Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Umutsuz Çığlıklar

Haydar Uzunyayla

Kategori: Edebiyat - Tarih: 26 Aralık 2024 22:22 - Okunma sayısı: 94

Umutsuz Çığlıklar

20 Eylül Saat 18:00

Evimin dışarıya açılan kapısında, eşikte oturmuş, üzerime çöken günün yorgunluğunu atmak için dinleniyordum. Güneş batmak üzereydi. Muhteşem güzellikte bir ateş topu ufka doğru kayıyor, kaydıkça küçülüyor ve yay biçimi bölünmüş parçalardan kızıl parıltılar saçarak yavaş yavaş yitiyordu. Görüntü harikaydı ve harika olan her şey insanı nasıl etkilerse, ben de öyle etkileniyordum. Yaşama sevincim artmış, doyumsuz bir huzur çökmüştü üzerime… Huzur deyip geçmemek gerekiyor. Hayatta, insanın başına gelebilecek en güzel şeylerden biri huzurlu olmaktır. Bu kimi zaman bir sözde, bir görüntüde, kimi zaman çocukta, gül ve çiçekte, insanlar arasında ya da yalnızlıkta karşımıza çıkabiliyor. Eğer içimizde huzura ait bir şeyler kalmışsa, bir yağmur damlasında bile yaşayabiliriz onu. Mesele aramak, bulmak ve yaşamak… Benim de daha yapılacak çok işim vardı, ama doğrusu bu muhteşem anı çiğneyip işe dönmek içimden gelmiyordu. İşlerin canı cehenneme… Dünyanın işi biter mi? Burada, köy yaşamında, güneşin doğuşu ile batışı arasındaki işlerin biri ötekinden farklı değildi. Aynı işi, şimdi olmazsa yarın da yapabilecektim. Bundan dolayı pek dert etmedim.

Ne var ki bu durum uzun sürmedi. O günün akşamı hayatım alt üst oldu. Yıllarca büyüttüğüm, uğruna cefa çektiğim, üzerine titrediğim her şeyim kayıp gitti elimden.

Biraz sonra birdenbire karşımda kocamı gördüm. O an içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Bazı olaylar vardır ki görmezsiniz, bilmezsiniz, tanık olmazsınız, ama bir şeylerin yolunda gitmediğini hissedersiniz. Şu anda da, şimdiye kadar hiç duymadığım garip bir duygu içimi sardı, kocamla aramızdaki bağın çözüldüğünü söylüyordu..

Kocamın sırtında, yer yer yırtılmış eski bir kilime sarılmış, geniş, ağır, oldukça hacimli bir yük vardı.. Epeyce ağır bir şey taşımış olacak ki kafası önde, gözleri yerde, iki büklüm haldeydi. Bacakları titriyordu. Soluk alış verişi gürültülü ve bir bu kadar da hızlıydı. Bir şeyler söylenip duruyor, homurdanıyordu, ama ben dediklerini anlayamadım. Bu şekilde eşikten içeri girdi, yükünü sert şekilde yere fırlattı. Sağdan soldan açılıp saçılan kilimin içinden giysileri kanlı, yüzü toprağa, çamura bulanmış biri, duvarın dibine doğru yuvarlandı. Sol kolunun dirsekten aşağı kalan kısmı birkaç yerden kırılmıştı. Boynu gövdesinden kopmuş gibi yana düşmüştü. Kafası kırılmış, saçları kana bulanmıştı.

Önce şaşırdım, konuşamadım. Ama gözlerim büyüdüğünü, yüreğim göğsümde sıkıştığını fark ettim. Sonra dikkatle baktım. Gördüm ki yerdeki ceset babamdı. Bu ceset, bu kan babamındı.

Ne olmuştu?

Daha ben olanı biteni anlamaya çalışırken, kocamın sesi yankılandı.

- Onu öldürdüm, dedi. Al sana ölüsü .

Bir anda dünya durdu. Dakikalar saatlere, saatler aylara, yıllara dönüştü. Ve bir ömür geçti. Bir elim çenemde, donmuş bakışlarla cesedin başında öylece durdum. Sevdiklerini kaybedenler iyi bilirler: İnsan ölümle buluşunca geçmiş ve gelecek önemini yitiriyor. O an yalnızca hiçlik ve hüzün vardır. Önüne geçilmez bir çaresizlik, yalnızlık, terk edilmişlik yaşarız. Ölüm benden babamı almıştı ve bir daha da geri vermeyecekti.

Kocam babamı öldürmüştü? Ama neden?

Kocama dikkatle baktım: Bakışları garipti; kibirli, saldırgan, tedirgin ediciydi.

- Bunak herif, beni canımdan bezdirdi. Her defasında yoluma çıktı, diye söylendi..

Bir süre durdu. Sonra tekrar konuştu:

- Sürekli engelledi beni, dedi ve bir aşağı bir yukarı gidip geldi.

Devamla:

-Onu çözemedim bir türlü. Boş işlerin peşinden sürükledi durdu beni.

Durdu, tekrar konuştu:

- Aslında acınacak biriydi… Amaan! Neyse ne işte… Kim ne der desin, bugün geleneği bozdum ve amcamı öldürdüm. Bir göçebeyi, ömrünü tarlada geçirmiş bir köylüyü bu dünyadan aldım, öbür dünyaya gönderdim.

20 Eylül Saat 19:30

Pişman görünmüyordu. Aksine sanki huzur bulmuş, rahatlamıştı. Babamın kendisini anlamadığını, incittiğini söyledi. Değerini bilmiyormuş… Daha birçok şey söyledi ve ben bu anda acaba bütün katiller böyle midir, diye düşündüm. Hepsi bu derece soğuk kanlı mı? Hiç biri mi pişmanlık belirtisi göstermiyordu?

-Hayat ne kadar garip, dedi. Bugün varsın, yarın yoksun…

Baştan beri ilk defa ona cevap verme ihtiyacı duyarak, ürkek bir sesle:

-Yanlış yaptın, dedim.

-Hep yanlış yapıyoruz, demez mi!

Sonra gözlerini dikerek:

- Eninde sonunda hepimiz öleceğiz. Bir saat önce, bir saat sonra… Bunun önemi yok. Senin baban, benim amcam öldü. Diyelim ki beni kışkırttı, çocukla oynar gibi oynad. Sonra yine kışkırttı ve kışkırtmaya devam etti…

Devamla:

- Hayat devam ediyor, dedi. Gelenlerle, gidenlerle devam ediyor… Yaptığım iş doğru muydu, yanlış mıydı, önemi yok artık. Oldu bitti.

20 Eylül Saat 20:00

Uzun bir sessizlik oldu. Derken biraz sonra bana doğru geldi, önümde durdu. Ürkütücü halde gözlerimin içine baktı. Omzuma dokunarak:

- Bana kulak ver, dedi babamın cesedini işaret ederek.

- İşte ceset, işte baban ve sen. Şimdi burada, bu cesedin başında el çırparak, topuk vurarak oynayacaksın. Yani halaya duracaksın.

“Aman Tanrım!” diyebildim sadece. Kaskatı kesildim. Karanlık yüzünden yayılan ifade, ağzından çıkan sözler ürpertti beni. Dehşete düştüm.

- Yarına çıkmayı istiyorsan, söylediğimi yapacaksın, diye de devam etti.

Ne yapmalıydım? Siz olsanız ne yapardınız? Boşlukta sallanıp duruyordum. Her yandan uluyan, öfkelenen, alçalan, alçaltan bir girdabın içindeydim. Yalnız ve çaresizdim. Güvensizdim.

Eğer onunla konuşabilseydim, bir iki söz söyler, belki de gözü dönmüşlüğünden vazgeçirebilirdim. Umut her zaman diridir ve en zor anımızda, ölüm sehpasında bile umut edebileceğimiz birilerini, bir şeyleri ararız, ama şu anda bunun nafile bir çaba olacağını da anlamıştım Çünkü bir zorbanın karşısındaydım ve sahip olduğu ikiyüzlülük, hakkında yargıda bulunmama engel oluyordu.

Yas tutmam yerine benden oyun istiyordu. Olacak iş değildi, ama oluyor işte. Hayatta neler olmuyor ki… Görünüşe bakılırsa, isteğini yerine getirmezsem eğer, beni de öldürecekti. Öldürebilir de… Çünkü hayat da, şartlar da adil değildir. Zorbalık her zaman baskındır. Koşullar da göz açıp kapayıncaya kadar eşitlenmiyor. Zorbalar ayakta kalma şansına sahip oluyorlar ve üstümüze üstümüze geliyorlar.

Sonra birden nasıl olduysa, cesaretime ve verdiğim cevaba kendim de şaşırarak:

- Peki, dedim. Oynayacağım. Ama birazcık zamana ihtiyacım var.

- Acelem yok, dedi. Ben sabırlıyım. Yapabildiğim en iyi şey budur.

Bakışları yerde, düşünmeye koyuldu. Gözleri kapanmıştı sanki. Kolları omuzlarından sarkıyordu. Bezgin halde, yavaş ve ağır bir ses tonuyla devam etti:

- Ve şimdi yolun sonu, dedi. Yol bitti, uçtu gitti. Baban her gün bir parçamı kopardı. Nereye gitsem, ne yapsam karşımdaydı. Pintinin tekiydi. Bütün ömrü peynir ve süt bidonları arasında geçti. Mandıra aklı işte… Onun ahırlarında gezmek gibi bir görevim mi vardı?. Şiş karnıyla feryat edip bana, “Seni doyurduğum için şükret.” diyordu. Şimdi söyle bana, bunlar yalan mıydı?

- Hayır hayır, dedim. Hepsi doğruydu.

Sessizce, sakınır gibi, ayaklarının ucuna basarak bana doğru geldi. Tedirgin oldum. Birbirine yakın, gür ve kalın kaşlarının altındaki bakışları ürkütücüydü. Saçları dağınıktı.

Geldi, önümde durdu. Birden gülümsedi. Ardından elimden tuttu:

  • Dedim ya, herkes bir şekilde ölüyor . Kimi hastalıktan, kimi kazadan. Kimi de uykusunda… Eminim ihtiyar da ahırında, saman balyaları arasında ölecekti.

Hızla elimi geri çekildim, dikkatle baktım ona. Bakışları, iniltileri, içinde dolanan kusursuz hayvan, bir kez daha canımı acıtmaya başladı.

