerilime neden olmuştur. Yerel halktan karakterler, genel olarak Arjantin halkının açık düşünceli ve dobralığı ile Mantovani’nin toplumun beklentilerine aldırmayan, sorgulayıcı ve eleştirel tavrı, sanatçı-toplum ilişkisinde mayınlı alanı oluşturur. Yerel halktan insanların tavırları yalın ve anlaşılırdır ama çabucak eleştiriden saldırganlığa dönüşme potansiyeli taşır. Örneğin yazarı milyoner olmakla, memleketinin yoksulluğunu ve sefaletini dünya çapındaki zenginlere satarak isim yapmakla suçlarlar.
Sanatçı-toplum gerilimini artıran ideolojik farklılıklar da vardır. Mantovani’nin, kasaba halkının politik ve ideolojik görüşleriyle de yüzleşmesi gerekmektedir. Yerel halkın geleneksel ve muhafazakâr bakış açısı, yazarın modern, eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşımıyla ters düşer. Kasaba halkı da Mantovani'nin eserlerinde betimlediği değişim ve eleştirilerle yüzleşmekte zorlanır. Onun yenilikçi ve eleştirel bakış açısı, kasaba halkının yerleşik kültür konforunu bozar ve halktaki değişim korkusunu tetikler. Yazarın toplumsal normları zorlayan düşünceleri, kasaba halkının tepkisini çeker. O kadar ki sorun şu diyaloga kadar dayanır:
-Salas’ı derhal terk etmelisin!
-Başınıza bu kadar çok sorun açtığım için özür dilerim.
Mantovani, kasaba halkının kendisine olan tepkileriyle mücadele etmek zorunda kalır. Bir yandan resim yarışmasında jüri başkanı olarak elediği resimler nedeniyle bombalanırken diğer yandan romanlarındaki karakterlerden birinin oğlunun ısrarlı davetine maruz kalır. Bir yandan gençliğinde sevdiği kadının kocasının üstünlük gösterileriyle baş etmeye çalışırken bir yandan da engelli oğlu için tekerlekli sandalye talebini, yardım konusunda benimsediği ilkelerle bağdaştırmaya çalışır…
Yerel halk yazarı, kişiliği hakkında, yazdıkları ve hatta sanat anlayışı konusunda sık sık sorgular. Kasabaya gelip babasını defnetme zahmetinde bile bulunmaması, insani değerlerden uzaklaşmakla eşitlenir. Mantovani, bütün bu ve benzeri eleştirilerin kendisini bir sanatçı olarak hükümsüz kılmayacağını savunur. Çünkü o, ahlak ve erdemle ilgili bildiriler değil; edebi eserler, romanlar yazıyordur. Bazı karakterlerinin ahlaktan yoksun davranışları, ne yazık ki içinde yaşadığımız dünyanın birer parçasıdır ve onları anlatması, davranışlarını onayladığı anlamına gelmemektedir. Yazar “Ama neden hiç güzel şeyler yazmıyorsunuz?” sorusu karşısında pes eder: “Bu soru bir yazar olarak kariyerime şüphe düşürdü!”
KALEM, KÂĞIT VE KİBİR
Yazarın halkla ilişkilerindeki bu ödünsüz tutumu, sanat söz konusu olunca yumuşar. Resim yarışmasında diğer jüri üyelerinin dikkate bile almadığı, bir fotoğraf kağıdının boş olan arka yüzüne çizilmiş resmi, bu fotoğrafla ilişkilendirip onda avangart bir girişim görerek yarışmanın birincisi ilan eder. Otelin resepsiyonunda çalışan amatör öykücü Ramiro’nun, ondan öykülerini okumasını istediğinde de olabildiğince yapıcı bir yaklaşım geliştirir: “Dilin zarif, akıcı, nükteli… Pek alengirli değil, sade ve basit…” Hikâyede sadeliği bir başarısızlık olarak değerlendiren Ramiro’yu bu konuda ikna etmeye çalışır: “Hayır. Sade ve basit olan bir şey aynı zamanda yıkıcı ve rahatsız edici de olabilir. Bunun en iyi örneği Kafka… Bazı şeyleri basitleştirebilmek sanatsal bir lütuftur.”
Yönetmenler, Nobel ödüllü sanatçının halkla ve sanatla kurduğu bütün bu ilişkileri, sağlam bir karakter çalışmasıyla izleyiciyi düşündüren, tartışmaya açan anlam katmanları yaratmak için kullanırlar. Oyuncuların işlerine daha iyi odaklanmalarını sağlamak için, klasik açı-ters açı çekiminden kaçınarak tüm sahneyi tek çekimde tamamlayan yalın bir görsellikle resmederler. Bu resimden izleyiciye sanatın ve sanatçının toplumla olan ilişkisini sorgulayan, sanatın toplumu dönüştürme potansiyelinin sınırlarını gösteren, insan ve sanat doğasının karmaşıklığını gözler önüne seren etkileyici bir sinema etkisi kalır.
Bu incelemeyi, Daniel Mantovani’nin yerel televizyon muhabirinin “Neden yazar oldunuz?” sorusuna verdiği, sınıflı toplumlarda sanatçının toplumla yaşadığı gerilim ve çatışmaların kaynağını görünür kılan ve sanatçıların yalnızlığını, uyumsuzluğunu temellendiren yanıtıyla bitirmek uygun olacaktır:
“Şey… bu o kadar da basit değil. Bunu cevaplamak gerçekten zor. Sanırım... Yazarlar veya genel olarak sanatçılar dünyayı olduğu gibi kabul etmezler. Gerçeğin yeterli veya tatmin edici olmadığına inanırlar. Dolayısıyla sanatçılar yeni şeyler icat edip bunları dünya düzenine entegre etmelidir. Sıradan insanlar böyle şeylere ihtiyaç duymazlar. Onlar hallerinden memnundur…”
Filmin çıkış sekansı, Daniel Mantovani’nin Salas ziyareti sonunda, yaşadığı yazarlık kabızlığının bittiğini ilan eden ve filme adını veren “Saygın Vatandaş” adlı kitabının tanıtım toplantısına dairdir. Önceki romanlarında olduğu gibi “Saygın Vatandaş”ın da Salas’ta geçtiğini, yeni olan şeyin ise romanın baş kahramanının kendisi olduğunu söyler. Bunu egoist bir yaklaşım olarak değerlendirip değerlendirmediğini soran sanat muhabirine verdiği yanıt, yazarın toplumla yaşadığı çatışmanın yazar tarafındaki kaynağına işaret eder:
“Biz yazarlar benmerkezci, narsist ve gösterişçi insanlarız. Bunun yazarlığın temel taşı olduğunu düşünüyorum: Kalem, kâğıt ve kibir…”
02 Aralık 2024 22:54
21 Aralık 2024 20:43
16 Aralık 2024 19:23
17 Aralık 2024 21:24
02 Aralık 2024 21:54
07 Aralık 2024 01:06
14 Aralık 2024 14:10
29 Aralık 2024 14:32
19 Aralık 2024 23:13
17 Aralık 2024 15:12