Dün gece bir rüya görmüştüm: Şiddetli yağmur yağıyordu. Fırtına, rüzgâr, gök gürültüsü ve sürüklenen çamurlu toprak… Çamur topakları ayaklarıma dolanmış, neredeyse beni yutarcasına yükselmeye başlamıştı. Tuzaklar, kapanan yollar ve insanlar, insanlar… Şekilsiz, biçimsiz hilkat garibeleri… Kimi pılı pırtı içindeydi, kimi de beyazlar içindeydi. Kimi de kapkara örtüler sarınmıştı. Kapkara örtünenler içinde kocam da vardı. Topluluktan epey uzakta, yalnız başınaydı ve biraz sonra başının üzerinde yükselip genişleyen bir sis kümesinin içinde görünmez oldu.

Böyle bir düş görmüştüm ve şimdi üzerinde düşünmeye başlamıştım ki bana birden:

- Neden bir şey söylemiyorsun, diye sordu.

Bir şey söyleyemedim. Galiba en iyisi susmak. Susmak bazen en iyi çözümdür.

Sonra o da konuşmadı. Yürüdü, köşedeki kanepeye oturdu, düşünmeye koyuldu. Belki de düşünmüyordu, belki ben böyle sanıyordum. Kim bilir belki de hayatının bu ana kadar ki öyküsünü düşünüyordu. Belki de pişmanlık duyuyordu. Bilemiyorum, ama benim kendi öyküm, anılarım, çocukluğum ve birlikte geçirdiğimiz günler, gözlerimin önünde canlanmaya başlamıştı bile.

20 Eylül Saat 21:00

Ailemin tek çocuğuydum; kıymetliydim, bir taneydim... Her ne kadar tek çocuk olmamdan dolayı el üstünde tutulup ayrıcalıklı görünsem de, çocukluğum bütün çocuklar gibi öğrenme, merak ve oyunla geçti. Benimki, onunki, herkesin olan o unutulmaz günlerde kapıdan dışarı fırlayarak, ay ışığı, gün ışığı, yıldızlar altında oynamanın mutluluğu hâlâ en unutulmaz anılarım arasında bulunur. Kafamda çiçeklerden taçlar ve yankılanan türküler… Asla doyamadığım oyunlar, kırlar ve pırıl pırıl dereler. Taşlardaki yosunlardan avuçlarıma kına yakardım. Üzerimde göz alıcı giysiler vardı, ama yetmiyordu. Daha güzelini istiyordum. Çünkü ben güzeldim ve renkler bana uymak zorundaydılar.

Annem, üzerime titrerdi. Aç, susuz kaldığımda endişelenirdi. Ağladığımda üzülür, kimi zaman gözyaşlarıma ortak olurdu. Sevindiğimde benimle sevinirdi. Hasta olmam, hatta uykusuz kalmam bile ona dert olurdu. Büyüyüp gelişmem, genç kız olmam onu mutlu ediyordu. Çünkü ben ona değişimi gösteriyordum. Günün birinde ayrılıp kendi hayatımı kurma düşünceme, “ Hayatın sana sunacağı en güzel armağan,” derdi, ama ben onun ses tonundan üzüleceğini, beni kaybetmek istemeyeceğini anlardım. Çünkü dünyada her şeyin bir anlamı vardı, onun da yaşamının anlamı bendim Her fırsatta beni kucaklar, sarıp sarmalardı. Onun sevilmeye muhtaç ufacık çiçeğiydim. Ah benim küçük çiçeğim, der demez bakışlarım onun güven dolu bakışlarıyla buluşurdu. İşte bu an hayat bulduğum zamanlardı. İyi bir masal anlatıcıydı annem. Uzun kış akşamlarında, anlattığı her masalın olağanüstü akışı içinde erirdim. Hemen her masalda ben vardım. Suda ben, çiçeklerde ben… Sevimliydim, cilveliydim. Her öykünün heyecan verici, ürkütücü ya da mutlu sonlarında, yüzüme çarpıcı anlamlar yüklemekte ustaydım. Böyle anlarda annemin yüzünde de çarpıcı, sevimli ifadeler oluşurdu. Ve ikimiz karşılıklı bakışır, güler, gülümserdik.

Babam hep çalışırdı. Her sabah erkenden uyanır işe koşardı. Dinlenmeye çekildiği günü dünyanın sonu sayardı. Ömrünün hemen hepsini, karakola gitmesi gerektiği dışında, çizgili keten pijamalarıyla tarlada, su başında, inek ahırlarının kapısında geçirirdi. Yine de işler iyi gitmiyordu. Çünkü alıcı bulamayan peynirler ekşiyor, sonra da kurtlanıp atılıyordu.

Böyle zamanlarda:

-Ağlayıp sızlanmanın zamanı değil, derdi. Peynirler alıcı bulamadığı için kurtlanır. Bu iyi değildir. Çünkü emeğimizin zayi olmasına üzülürüz. Ama dünyanın sonu değildir. Kaybetmek de kazanmak da hayatımızın bir parçasıdır ve bunu göze almak zorundayız. Önemli olan hayattan tat almaktır. Eğer istediğimiz işi yapıyorsak, bence sadece bu yaşamı sevmemize bir nedendir.

Ailesiyle yakından ilgiliydi. Bu özelliği bizi bunaltırdı. Bunun dışında kötü bir alışkanlığı daha vardı: Tırnaklarını kemiriyordu.

Babama arada bir, köyde yaşamak istemediğimi, şehre taşınmamız gerektiğini önerirdim. “Burada bütün günler birbirinin aynı ve insanlar hayatlarında karşılarına çıkabilecek iyi şeylerin farkına varamıyorlar. Tarlayı sürmek, arabayı çekmek, koyulara bakmak bir şeydir, ama her şey değildir. Lütfen şehire taşınalım,” derdim,

Ne var ki her defasında bana:

- Yeni bir yaşama başlamak için çok geç artık, derdi. Peynir üretmek, satmak dışında şansım yok. Dünyaya gözlerimi burada açtım, burada kapamak istiyorum. Toprakla uğraşmayı seviyorum. Ben iyi bir köylüyüm. Yeteri kadar toprağım var ve ben ona bağlıyım. Bir maceraya neden atılayım ki? Hayat, hataları bağışlamayacak kadar katıdır.

Babamın başka nedenleri de vardı: Kalabalık yerler, büyük kentler onun için çöplükten başka şey değildi. Oralarda mevsimlerin farkına varılmazdı. Oysa insanın güzelliklere ihtiyacı vardır. Su berrak, hava temiz, çiçekler dost olmalı. “Tabiatı seyretmek insana tat vermeli. Bir gülün taç yapraklarında açan yaşamı görmeli ve içimizde hissetmeliyiz. Ben ne istediğimi biliyorum . İyi olanı, kötü olanı biliyorum. Toprağın bütün inceliklerini öğrendim. Komşularıma alıştım. Bunları değiştirmeye niyetim yok.”

- Ama her şey değişiyor! Dünya değişiyor, biz de değişmek zorundayız.

- Ben halimden memnunum. Yığınla insan bu köyden göç etti. Hepsi, yeni hayatlar kurmaya gittiler. Ama asla düşlediklerini bulamadılar. Büyük şehirleri gezdiler, kalabalıkları, ışıltılı dükkânları seyrettiler ve şehirlerin köyden daha iyi olduğunu söyleyebildiler ancak. Sadece baktılar ve böylece yaşamış olduklarını sandılar.

Bunlar onun konuşmayı kesmek için son sözleri olurdu. Bir şey söyleyemezdim. Hayallerimi bir başka zamana ertelemek dışında elimden bir şey gelmiyordu.

Biri daha vardı ki, hiçbir şey, hiç kimse, onun üzerimde yarattığı etkiyi yaratamadı. Büyükannem… Onu dinlediğim zaman kendimi bambaşka biri hissederdim: Önüme geniş ufuklar açılır, yaşamımın büyük düşleri gerçekleşirdi. Daha da ötesi masallardaki çocukların mutlu diyarlarına ya da denizciler gibi yeryüzünün herhangi bir limanına ya da bir yolunu bulup engin denizlerde yolculuğa çıkardım… Hayran olduğum mutlu zamanlarımın mutluluğuydu büyükannem. Ona zincirliydim. Bana bakarken nasıl gülümsüyordu öyle! İçim aydınlanırdı. Rüzgâr eserken, yaprak hışırdarken onun sesini duyardım. Beline doladığı uzun mu uzun şalını, sabah bağlamak, akşam çözmek için bir direğin etrafında nasıl dönüp durduğunu görebiliyorum hâlâ.

Dizleri gövdesini taşıyamadığından, günün büyük bölümünü ya oturarak ya da yatakta geçiriyordu. Yaşlı bedeni yatağa gevşekçe bırakırdı kendini. Onun yanında yayılıp yatmasını severdim. Sımsıcaktı her zaman.

- Şu yorganı çekiştirme artık, küçük böcek!

Ah, acıdır insanın sevdiklerini yitirmesi. Çok acı!

Sıcak çörekler, buharı tüten çorbalar; sacdan inmiş taze ekmeklerin dumanları boğazımı kaşındırırdı. İyi ekmek yapardı büyükannem. Tereyağı, en iyisinden peynir, sonra sadece rengi bulanmış sıcak su; bunun adı çaydı ve içinde bir parça şeker vardı, ama dünyanın tadı vardı bu sofrada.

Ne zaman yeni ay doğsa, büyükannem gözlerimin içine bakardı. Umutlarını ve dileklerini bakışlarıma yansıtırdı. Anlatmak istediklerini o an anlardım.

Bir ev dolusu çocuk yapmıştı ve her birini doyurmakta, büyütmekte zorluk çekmişti. Çocuklarla uğraşma derdi, yıllar boyunca, gecenin ve gündüzün her saatinde onu biraz daha yaşlandırmıştı.

- Kimi insanlar saçmalamak için dünyaya gelirler, demişti bana. Bir insan ömrünü budalaları doyurmak için harcarsa o da budaladır.

Günler birbirini kovalarken, her şey değişerek sürüp giderken bir şey hep aynıydı: Ben, büyükannemin küçük güverciniydim. Benimle birlikte olmak en büyük mutluluğuydu. Yanında ne kadar uzun süre kalırsam, bunu kazanç sayardı. Ama sürekli kalamıyordum.

- Haydi nine! Akşam oldu, geç oldu. Annem beni merak ederse üzülür.

- Ah benim küçük güvercinim! Peki, git öyleyse!

Arkamdan umut dolu gözlerle bakardı. Günlerce, yıllarca hep böyleydi. Onun bütün sevgisine ve umuduna karşın, ben çok defa kendi akranlarımla olmayı seçerdim. Onları paylaşmak güzeldi, ama arkadaşlarımla olmak daha güzeldi. Kahrolasıca yaşlılık!

Yine de onun, küçük güvercininden uzun süre uzak durmasına gönlüm razı olmazdı. Herhangi bir zamanda hemen ona koşardım. Beni görünce yüzü aydınlanırdı.

- Neredesin Zin? Yine zerzevatın birine mi takıldın?

- Evet büyükanne. Ama bir para etmedi.

- Allah’ın belaları onlar.

Yaşamın sınırında gün sayan büyükannem için sabahyıldızıydım ben. Rahat, büyük, geniş ve neşeli evi içinde benimle eğlenir, oynar, güler, gülümserdi. Bu evde öyle çok sinek vardı ki, duvarlar kararırdı. Oraya buraya konan sinekler, beni çok rahatsız ederdi. Canımdan bezdiğimde:

- Büyükanne, bunlara gitmelerini söyle, derdim.

- Onlar beni dinlemezler..

- Neden?

- Artık sözümü geçiremeyecek kadar yaşlıyım da ondan

Son yıl öksürük tuttu. Sürekli öksürüyordu.

- Bu illet beni öldürecek, demişti bana bir gün ve gerçekten öyle oldu. Artık acı çekiyordu. Konuşurken harcamak zorunda kaldığı büyük çabadan dolayı soluk almakta zorlanıyordu. Hareket yeteneği neredeyse ortadan kalkmıştı, çünkü ayakları da basmaz olmuştu.

Ölümünden iki gün önce yanındaydım. Bana:

- Sen artık büyüdün güvercinim, dedi. Ben de her gün küçülüyorum. Anladım ki dünyanın yükü taşınmayacak kadar ağır. Ama dereler yine de durmadan akar; gece gündüz aralıksız akar.

- Bunları neden söylüyorsun?

- Öylesine işte, dedi. Yaşlıların budalalığı. İnsan yaşlanınca, kendini geriden gelenlere bir şey aktarmakla bir şey sanıyor işte.

- Hayır büyükanne. Sen bana bir şey anlatmak istiyorsun.

- Diyelim ki öyle. Diyelim ki hayatımız akış halindedir.

- Bunu pekâlâ biliyorum.

- Evet, dünya akıyor, yaşam akıyor. Mutluluk da akıyor. Bugün olan yarın yok. Sevgimiz, nefretimiz bir gün geçer ya da değişir.

- Büyükanne neden gelmek istediğin yere gelmiyorsun?

- Mutluluğun sözünü etmek istiyorum sana. Çünkü sen mutlu olmayı hak ediyorsun

-Söyle büyükanne. Söyle ki gözlerim ışısın.

- Sevgi ve umutlarına sıkıca sarıl. Onların gerçekleşmeyen bir gelecek olarak kalmasına izin verme. Giz burada işte.

- Bu mudur?

- Kesinlikle budur ve eğer bir fikir, bir çözüm yoksa, hiçbir şey yapamazsan bile gün batımına otur ve düş kur. Ufka bırakılan bakışlar insana zenginlik katar.

- Peki büyükanne!

- Hayat şimdidir. Düne ve yarına takılıp kendini heder etme. Dün, boş bir düşten başka bir şey olmadı. Yarın ise belirsiz… Bugünü, sonsuza dek yaşamak istermiş gibi yaşa. Hiç kimse sonradan şöyle ya da böyle olmaya karar veremez. Şimdi neyse odur.

- Peki… Sonsuza dek yaşamak istermiş gibi yaşayacağım.

- Can sıkıntısının girdabına girme. Yoksa tükenirsin. İşin, aşın olsun. Acının içinde gidip gelmek, can sıkıntısı ile dolu cennette olmaktan daha iyidir.

- Peki daha başka?

- Açgözlü olma küçük güvercinim. Yıllarca bir şeyin peşinden koşar dururuz. Onu elde etmek için çırpınırız. Ulaşılmaz olana ulaşmaya çabalarız. Sonuçta ne mi oluyor? Ulaşılmaza ulaştığımız andan itibaren büyü de tılsım da kayboluyor.

- Bunu da unutmam büyükanne!

- İnsan her zaman doğru sonuca varmaz. Hayatımızın büyük bölümü yanlışlarla geçiyor ve bu da bir işe yaramıyor. Ama böyle diye aramaktan vazgeçmeyeceğiz. Son güne kadar arayacağız. Ve bir şey daha: Dışarıda, içerde, aşkta, işte, her yerde hayatı başaramadığın zaman, kim olursan ol yitirirsin. Herkes için böyledir bu. Bundan dolayı dikkatli ol! Gül taştan önemlidir. Çünkü ruhumuzu ve gözlerimizi okşar. Oysa taş, bön bön bakar bize.

Büyükannemi anlamak kolaydı. Kimi zaman şaşırtıcı şeyler, kimi zaman bildik tanıdık şeyler anlatırdı. Bazen yaşlı insanların sıradan sağduyu kurallarını önemsemez, ağzına geleni söylerdi.

Mayıs ayında bir gün öksürükleri dayanılmaz hâl aldı. Öksürükle birlikte şiddetli ağrılar. Boğulacak gibiydi. Bana:

- Hoşça kal güvercinim! Uykum var. Sanırım bu defa çok uzun bir uyku olacak.

- Uyumana izin vereceğimi kim söyledi?

- Hayır hayır.

Gerçekten ertesi gün bir daha uyanmamak üzere uyudu. Yatağında sessizce öldü.

Onun ölümüyle ne dünya sarsıldı, ne gök gürledi. Ne tören ne çiçekler ne de yolları kapayan top arabaları oluştu.

Sıcak bir gündü. Orada burada beyaz bulut kümeleri görünüyordu. Dağlara doğru kıvrılan keçi yolları, yabani elmalar, armutlar, söğüt ağaçları, kuşlar ve birkaç köylünün omuzlarında mezarlığa giden büyükannemin tabutu yüreğimi hüzne boğdu.

Köyde yaşam devam ediyordu. Dün de bugün de taş duvarlı, toprak damlı evlerde, birkaç önemsiz şey dışında yaşam aynen devam ediyordu. Kışın soğuk, yazın yakıcı güneşin altında yaşayan insanların hayatları boyunca öğrendikleri tek şey koyun ve tarlaydı. Bu iş burada olağanüstü bir zevkti ve herkes bir sonraki yıl kaç koyuna sahip olacağının hesabını yapardı. Başka dünyalarda, başka şeyler olurdu, ama burada yaşamın niteliği değişmiyordu. Seçme şansları yoktu. Issız dağların eteklerinde kurulan köy o kadar yalnızdı ki köylülerin yaz aylarında günaşırı yolcu taşıyan döküntü bir dolmuş ve asker toplama pusulaları getiren jandarmalar dışında dışarıyla bağları yoktu. Din, dindarlık, kurallar, dualar, efsaneler, mucizelerin önüne geçilemiyordu.

Arazi yemyeşildi. Her yerde kır çiçekleri boy verirdi, ama yaşam zalimdi. Ölüm, her an yanı başlarındaydı. Sefalet ve zulüm insanları alıyordu. Yağmurda, karda, bulutlarda ve fırtınada, toprakta, onları alıp götüren ve bir daha geri getirmeyen bir şeyler vardı her zaman.

Yaşlılar, anılarına sıkı sıkıya bağlıydılar. Biri ötekine akıp giden ırmaklar gibi, anılarını zamana yayarak anlatırdı. Tanrım, şu uzun kış geceleri yok muydu? Herhangi birinin odasında toplandıkları sırada, birkaç dakika içinde bir duman bulutu yükseliyordu içerde. Bütün ağızlardan düzenli, simetrik ve saniyede iki metre hızla dumanlar çıkardı. Böyle bir keyif gördünüz mü? Oturuşları nasıl da dizginsiz. Uzuvlarının her biri bir yerde. Ama önemli zamanlardı bunlar. Önceki yıl gök gürültülü yağmur fırtınasında bir yıldırım, asırlık bir ağaç devirmişti. Yaşam, beş saniye içinde yok olmuştu. Salı uğursuz bir gün. Neden? Bilen var mı? Baştan başa bembeyaz bir yeryüzü. Hiçbir yerde kara yok ve nerede olduğunu Tanrı bilirdi. Ah, o zamanlar! Her şey ne güzeldi. Ekinler bire otuz veriyordu. Ya şimdi? Tanrı da değişmiş. Toprak hasta. Su değil, sidik akıyor sanki.

Günler, geceler, aylar boyu yorulmadan, usanmadan iç çekerek, yaprağın ve rüzgârın sesini dinleyerek geçmişten anılar çekiyorlardı.

Uzun süren soğuk mevsimlerin ardından gelen tatlı bahar günlerinde duvar diplerine çömelirler, gün batımına kadar güneşe doğru dönerlerdi. Daha şimdiden bir sonraki kışın nasıl geçeceğini konuşmaya başlarlardı.

- Söyle bana, kış sert olacak mı?

- Galiba.

- Öyle olursa hayvanların yarısı telef olur. Biz de belki zor çıkarız sonraki bahara.

Öteki hemen geçmişte yaşadığı kışlardan birini anımsayarak:

- Aralıksız kar yağıyordu. Bir gün önceden başladı, usul usul ve inatla iki ay boyunca yağdı. Bin yıldır yağıyormuş gibi her tarafı kapadı. Aklımız uyuştu. Kardan başka şey düşünemez olduk. O zaman hayvanların yarısı kırılmıştı. Beş tane de can vermiştik. Ne kıtlıktı be!...

Yaşam katıydı.

Olaylar, öyküler, masallar bitmiyordu. Kuşkular ve sonu gelmez korkular içinde geçen kısa ömürlü yaşamların sonunda edilen züğürt vasiyetleri, iki karış miras, tılsım ve tütsüler içinde geçen günler, temelinden sarsılan dirlik, kaba saba ölü ağıtları, asker kaçakları, jandarma dipçiği, konuşma özürlüler, ip bağlayıcılar, büyü çözücüler, buğday ekiciler, köşe başlarında naz eden âşıklar, tarih kayıtlarına geçmemiş soy kütükleri, yazılmamış öyküler, tapınılan taşlar ve ateş, mezarlarından çıkıp gelen kutsal faniler, cinler, şeytanlar, melekler, sigara izmaritleri, kemikler, paçavralar, dışkıdan geçilmez yollar, depremler, karakollar ve kanunlar, uzun geceler, cinayet öyküleri, kahramanlık efsaneleri, aşk türküleri, sandıklar ve karanlık odalar, tuz çuvalları, yağ tulumları, kurutulmuş et, hayvanlar, benzi kül rengi kadınlar, sinekler, teyze, hala, kardeş çocuklarıyla evlilikler, zevk veren kutsal üreme, uğruna ölünen kan akrabalıkları, büyük konaklar, ırgat damları, sümüklü çocuklar, itaat emreden bunaklar, geniş aile mülklerinin hangi kaynaktan edinildiği asla bilinmeyen ve her dönem vekil olanlar, bunların ölümlülerden olacaklarını idrak edemeyen garip insanlar.

Neden böyle sorulduğunda:

- Hep yanlış yapıyoruz. Yüzyıllardır bunu hep yapıyoruz.

- Düzeltmek ne kadar uzun sürüyor…

- Evet, ömür yetmiyor ve galiba sonu gelmeyecek.

- Gelecek, gelecek.

Yoksulluk yılları uzun sürerdi. Asırlarca devam eder gibiydi. Kimin ne kadar yiyeceğine büyükanneler karar verirlerdi. Açlık zamanlarında en az yiyecek gelinlerin payına düşerdi. Çünkü kaynanalar bütün gün kedinin fareyi izlemesi gibi gelinlerini gözetlerlerdi. Onlar için gelinler “Allah’ın belalarıydılar.” Çocuklar da birer kımıldı. Ama kimin umurunda! Çayırlara, kırlara çıkar, gün ağarıncaya kadar oynardık; alacakaranlıkta türküler söylerdik. Arada bir eve geç gelirdim. Böyle zamanlarda annem azarlardı.

- Seni böcek seni! Ne yapmaya geciktin?

- Oynuyordum anne!

Büyükannem ve diğer bütün büyükanne ve büyükbabalar için, zaman uzun bir geçmişti. Buradan kopmak, koparılmak onları çıldırtıyordu. Gençlerin, sonu gelmez göçlerine tanık olmak onları tedirgin ediyordu.

- Ne olacak bu işin sonu?

- Gidenler gelir mi?

- Gelecekler gelecekler.

- İyi söylüyorsun ama.

- Meşe ağacını, palamudu, yaban elmasını özledikleri gün dönerler.

- Palamut kalırsa tabi.

- Kalır kalır. Bugünden yarına bir şeyler kalır. Belli mi olur. Bir anda her şey değişebilir. Biz görmesek de çocuklarımızın görme yeteneği var olabilir sonsuza dek. Hiçlikten yaratılmadık ya. Elbette bir şeyler bağlayacaktır bizi cennete. İyice bakmak lazım. Tanrı şahidim olsun ki mucize değildir bu. En sıkı kapılar bile sonsuza kadar kapanmaz asla.

Gökte yıldızlar derinlik içinde ışıldarlardı. Gözlerimi kaldırıp uzaklara bakardım. Uzaklarda dağlar, kayalar, uçurumlar hayatta kalmanın hüner istediği burada yaşama direniyordu insanlar. Dört bir yanı dağdı. Yıllarca bu dağlarda yürümeme karşın, çok azını tanıyabilmişim. Sayısız dağ parçalarında kervanlar, kabileler, kuytularda gizlenmiş köyler, mezralar ve aşk. Dağlara âşık olmanın açıklaması yoktur. Hiçbir dil, hiçbir söz bunu anlatamaz. Sevdanın sözcüklere ihtiyacı yoktur. Sevda yaşanır. Onlar bize nasıl yaşamamız gerektiğini öğretmişlerdi. Doruklara baktığım zaman kendime bakmış olurdum. Birbirimizi yeterince seyretmemize karşı, yine de her an onlara dönüşmek isterdim. Aşk, onların zirvesinde dolaştığım zaman, yüreğimde oluşan mutluluktu. Çünkü onlar sonsuzluktu ve benim için yaratılmışlardı. Beni koruyan, gizleyen onlardı. Özgürlüğü gizleyen şeydi onlar. Başım sıkıştığında dağların ortasında bir yerde özgürlüğün beni beklediğini biliyordum.

Büyükannem:

- Dağların diliyle konuşabilirsen, kesinlikle sana dost olurlar.

- Bunu nasıl yaparım?

- Yüreğinle. Yüreğinle konuştuğun an onların bir parçası olursun. Onlar da senin içinde olur.

Büyükannem, çok defa söylediklerini anlayıp anlamadığımı anlamak üzere, bir süre gözlerimin içine bakardı; eğer gülümserse bu söylediklerini kavradığım anlamına gelirdi. Sonra ellerimi usulca okşar, kaygan avuçlarında sıcaklığımı hissedene kadar öylece tutardı. Ama anlayamadığımı sezdiği an, soğuk ifadeler yayılırdı bakışlarına.

Bu defa da böyle oldu.

- Görüyorum ki dünyayı kucaklayacak kadar büyük değilsin. Ama bana söz ver ve ilerde bir gün zorbaların bizleri neden kendi dünyalarında yaşamaya mecbur ettiklerini sor. Mutlaka sor. Tanrılardan bile hesap sor. Onlara de ki: Büyükannemin başına onlarca felaket geldi ve sizler üzülmediniz. Hatta içinizden, onun başına gelen benim başıma gelmedi diye şükrettiniz.

Büyükannemin soramadıklarını ben soracaktım, ama utanmaz birine bıçak gibi keskin sorular mı? Hadi canım sen de… Ama yine de soralım: Tombul yanaklının saçlarına ne oldu? Halamın evi nerede? Kim onu bu duruma düşürdü? Neden okuyup yazamıyorum? Neden şarkı söylemeyi unuttum?

Sorun şuydu ki, büyükannem nasıl yaşaması gerektiğini biliyordu, ama hayatın katılığı, çocukluk ve gençlik umutlarımızı gerçekleştirmemize izin vermiyor çok zaman. Bütün çabalara karşın bir düşü gerçekleştirmek bazen bir ömür alıyor ya da hiç olanaklı olmuyor. Hayatımızın her safhasında bir hırsızın olduğunu anladığımız gün, sahip olduğumuz bir şeyin kalmadığını, her şeyin elimizden kayıp gittiğini fark ediyoruz, ama geç artık.

- Eğer sen de herkes gibi yaşamayı başarabilirsen mutlu biri olursun. Ye, iç, çalış ve uyu. Dolaş ve öğren. Sevmen gerektiği zaman sev! Her şey bu kadar basit güvercinim. Aşık olmaktan asla vazgeçme! Hayatın güzelliğidir o! Doludizgin yaşa! Doludizgin yaşamak zahmetlidir, ama değer. Kahır çekmeye değer.

Büyükannem aşktan söz açınca yüreğim kıpırdanırdı. Bundan dolayı onu konuşmaya zorlar, var gücümle dinlemeye çalışırdım.

- Bana bildiklerini anlat büyükanne.

- Bilmen gereken tek şey var: “Aşk, yalnız ve bencildir, derler. Akılla anlaşılması kolay değildir.” Ama yine de dünyanın bütün harikalarını anlamana yetiyor.

- Daha başka?

- İşler yolundayken her şey iyidir.

- Peki değilse?

- Tehlike baş göstermiştir. Çünkü aşk haindir. Her şeyde ve her işte olduğu gibi senin yerini alabilecek birileri vardır her zaman.

- Bu mudur?

- Evet, bütün mesele bu. Bülbül için güldür, toprak için yağmurdur. Senin için de senin sevdiğindir.

Güzel sözlerdi bunlar. Sözle sözcüğü bir arada tutan, düşüncenin ustalığıydı.

Büyükannem bana bunları anlattığı yıl, bir sevdiğim vardı zaten. Yirmisine basmadan bir yıl önce olmuştu. Duygularımın dış dünyada arandığı zamanı anımsıyorum. Önce karşılıklı bakışlarla başlamıştı. Her şey gayet iyi gidiyordu. Sanki kanatlanmış uçuyordum. Kanımı ateşlemiş, beni değiştirmiş, tutkulu ve kusursuz bir uğraşın içinde bulmuştum kendimi birdenbire. Ağır ağır, aşkı kendime doğru çekiyordum. Başlıca besinim aşktı. Bir köşeden ötekine, bir sokaktan diğerine koşturup durdum. İlgimi çok çekerdi: Nereden bakıyor, nasıl bakıyor, ne düşünüyor? Elbette bir gün yoluma çıkacaktı.

Kırlar, ormanlar, yeşil dünyanın hayranlık uyandırdığı bir haziran gününde oldu her şey. Nefer o zamanlar zayıftı. (Kocamın adı Nefer’di). Kısık gözleri, kısa kalın parmakları dikkatimi çekmişti. Sakallı ve esmerdi. Ama salınışında, yürüyüşünde hoşluk vardı. Köye çıkan yolda karşılaşmıştık. Mayıs böcekleri, kuşlar, çekirgeler, papatyalar, küçük yeşil kertenkelelerle olağanüstü bir gündü.

Bana doğru yürüdü:

- Bugün çok sıcak değil mi? dedi.

- Evet, diye karşılık verdim.

Sonra da birbirimize bir şey söylemedik. Sözcüklere gerek yoktu zaten. Bakışların dili sözden güçlüdür ve bizimkiler şu anda havada gümüş halkalar çiziyordu. Yüreklerin konuştuğu, gülümsemeler ile ışıldayan yüzler ve bakışların buluştuğu tarihi bir yer. Bir süre böyle devam etti. Sonra bana biraz daha yaklaştı:

- Bir şey söylememe izin ver, dedi. Seninle evlenmek istiyorum.

Yaşamım o anda bambaşka bir anlam kazandı. Daha büyük, daha mutlu ve kıskanç olmaya başlamıştım bile. Ömrümün en güzel anıydı bu. Kaç zamandır bunu beklemiyor muydum? Aşk açgözlüdür, eldeki kırıntılarla yetinmez. Her zaman daha fazla ister. Kenetlenmek ayrılmak, sonra yine kenetlenmek . Aşkın en görkemli bölümüdür bu. Çok eski zamandan beri, şimdi ve gelecekte var olmamızın en saf, en temel buyruğudur bu. Birdenbire ortaya çıkar ve adım adım geleceğe yürür.

Nefer o anda benim için her şeydi. Dün, bugün ve yarın. Geçmiş ve gelecek. İyice bakıyorum: Yanlış bir şey yok, ne bir leke ne bir karaltı.

Tuzağa böyle düştüm işte. Her şey bir anda oldu ve bir anda olan şeyler olağanüstü muhteşem değişimlere başlangıç olurlar. Yüreğim neden olmuştu buna. Sonra Nefer’e döndüm. Biraz önce kulaklarımı şenlendiren sorusuna cevap verdim.

- Şimdilik kimseye söyleme. Kimseler görmesin. Bekle!

- Tamam. Bütün âşıklar birbirlerini nasıl bekliyorlarsa, ben de seni öyle bekleyeceğim.

Sonra ellerimi tuttu. İlk kez yüreğimin çarpmasına neden olan hoş bir sıcaklık hissettim. Mutluluk çok basit bir şeye bağlıydı ve beslendiği yer bedenlerimizdi. O an, o gün ve sonrasında zaman hızla geçti. Gecem ve gündüzüm ona duyduğum aşkla aralandı. Her gün onunla bir yerlerde karşılaştık; gizli gizli söyleştik. Ona düşlerimi, beklentilerimi anlattım. Günün birinde neler yapabileceğimizi tasarlardım.

Her genç kızın gıpta ettiği biriyle olmaktan onur duydum. Onunla uzaklara bakmak güzeldi; bakışlarından büyülenirdim. Irmakların üzerine serilen sabah sisine büyülenmiş gibi baktığımı nasıl anımsıyorsam, hala şu an onun gözlerine baktığımı öyle anımsıyorum. Onun sesini dinlemeyi, içimi yakan yanık türkülerden daha güzel bulurdum.

Aşk, şaşılacak şeydir kesinlikle.

Birlikte olduğumuz zamanlar, bütün zamanların en güzeli olurdu. Gün uzadıkça uzardı.

Aynı yıl evlendik. Yirmi bir yaşında çocuğumu doğurdum. Şimdiyse yirmi altı yaşındayım.

Yüreğimiz kaç yıl, kaç zaman buluştu, bunu bilmiyorum. Sevda insanı büyülüyor, ama evlilik boyunca her gün, her an iyi ve güzelden yana oldum.

Şimdi ise, yani şu an, babamın cesedinin başında bulunduğum şu anda, geçmiş günler için şunu söyleyebilirim kesinlikle. “Aşk dünyanın saçmalığıdır. Kalıcı hiçbir değeri yoktur, çünkü karanlıktır. Kocamın bütün o sevgileri, bencilliğinden başka bir şey değildi.”

Ve büyükannemin sesi kulaklarımda çınladı yine:

- İnsan çok başlı canavardır, güvercinim… Onu iyi tanımak lazım. Her bir baş ayrı bir dil konuşur. Her bir baş ayrı bir nefret, ayrı bir sevgi, vahşet ve karmaşa içerir.

- Peki nasıl güveneceğiz büyükanne?

- Bakmasını öğren.

- İyi insan yok mu?

- İyi insan yoktur güvercinim… Yoktur. İyi dediğimiz nedir? Bilen yok ki…

- Ama böyle olmaz ki?

- Oluyor işte. Dünya tuhaftır. Ateş ve yıkımla kaybolmuş geçmişten bugüne bir şey var mı hüzünden başka. Yüzyıl önce orada burada koşturmuş insanlardan kimse var mı?

- Başka bir yol yok mu?

- Vardır, küçük güvercinim… Her zaman üçüncü bir yol vardır. İhtiraslardan ve zorbalıklardan kurtulmanın yolu vardır: Utandırmak…

20 Eylül Saat 22:00

Kocam hâlâ sessizlik içinde, kıpırtısız oturuyordu. Başı öne düşmüştü, yarı uykuda gibiydi.

Bir an onun bu durumundan yararlanmak düşüncesi doldu içime. Tam zamanı gelmişken içinde bulunduğum şartları kendi lehime çevirebilirdim. Böylece bir anda kapıya yöneldim ve dışarı çıktım.

Hava temiz, serindi. Ortalık ay ışığıyla aydınlanıyordu.

Dışarıda her zamankinden farklı bir kalabalık vardı. Bağırarak konuşanlar, gizemli sözler, fısıltılar ve genel bir gürültü göze çarpıyordu. Dört bir yanda çocuklar koşturuyor; geliyorlar, gidiyorlar beni gözlüyorlardı. Nasıl da dikkatle bakıyorlar. Oysa aynı kalabalık bir felaketin haberiyle kaynaşmasına karşın, daha biraz önceki çığlıklarımı duymak istememişti. Bana yardım etmek kimsenin aklına gelmemişti.

Bu şekilde köy alanını geçerek muhtarın avlusuna geldim. Orada da kalabalık vardı ve konuşma konuları ben, Nefer ve babamdı.

- Muhtarı görmek istiyorum, dedim.

Kimse cevaplamadı beni. Herkes suskun, ölüm kadar sessizdi. Böylece bir süre geçti. Sonunda köy bekçisi geldi, beni içeri götürdü.

Muhtar, yanındaki dört kişiyle cam bardaktan sunulan çayı içiyordu. İçerde boğucu bir tütün kokusu vardı.

Beni karşılarında gördüklerinde toparlandılar. Muhtar ayağa kalktı, oturmam için yer gösterdi.

Oturdum:

- Kocam babamı öldürdü, dedim.

- Biliyoruz, dedi muhtar. Ve beni teselli etmeye başladı. Sonra sabırlı olmamı, sabah olur olmaz üzerine düşeni yerine getireceğini söyledi.

Ancak ben ısrar ettim. Kocam babamı neden öldürmüştü? Nasıl öldürmüştü? Ve bu ısrarıma şaşırdım. Çünkü bu zamana kadar nasıl, neden sorularına cevap aramanın peşine düştüğüm olmamıştı.

Muhtar, kendisini rahat bırakmayacağımı, ne pahasına olursa olsun öğrenmek isteyeceğimi anladı ve bekçiyi göndererek olayın tanığı olan Rafet’i getirmesini söyledi. Rafet komşumuzdu. Bütün gün koyun gütmek dışında bir işi yoktu. İşini de çok seviyordu. Onun neden bir âşık gibi koyunların peşinden koştuğunu bilmezdik.

Biraz sonra Rafet geldi. Otuz yaşlarında, üstü başı bakımsız, kendi halinde biriydi.

- Hadi Rafet, gördüğün şeyleri anlat, dedi muhtar.

Rafet belki de hayatında ilk defa tanık olduğu kanlı bir olayı heyecan içinde anlatmaya başladı:

- Ben o sıra tarlanın altında koyunlarımla birlikteydim. Koyunların sağa sola kaçmalarını engellemek için bir an bile onları yalnız bırakmıyordum. Yoksa yiyecek ve su peşinden onlarla her yeri dolaşmak zorunda kalacaktım ki, bu da benim yorulmam demekti. Ben tedbirimi baştan alırım. Ayrıca koyun milleti kendileri için neyin zararlı neyin zararsız olduğunu bilmez. Hangi otu yenir, hangisi yenmez, su temiz mi değil mi, umurlarında değil. Bundan dolayı her an onları gözetlemem gerekiyordu.

Rafet’in koyunları anlatması muhtarı kızdırdı.

- Seni buraya bize çobanlık dersi vermen için çağırmadım, dedi.

- Tamam tamam. Koyunlarımla birlikte otlaktaydım. Derken yukarıdan bir gürültü duydum. Konuşmuyorlardı, sadece bağrışıyorlardı. Ben bu gürültülerden, bağrışmalardan pek hoşlanmam. Neden bilmem ama, içimi bir ürperti alır.

- Sözü gördüğün şeyleri anlatmaya getir, dedi muhtar. Bir yığın işimiz var.

- Peki peki. Akşama doğruydu. Güneşin kızıl ışıkları tepelerin üzerinde gözden kayboluyordu. Bir ara koyunlardan biri sürüden sıyrıldı, dere yatağına yöneldi. Peşinden koştum. Onu geri getirmek için kan ter içinde kaldım. Oysa ben bu koyunu sürünün akıllısı ve kendime dost sanıyordum. Kimi zaman dizlerimin dibinde yatardı, kimi zaman sürünün önünde benimle birlikte yiyeceğe, suya gitmesi gereken koyunlara kılavuz olurdu. Ben de ona en iyi yiyeceği, en temiz suyu verirdim. Gözleriyle konuşurdu sanki. Ne zaman uyumak, ne zaman otlanmak gerektiğini biliyordu. Oysa öteki koyunlar sürülmedikleri sürece kendi başlarına ne yapacaklarını asla bilmezlerdi. Başıboş dolanırlardı ve onların peşinden koşmaktan bitap düşerdim. Bu koyun böyle değildi. Ama nedense son haftalarda tuhaf olmaya başladı. Daha hırçın, daha öfkeli oldu. Kocaman bir sürüyü aratırcasına, her yerde onu kovalar oldum. Sanki bunu kasıtlı yapıyordu. O zaman anladım ki, her zaman sadık bir dost bulmak zor. Dünyanın bütün koyunlarına en iyi yiyecekleri, en iyi otlakları sunsam bile, yine de bir tanesinin sonuna kadar bana dost kalacağına inanmıyorum artık. Çünkü karınları doydu mu burunlarının dikine gidiyorlar ve bir dostun fedakârlığını önemli görmüyorlar.

Muhtar giderek sinirlendi.

- Oğlum, dedi. Bizim dilimizle konuş.

- Tamam Muhtar Amca, başlıyorum. Nefer durmadan “Seni öldürürüm, seni öldürürüm!” diye bağırıyordu. Derviş Amca da ona: “Sen kim, adam öldürmek kim tavşan yürekli; karıncayı bile öldüremezsin sen.”

Bu sözleri belki on defa duydum. İçimi bir merak sardı. Koyunlarımı otlakta bırakarak, onlara doğru yürüdüm. Aslında koyun sürüsünü yalnız bırakmak doğru değildir. Çünkü bir kurt ya da hırsız yaklaştığı zaman bunun farkına varamıyorlar. Ancak boğazlandıkları zaman olacakları anlıyorlar, ama çok geç. Neyse!.. Nefer vahşi halde bağırıyordu. Dünyayla ilişkisi yoktu sanki.

Derviş Amca da şöyle bağırıyordu:

-Vurma artık, yeter.

Ama Nefer vuruyordu da vuruyordu. Derviş Amca yere düştü. Epey bir zaman da yerde tekmelendi. Sonra düştüğü yerden kalktı koşmaya başladı. Ne var ki Nefer güçlüydü. Beş on adım sonra yakaladı onu; bileğinden tuttu, büktü, tekrar yere çarptı. Derviş Amca onun yüzünü tırmaladı, kendini savunmaya çalıştı. Ama faydası yoktu. Nefer dizini göğsüne bastırdı, adamcağızı kıpırdayamaz hale getirdi. Kafasını yumrukladı, yumrukladı. Bu sırada:

- Neden oğlum neden? Sana ne yaptım? Biz akrabayız, dedi Derviş Amca.

- Bunun önemi yok artık… Şimdi sadece seni öldürmek istiyorum.

- Bırak beni öldürmeyi de sana bir çift söz edeyim.

Nefer durdu. Gerilmiş yumruğunu çekti. Sonra da kenara çekilip oturdu.

Derviş Amca iniltilerle konuştu:

- Eğer canımı bağışlayacaksan, bütün malım mülküm senin olsun. Hepsi senin olsun. Yeter ki canımı bağışla!

Nefer, Derviş Amca’nın teklifiyle yumuşadı. Ona sevgiyle baktı. Toza toprağa bulaşmış üstünü temizledi ve oturdular.

- Şimdi mutluyum, dedi Derviş Amca.

- Ben de, dedi Nefer.

Bir süre konuşmadılar.

Can kazanan Derviş Amca çevresine bakındı. Belki de nasıl olup yeniden dünyaya merhaba dediğine şaşıyordu.

Nefer ise yavaşça yerinden kalktı, ağır ağır dolaşmaya koyuldu. Ama yüzünde garip bir gülümseme vardı:

Aşağı yukarı gidip geldi ve:

- Ne çok insan gelip geçti bu köyden, dedi Derviş Amca’ya dönerek. Hepsi de boş geldiler, boş gittiler. Sanırım bunu biz bu hale getiriyoruz. Tuhaf bir rüya gibi her şey…

Sonra birdenbire adımları sıklaştı. Yüreği sıkışmış gibi hızla öteye beriye baktı. Bu bakışları çözemedi Derviş Amca ve tam olarak ne anlatmak istenildiği anlaşılmayan bakışlardan korktu. Nefer ise tam bu anda kaba, vahşi şekilde adamın etrafında dolandı. Belki on defa döndü. Başka tarafa bakmıyordu.

- Ne oldu Nefer? Neden bu kadar huzursuzsun, diye sordu Derviş Amca.

- Uzatma, uzatma. Ötekiler de böyleydi.

- Ötekiler kim?

- Keşke yaşasalar ve söyleselerdi neler yaşadıklarını. Hepsi son nefeslerini bir gübrelikte verdiler. Boğuştular durdular bir ömür, bir parça ekmek için. Öldüklerindeyse kıçlarında don yırtıklarından geçilmiyordu.

- Ne söylemek istiyorsun Nefer? Sakın bir aptallık daha etme, dedi Derviş Amca.

Derviş Amca da çok saftı. Felakete felaket yüklüyordu. Bunu der demez, Nefer’in gözleri kıvılcımlar saçtı. Dengesini kaybetti. Yürüdü Derviş Amca’nın üzerine çullandı yeniden.

- Aptallık ha! Bana aptal dedin değil mi?

- Beni öldürme! Akıllı ol.

- Akıl kayboldu.

- Merhamet et!

- Onu da uzun yıllar önce kaybettim.

Nefer gerçekten aklını yitirmişti. Derviş Amca’ya vurdu, vurdu. Ortalık kan gölüne döndü.

- Allah’ım, dedi Derviş Amca. Öldürdün beni, ölüyorum!...

- Hepimiz öleceğiz, diye karşılık verdi Nefer.

- Yazık oldu bana. Hayatı seviyordum.

- Kim sevmiyor ki…

- Çok zalimsin, dedi Derviş Amca ve bunlar onun son sözleri oldu.

Nefer’de ne üzüntü gördüm ne pişmanlık. Orada öylece durdu. Onun, ölen birinin karşısında tüylerimi ürperten soğuk halini seyrettim. Ayaklarını sürüye sürüye, sigarasını tüttüre tüttüre dolaşmasına baktım. Bir şeyi umursadığı yoktu. Ayakucuyla Derviş Amca’yı dürtükledi, ölüp ölmediğini kontrol etti. Yemin ederim ki en küçük pişmanlık belirtisine tanık olmadım. Tanrı aşkına nasıl biriydi böyle? Lütfen bunun ne anlama geldiğini bana söyleyin!

Derviş Amca uzun süre can çekişti. Bu o kadar uzun sürdü ki, bana yıl gibi geldi.

Serin bir rüzgâr esiyordu. Havada daha biraz önce canlı olan Derviş Amca’nın göğsünden çıkan ılık buharın son kokusu vardı. Hepsi bu kadar. İşte o akşam alacakaranlıkta oldu bunlar.

20 Eylül Saat 23:30

Muhtarın evinden öğrenmek istediklerimi öğrenmiş olarak ayrıldım. Bir şeylere karar vermem gerekiyordu. “ Bir şeyi gerçekleştirmek istiyorsan önce karar al. Karar almak seni amacına ulaştırır,” demişti büyükannem.

Kafam karmakarışıktı. Eskiden iyi şeyler düşünür, iyi şeyler konuşurdum ve bu benim yaşam biçimim olmuştu. Kuşkusuz geleceğimi değiştirebilecek kadar güçlü kararlara sahip değildim; ama yarın için, on yıl sonrası için fikirlerim vardı. Altında barınabileceğim bir dam, üzerinde oturabileceğim bir şilte önemliydi, ama bir köylü de olsam dünyanın bütün yoksul anneleri gibi çocuklarımın daha iyi eğitilmelerini umut ettim ve neredeyse hemen her gün umutlarımı gerçekleşmiş görüyordum. İnsanın soğuktan titrediği günler geride kalır ve sonra da unutulurdu; ne var ki eğitim eksikliği unutulmuyor…

Evime giden yoldan saptım, biraz uzakta tabanı çökmüş, duvarları yıkılmış eski bir yerde durdum. Kararsızlığımı, kocamla babam arasında kalmışlığımı yoluna koymam gerekiyordu.

Orada içimden hemen şimdi eve girip ona bıçak saplamak geçti. Ya da zehirlemek. Ama sonrasında gece gündüz dolaşıp vicdan azaplı olmaya değer mi? Belki birbirimizi sevmeyi sürdürebiliriz!... Hadi canım sen de!... Babanızı öldüren biriyle her gün aynı masada yemek, aynı yastığa baş koymaya devam etmek nasıl bir şey? İnsan yaşayacak, öğrenecek ve geçmişinin peşine düşmeyecek. Nerde var bu? Ancak hemen ardından bazen olayların akışını kesmek, yeni olaylara geçit vermemek en iyisidir, diye düşündüm. Başkası için acı çekmek, ölmek, öldürmek, acı çekmek insanın en eski aptallığı değil midir? Bana ne oluyordu? Evlilik, insanı çember içinde yaşamaya mecbur ediyordu, ama dünyanın bu eski gerçeğine kim karşı gelebilirdi? Elden ne gelir? Boşluktan yaratılmadık mı? Kafamızda taşıyabileceğimiz bir şey yok ki… Ta başından beri yanlış doğmuşuz. Göbek kordonumuzu öteki bağışlamış bize. Bundan dolayı bir halkaya, bir zincire bağlanmak gerekiyor. Durup dururken bu bağdan kopmak olur mu? Sonra ne derler? Dünyanın günahkârları bizler değil miydik? Sevmeyi yeniden başarabilirim ve yeteneklerimi evliliğimin devamı için kullanabilirim. Ortak yararlar henüz bitmedi. Çok uzak değil, daha dün akşam ben eve geç gelmiştim ve beni merak edip aramaya çıkmamış mıydı… Beni en iyi o anlayabilirdi ve ben de ancak onunla var olabilirdim. İşte bütün bu nedenlerden ötürü birazdan içeri gireceğim ve ona, onu bağışlayacağımı söyleyebilirim. Büyükannem ne demişti: “Yanlışa yanlışla karşılık verme inancımızdan kurtulabilseydik, ne düş kırıklığı ne de acılar yaşardık. Tarafsız kalabilmeyi becerebilseydik, yanılgı ve yalandan sıyrılmış olacaktık. Gerçek de belirsiz olmaktan çıkardı.”

21 Eylül Saat 01:00

Ortalık ay ışığıyla yıkanıyordu. Köy, gözümde daha büyümüştü; altmış hanelik, dört yüz nüfuslu köy değildi sanki. Evler, ev dizileri, bacalar, toprak damlar, sokaklar, ağaçlar iç içe geçmişlerdi ve üzerime geliyorlardı. Yollar uzun mu uzundu. Dallara tünemiş kuşlar, eşiklerde köşelerde insanlar koşuyor, koşturuyor ve bir şeyler anlatıyorlardı birbirlerine.

Elimden geldiğince hızla, evime girmekten başka bir şey düşünmeden yürüdüm. Bulunduğum yerle evim arasında epey uzaklık olmasına karşın çok kısa süre içinde gelmiştim ve bunu nasıl başardığıma şaşmıştım.

Kapıdan içeri girdiğim zaman Nefer’i hala kanepede oturmuş, düşünür halde buldum.

Beni görür görmez:

- Dışarıya ne yapmaya gittin, diye sordu. Eğer beni ihbar etmeye gittiysen buna gerek yoktu.

Bir şey söylemedim. Evin öteki odasına gittim. Odayı ikiye ayıran rengarenk perdenin arkasına geçtim, çeyiz sandığımı açtım. Genç kızlığımdan kalma ipek giysilerimi giyindim, kuşandım salona döndüm.

Nefer beni bu halde görünce şaşırdı. O an bakışlarından içine bir korkunun düştüğünü hissettim. Ürkekti ve yeni giysilerimden hoşnut olmadığı belliydi. Neden süslü püslü giyindiğimi, neden siyah peçe taktığımı sordu.

Ona cevap vermedim. Babamın ölüsünün üzerine eğildim; yanlara sarkmış ellerini göğsünde birleştirdim. Uzun beyaz bir örtüyle kapadım. Geleneğe uygun olarak da kilerden aldığım uzun sivri bıçağı cesedin üzerine koydum. Her şey tamamdı…

Sonra uzun ince kollarımı yanlara açarak, ölünün etrafında oyun için dolanmaya başladım. Kanatlarını uçmaya çırpan bir kuş gibi bıraktım kendimi boşluğa. Uyum, hız, oyun… İpek şeritli bilmeceydim. Zincirleme akıp giden zamana kanat çırpıyordum. Omuzlarımda beyaz tül, boynumda altın takılar, eski zamanların kraliçeleri gibiydim. Adım adım artıyor hızım; saçlarım savruluyor… Dudaklarımdaki ezgiler, içten içe akan bir dağ çeşmesinin tatlı sesiydi.

Uzun süre oynadım. Dakikalar geçti, saat oldu. Bir ara babamın başucuna geldim, örtüyü araladım, yüzüne baktım. Sonra Nefer’e, sonra tekrar babama. Bir ona, bir Nefer’e belki on defa baktım. Nefer’den bir cevap arıyordum, ama bilinmezlik doluydu.

- Garip şeyler oluyor, dedi.

- Öyle mi, diye karşılık verdim. Ne bileyim belki de şu büyük, gereksiz sıkıntıyı birazcık hafifletmek istiyorum.

- Ne demek bu?

- Ne demekse işte! İnsanın işine akıl erer mi!...

- Hadi canım sen de! Bırak bu lafları, işine bak…

- İşime bakıyorum zaten, dedim ve akıp giden oyunumla ona vardım. Tedbiri elden bırakmadan hüzünle gülümsedim ve sarılıp okşadım onu. O anda bütün o saldırgan davranışlarına ve aşağılamalarına karşın ne kadar ümitsiz ve pişman olduğunu fark edebildim. Yalnızdı... Eğildim onu yeniden kucakladım, öptüm.

- Rahat ol artık, dedim.

Nefer o kadar etkilendi ki, gözyaşı döktü.

- Tanrım, dedi. Nasıl da mutlu oldum.

Sonra:

- Zin, diye ekledi. Pişmanım!

Ben duymadım.

- Zin! Beni duymalısın. Pişmanım, dedim. Hayatımda belki ilk defa bunu söylüyorum. Bırak oyunu şimdi.

Duymadım.

- Unutmalıyız!

Yine duymadım.

- Zin, yapma! Bu saçmalığa son vermeliyiz.

Yine duymadım. Ne benden bir karşılık alabildi, ne oyundan vazgeçirebildi. Oyunum tam bir çılgınlığa dönüştü. Baştanbaşa vahşilik yayıyordum artık.

Sonra birden, yine aynı hızla babamın ölüsüne atıldım. Göğsündeki bıçağı aldım, Nefer’e koştum ve defalarca sapladım. Rastgele. Bir defa, iki defa, üç, dört, beş. Ve kan revan. Nefer yere düştü. Tek sözcük edemedi. Boylu boyunca babamın yanına uzandı.

İşte o akşam birkaç saat içinde oldu bütün bunlar ve köyden hiç kimse, hiçbir şey görmedi. Muhtar evinde yarını bekliyordu ve o da bir şey görmedi. Eğer salondaki iki ceset olmasaydı, bunlardan biri, yani babamın ölüsü köylüler tarafından görülmeseydi, olağan hayat hiçbir şey olmamış gibi devam edecekti.

21 Eylül Saat 02:00

Köpek ulumaları, cırcır böcekleri, hayvan anırmaları ve aydınlık gecenin büyüsüne kapılan insanlar. Müthiş bir andı. Köylülerden biri ötekine haber salıyordu. Olağanüstü olay ağızlardan kulaklara aktarılıyordu. Çocuklar merak içindeydi. Erkekler efsane yaratıyorlardı. Kadınlar bana yanıp üzülüyorlardı. Neden ama? Bu mahşerî gürültü neydi?

Çünkü dışarıda yüksek sesle kalabalığa doğru bağırıyordum: “Sonunda onu geberttim. Orada yatıyor işte!”

Böylece yüzyıldır taşıdığım yükün ağırlığından kurtulduğumu sanmıştım, ama dünyanın yükü hesaba vurulmayacak kadar fazladır ve bitenin ardından yeniden başlayacak başka yükler vardır her zaman.

Muhtar kafasında şapkası, üzerine bir tek uzun iç donuyla yanıma geldi:

- Sen kocanı mı öldürdün, diye sordu.

- Evet.

- Yani sen kocanı, Nefer’i öldürdün öyle mi?

- Evet, diye tekrarladım.

Muhtarın elleri titredi, sözcükler diline dolandı.

- Olmaz böyle şey, olmaz.

- Oldu muhtar, oldu.

- Buna inanmak istemezdim, ama her neyse. Sabah olur olmaz karakola gideceğiz. Her şeyi orada anlatırsın.

Ölüm haberi erken yayıldı. Yıpratıcı bir gürültü içinde dört yanda yankılanmaya başladı. İnsanlar, olağanüstü iki adamını ve beni gelecek kuşakların belleklerine kazırcasına konuştular. Hüzünlü köy odalarında, tarlalarda, alanlarda yıllarca bugünden söz edeceklerdi.

Yaşlılar şaşkınlık içinde beni baştan aşağı süzmeye başladılar. Bütün köy, büyük küçük, ilgili ilgisiz herkes eve girip çıkmaya başladı. Kimi cesetlerin başında bekledi, kimi gözyaşı döktü. Kadınlardan bazıları genç yaşta ölen kocamın yakışıklılığına ağıtlar düzdüler. Hayatı yeterince, doya doya yaşamadığı için babamdan çok ona üzüldüler. Gözyaşları ve ağıtlar, kuşların ve böceklerin çığlıklarıyla birleşti. İleri geri, aşağı yukarı o kadar çok şey söylendi ki üst üste yığılan sözler, sınırları aşarak ufuk çizgisinden derinlere indiler.

Kocamın uzun kulaklı, güçlü beyaz köpeğinin ayrılık dolu ince ve zayıf iniltileri herkesin yüreğini yaktı.

Öte yandan Ahmet’in sorularını kimse duymadı o akşam. Ahmet, uzun yıllardır köyde yalnız başına, kimsenin umursamadığı biri olarak dolaşır dururdu. Onu, her zaman herhangi bir yerde görebilirdiniz. Kimi zaman bir dağda, kimi zaman kuytularda, bir evin kapısında, içerde dışarıda bulabilirdiniz. Annesi babası ilgili değillerdi. Sadece önemli ihtiyaçları olan yiyecek, içecek ve birkaç giysiyi karşılıyorlardı. Çünkü ailesi için bir onur kaynağı değildi. Ahmet sara hastasıydı. Sık sık herhangi bir yerde düşer, kasılır, her yanı kilitlenirdi. Birkaç defa iyileşmek umuduyla hocaya, cinciye gitmişti, ama asla yerlerde sürünmekten, çırpınmaktan kurtulamadı.

Şimdi de kimse kafasını kaldırıp onunla ilgilenmedi. Kimse meraklı bakışlarına ufacık bir cevap vermedi. Sonunda gitti kalabalığın dışında bir başına bekleyen küçük bir çocuğa sordu.

- Tuhaf bir gece… Ne olmuş ki?

Çocuk cevaplamadı. Ahmet devamla:

- Havada ölüm kokusu var, dedi.

Çocuktan yine karşılık alamadı. Buna şaşırmadı, çünkü o zamana kadar böyle bir şey ilk defa başına gelmiyordu. İnsanların kendini önemsemediklerini, birlikte yaşamak ve en ucuzundan bir sözü bile paylaşmak istemediklerini çoktan anlamıştı. Yine de çocuğa dikkatle baktı:

- Uzun zamandır kimseyle konuşmadım, dedi. Oysa büyükannem derdi ki: “En küçük, sıradan insanların bile bir önemi, bir işlevi vardır. Ve bunlar yaşamımızın zenginliğidir.”

21 Eylül Saat 06:00

Günün ilk ışıkları tepelere vurup da ortalık aydınlanmaya başlayınca, muhtarla birlikte karakola gitmek üzere köyden ayrıldık. Onlarca insan hâlâ eve girip çıkıyor, kimi ah vah ediyor, kimi lanetler okuyor, kimi de cesetleri defin için hazırlıkla meşguldü. Horozların ötüşleri, hayvan böğürmeleri, sidik dökmek üzere kuytularda gezinenler ve tarlaya, bağa yürümeye koyulanlar yeni bir günü başlatıyorlardı.

Ama bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyordu. Daha önce de bu didişmeyi hep görmüştüm. Nice insanlar öldü, niceleri göçtü. Evler yıkıldı, evler yapıldı. Ekinleri sel aldı, otlaklar yandı. Bir hafta içinde binlerce hayvanın yok olduğuna tanık olmuştum. Ama yaşamın kendi döngüsü içindeki akışını hiçbir şey bozamıyordu. Bu uçsuz bucaksız dağlarda çocukken gördüğüm çiçekler, şimdikinden farklı değillerdi. İnsanlar ölüyorlardı, ama kıvrıla kıvrıla akan derenin suları aynı coşkuyla akardı. Sorun şuydu: Biz gidiyorduk, ama dağlar hep aynı yerdeydiler ve kim bilir daha kaç kuşağa kucak açacaklardı.

Muhtar yeni ve temiz giysiler içindeydi. Kırklı yaşlarındaydı sanırım. Son derece uysal, çalışkan biriydi. Yolculuğumuz boyunca kendi köyünde meydana gelen olayı garip ve inanılması zor olarak gördüğünü ifade ettiyse de, aslında pek de önemsemiyordu. Büyükannem demişti ya: “Hiç kimse senin başına gelen felakete gerçek anlamda üzülmez. Ama üzülmüş gibi yapar.” Muhtar daha çok karakola gitmek zorunda bırakıldığına yanıyordu. Çünkü karakolla iş görmeyi sevmiyordu. Otorite, onun için yaşamı önemli yerinden sınırlıyordu. Yolda, köydeki olayı nasıl anlatacağını tasarladı ve özel bir anlatımla komutanı etkileyip onun yüreğini yumuşatma denemelerini yaptı, ama ne yazık ki karakolda bunlar işe yaramadı. Çünkü muhtar her şeyi unutacaktı.

Zaman uzadıkça, yolumuz kısalıyordu. Uzaktan balaban kuşunun çığlıkları duyuluyordu. İçimi parçaladı bunlar. Hüzün ve acı… Yanılgı ve yanlışlar ne kadar uzunca… Umutsuzluk herkesin anladığı bir dil değildir. Bu dili konuşan bilir. Gözlerimde anılar, güzel günler canlanıyor. Bakışlarım dağların ufkunda yitip gidiyordu. Şiddetli bir yalnızlık içindeydim. Ve mutsuzluk. Kolay iş değildir mutsuzluk.

Her şey daha şimdiden uzak bir geçmiş olmuştu bile. Zaman çok ağır, duyusuz, doyumsuz ve geçmişten söz söyleyebilecek birileri yoktu.

- Bazıları için hayat neden bu kadar zor?

- Çünkü hayatı bilmiyoruz, dedi muhtar. Yaşamımızın hikâyesi bilinmezlerle doludur.

Herkesin bir cevap tarzı vardır. Muhtar da rahat ve bir çırpıda sorumu cevapladı. Bu hoşuma gitti.

- Peki bu bimezliği kim yaratıyor?

-Yine hayat, dedi muhtar. Çünkü yanlış rolü üstleniyoruz.

Üstlendiğim rolün ağırlığı fazlaydı ve hayat bana karşı zalimdi. Daha düne kadar sahip olduklarımın anlamı yoktu. Çocukların sevinçle oynadıkları, kadınların yollarında türküler söyledikleri, erkeklerin yorucu işlerden sonra evlerinde dinlendikleri ağaçlı, çiçekli sevimli köyüm yoktu.

Bugünden sonra benim için hapishane vardı. Soğuk kapılar arkasında tavanlara bakıp düşünerek, dışarıya özlem duyarak zaman geçirecektim. Sevdiklerime rüzgârlarla ve yağmurlarla haber göndereceğimi, hayatta olduğumu, bir gün onlara geri döneceğimi umut edecektim. Geride bıraktıklarıma kavuşmanın ümidi olacaktı günlerim

Karakola vardığımızda, komutan bahçedeki birkaç çiçeğin bakımını yapıyordu. Elindeki mavi plastik çanaktan çiçeklere su döküyor, solmuş yaprakları ayıklıyordu.

Bizi görür görmez kafasını kaldırdı ve sert bakış fırlattı. Bu ürkütücü otorite muhtarı sinirlendirdi. Bir şeyler mırıldandı. Sonra komutana yönelerek:

- Günaydın, dedi.

Komutanın küçük, düğme kadar gözleri dikkatimi çekti. Doğruldu, dik dik baktı.

- Günaydın, diye karşılık verdi. Ne var, ne istiyorsun Muhtar?

- Bir olayı bildirmek için geldim.

- Olay nedir?

- Köyümde iki ölü var ve onlardan birini öldüren karşınızda duruyor.

Komutan, güneşten rengi solmuş üniforması içinde, bir elini yandan palaskasına iliştirmiş halde beni baştan aşağı süzdü. Bakışlarını uzun süre üzerime yöneltince gözlerimi kaydırdım, önüme baktım… Ama o bakmaya devam etti.

Neredeyse iki yıldır burada görev yapan komutan tıknaz, iri kemikli, yuvarlak yüzlüydü. Hantallığı ve heyecansız oluşu göze çarpan özellikleriydi. Karakola hangi köylü gelirse gelsin, kendisiyle onun arasına sınır çiziyordu. Bunu devlet, resmiyet, jandarma, bilmem kimlerden dolayı böyle yapmak gerektiğini söylemişti muhtar. Asık suratlılığı da bu nedendenmiş. Ayrıca bu ücra köşelerde yaşayan insanların gerek uzak, gerek yakın yöneticiler tarafından pek ciddiye alınmadıklarını bildiğini ve bütün yurtseverlik söylevlerine karşın neden buraya nöbetçi olduğunu anlamakta zorluk çektiğini anlatmıştı muhtara ve bizler de bu söylenenlerden etkilendiğimiz için onu kendi dışımızda, yabancı biri sanmıştık. Oysa gerçeğin böyle olmadığını çok geçmeden anlayacaktım.

Sonunda bizi içeri aldı ve bir kez daha buraya geliş nedenimizi muhtardan dinledi. Komutan çevresine bakında ve ancak şimdi önemli bir olayla karşı karşıya olduğunu anladı. Yeniden bana baktı, iç çekti. Yüzünde içten, insanı rahatlatan bir ifade belirdi.

- Bu tür olaylarla çok defa karşılaşırız, yine de her olay her defasında yenidir, dedi.

Komutan sordu, ben cevapladım. Bu uzun süre devam etti. Kuru, katıksız sıcak vardı. Terliyordum; öylesine bunaldım ki, bu anın bitmesi için dua ettim. Şimdiye kadar duymadığım sorular; hatta bu soruların bir kısmının konuyla ilgisini de anlayamadım.

Sonunda kâğıda dökülen ifade, tok bir sesle tane tane yüzüme karşı okundu.

- Burayı imzala, diyerek kâğıtları önüme koydu.

- Hapislik zor iştir, dedi. Sabır ister. Bu yüzden önce sabrı öğrenmelisin. On beş yıldır bu işi yapıyorum iyi insan, kötü insan hangisidir bili rim. Şimdi seni de tanıdım, hem de anladım. Ama ne yaparsın ki adalet asla hakkı yerine teslim etmiyor. Görünürde ben varım, buradayım diyor, ama sadece görünürde böyledir.

Komutan konuşmasını sürdürdükçe şaşkınlığım artıyordu. Daha başka şeyler de anlattı ve ben şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Söylediği şeyler o kadar sıcak, samimi ve yakındı ki, büyükannemin söyledikleriyle benzerdi.

Galiba komutan değişim içindeydi. Çünkü biz aynıydık.

Bu sırada kapıdan bir kadın göründü. Bir elinde bardakların dizildiği tepsi, ötekinde çaydanlık taşıyordu. Üzerine, ayak bileklerine kadar inan kahverengi uzun bir giysi vardı. Başı açık, saçları bakımlıydı. Bu, komutanın karısıydı. Nedenini bilmem ama onun varlığıyla kendimi biraz daha rahat hissettim. Ondan bütün çaresiz ve ümitsiz insanlar gibi olup biteni geri çevirebilecek bir yardım, bir mucize umut ettim, ama bunun mümkün olmayacağını da hemen anladım.

Kadın, yüzüne yayılan tatlı ifadelerle bana baktı. Yürekten gelen bir bakıştı. Ben de yüreğimle karşılık verdim; gülümsedim.

Sonra bana yaklaşarak adımı sordu.

- Zin, dedim.

- Benimki de Zuhal.

Benden, kahramanı olduğum olaydan söz ederek: “Başımıza her an bir şeyler gelebilir. Bu bizi ümitsiz düşürmemeli. Dün olanı dünde bırakarak yarına devam etmek zorundayız. Rahat ol.” dedi.

Sonra yanıma oturdu. Kendinden, yaşamından, en çok da köylülerden konuşmaya başladı. Köylüleri yakından gözlüyormuş. Gece gündüz sabırla her şeyi en ince ayrıntısına kadar gözlemler, üzerinde kafa yorarmış. Umutsuzca çalışmamızı, yeme içme alışkanlıklarımızı, hatta uyku tarzımızı bile imbikten geçirirmiş.

- Burada insanı büyüleyen çok az şey var. Tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Coğrafya bana uygun değil… İnsanların sadece kar, yağmur, toprak ve hayvanlarla uğraştıkları bir dünyanın bana verebileceği bir şey olmaz, dedi ve iki ya da üç yılda bir oraya buraya nakil olmanın verdiği sıkıntıyla konuşmaya başladı, aralıksız devam etti. Taşınmadan dolayı epey dertliydi. Eşyaları bozuluyor, kullanılmaz hale geliyormuş. Yılın büyük bölümünde evde duvarlar arasında kocası ve çocukları dışında kimseyle ilişkisi olmadan yaşıyormuş. Bu duruma, “Sonsuz uykudayım sanki!” diyordu. Dışarıdan, karakola gelen birinin gürültüsünü ya da ayak seslerini duyar duymaz pencereye koşar, perdeleri aralayıp bakarmış. Böyle durumlarda içinde çocuksu bir merak yükselirmiş.

Yoksulluğumuzu ve yaşamamızın sevimsiz bulduğu yönlerini uzaktaki akraba ve arkadaşlarına yazarmış. Bir defasında da, “Düşünün,” diye başlayıp şöyle devam etmişti: “Yollar keçi dışkısından geçilmiyor ama bu dışkı o kadar değerli ki, hazine gibi… Günlerce toplanır, istiflenir, sonra hamur yapılır kurumaya bırakılır. Kışın da yakılır. Dünyanın en güzel kızlarını, delikanlılarını burada görebilirsiniz. Ama bunlar binlerce yıldır kir içindeler sanki. Her şey rüya gibi...”

Ağzımı açmadan sessizce dinledim. Çok yalnızdı ve biriyle bir şeyleri paylaşmayı kesinlikle ihtiyaç duyuyordu. Aylardan beri ilk kez kendi deyimiyle, “içini döküyordu”. Onu anlayabilecek birileri olsaydı, burada yaşamanın her türlü zorluklarına katlanabilir ve onlara; halı dokuma, nakış, dikiş gibi kurslar açmak üzere ön ayak bile olabilirmiş.

Komutanın karısına derin minnet duydum. Çünkü yüreğimi saran bu çöl kuraklığında, ağzımı ıslatan bir bardak çay sunmuş, beni konuk etmişti.

Pencereden dışarı baktım: Sayısız tepecikler üzerinden kıvrıla kıvrıla köyüme giden yolun sağında solunda boy veren meşe ağaçlarının rüzgârda salınan yapraklarına duyduğum özlem, içimde hüzün verici anıların doluşmasına neden oldu. İlk defa köyümden göz alabildiğince uzaklaşmıştım. Çok büyük kimsesizlikti bu; karakol, çiçekler, dağlar, ağaçlar, dallara tüneyen kuşlar ve benim yalnızlığım…

Bugünden sonraki günler ve yıllarda ne olacaktı? İnsanlar, dosyalar, hapishaneler ve daha da uzun bir liste… Gerçi bütün bunları önceden düşünmüştüm, ama yaşamımız sadece birkaç olayın döngüsündeyse, aynı şeyleri üst üste düşünmekten kurtulamıyoruz.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Edebiyat Yazıları
Öykü: KEFAL

Edebiyat 27 Aralık 2024

Öykü: KEFAL

Keşkenin Güncesi

Edebiyat 25 Aralık 2024

Keşkenin Güncesi

Öykü: AKUT

Edebiyat 23 Aralık 2024

Öykü: AKUT

Öykü: Çukur Ali

Edebiyat 21 Aralık 2024

Öykü: Çukur Ali

Öykü: ZİRVE

Edebiyat 19 Aralık 2024

Öykü: ZİRVE

Öykü: ORMAN KUYTUSU

Edebiyat 18 Aralık 2024

Öykü: ORMAN KUYTUSU

USUL USUL

Edebiyat 17 Aralık 2024

USUL USUL

ÖYKÜLER

Edebiyat 16 Aralık 2024

ÖYKÜLER