Ali Fuat Karaöz
Kategori: Edebiyat - Tarih: 24 Aralık 2024 19:57 - Okunma sayısı: 136
Meydanı henüz geçmiştim, demir korkuluklu duvara birkaç adımlık mesafe kalmıştı. Duvarın ötesinden, Müzik Bölümünden inceden inceye keman sesi geliyordu acemi işi. Dalgındım, aşırı merakla yerimde duramıyor, hızlı adımlarla ilerliyordum. Yan tarafta bekleyenlere gözüm kaymıştı ki, sessiz adımlarla geldiğini bile fark etmedim. Gözün aydın, geçmişsin, dediğinde irkildim. Göz göze geldiğim an gerçekten mi dedim, sevinçle zıplarken elimdeki kitabı gökyüzüne fırlattım. Dönerek havalanan kitap birkaç tur attıktan sonra düşmeye başladı, tuttum.
O saatten sonra içeri girsem, uzun süre yatsam da artık umurumda değildi, ama yine de içimde bir kuşku vardı, ya notumu yanlış okuduysa. Gözümle görmeliydim.
Bölümde listeyi incelediğimde içim içime sığmıyordu artık. Düşünsene, on altı yıllık öğrencilik hayatımda bir derse hiç bu kadar çalışmamıştım.
Hey gidi peygamber lakaplı Fikret hoca! Baş belası teknoloji dersinin meslek ilkelerinden ödün vermez hocası, herkesi titreten, eğilip bükülmez hoca! Kavga günlerinde bile, tehdit edildiği zaman gayet sakin, ‘Öldürürsen öldür, eğitim şehidi olurum,’ dediği dillerde dolaşırdı. Eskiler onu hep yâd eder, mesleğe başla, o zaman anlarsın değerini derler.
Az kalsın okul bir yıl uzuyordu, neyse ki ne yapacağı iyice belli olmaya başlayan YÖK denilen cuntanın yeni kurumu dört sınav hakkını gasp etmenin karşılığında bir defalığına yeni bir hak verdi.
Böyle oldu diye olan biteni kabul etmek mümkün mü? Zaten güdük olan üniversiteleri, yüksekokulları iyiden iyiye boğazlıyorlar; tıpkı lisedeki gibi sadece eylülde sınav hakkı da neyin nesi? Bu haliyle üniversite kavramı yok ediliyor; papağan gibi iyi ezbercinin üste çıktığı yerde yaratıcılık mı olur! Dertleri öğrencileri dersle boğmak; nerede kaldı bilimsel, özgür düşünce; hani nerede eleştirel aklın gücü! Böyle bir yönetiminin bu tür derdi zaten olamaz, doğasına aykırı!
Hatırlıyor musun, eğitim psikolojisinin daha ilk dersinde hoca ne güzel tanımlamıştı. Eğitim, demişti; insan yeti ve yeteneklerini açığa çıkarıp ona istendik davranışları vermektir diye. Bunlar, insanları geliştirmek için mi eğitir? Bir tiranın doğası ne ister, insanları rahat yönetmenin yolu nereden geçer, istendik davranışlar onun için nedir?
Her şey bir tarafa okula müdür diye bir albay atadılar, askeri kışla gibi bir sürü yasaklar koydular; kot pantolon, t-shirt giyemezsin; keçi sakal bırakamazsın diyerek eğitimden başka her şeyle uğraşıyorlar. Birde haziranda okul bitirenler yüksekokul, eylülde bitirenler üniversite diploması aldı, birdenbire bizim okul fakülte oldu.
Neyse, ekim ayı olsa da bitirdim. Eylül sınavlarında belki verebilirdim, kalan beş dersin üçüne girip hepsinden geçmiştim. Tam bitiyor derken ne korkunç hastalıktı öyle; sadece soğuk bir içecek yüzünden yataklara düştüm. Güzel bir sonbahar gününde sıtmadan geberecekmiş gibi hummalı, ateşli hastalığa yakalanmak ne acıydı; kalan iki sınava giremedim.
Katil suratlı, ödüllü o işkencecinin geçen kış dedikleri bir bir çıkıyordu; ‘Oğlum, boşuna inat etme, yazık değil mi sana, görünürde hiçbir şey belli olmayacak, içten içe çürüyeceksin,’ demişti; izbe, karanlık bodrumlarda kardan sonraki soğukta basınçlı suyu çırılçıplak vücuduma sıkarken.
Nereden aklıma geldi yine işkence seansları. İyi şeyler düşünmek lazım!
İkinci döneme kadar atamalar yapılır, değil mi? Gerçi Kayhan’ı düşününce içim kararıyor. Hatırlıyor musun? Geçen sene sadece onun atamasını yapmadılar, o bir ilkti.
O ana kadar sessiz sakin beni dinleyen arkadaşım yavaşça sırtıma dokunurken iri gözlerini kıstı, ikircikli gibiydi, duramadı.
“Korktuğun başına geldi.”
Rengim attı, ne diyeceğimi bilemedim, yutkunduktan sonra sesim zoraki çıktı.
“Gerçekten mi, atamalar yapılmış mı?”
“Evet, kırmızı çizgiyle çizilmişsin. Senin, Erol, Nahit ve Hamit’in adları böyle, Mesut’unki yeşille çizilmiş.”
“Faşistlerden kimse yok mu?”
“Yok!”
Tepem attı, elden ne gelirdi.
“Yani elli iki kişiden beşi sakıncalı öyle mi? Dördü solcu, biri İslamcı! Seçimi neye göre yaptılar acaba? Haydi, ben neyse, ya Hamit? Hiçbir şeyi yoktu, kendi halinde sosyal demokrat biriydi. Üstelik elli iki kişiden hiç değilse kırkının en az bir defa polisle başı derde girmiştir, sanki kura çekmişler.”
Hüzünlü gözlerle bakıyordu, dediğine pişman gibiydi.
“Danıştay’a gitmeyi düşünüyor musun? Bunun hiçbir hukuksal dayanağı yok, o bir tarafa kendi mahkemelerinin bile hiçbir hükmü yok! Bir aylık gözaltının karşılığı bu mu olmalı? Ceza almamıştın, üstelik savcının bile böyle tipler neden önüme getiriliyor diye kızdığını söylemiştin. Suç nedir, neye göre ceza veriliyor?”
Dudaklarımdan acı bir tebessüm yayıldı.
“Savcı, az işkence yapmışlar diye öyle söylemiş olabilir. Aklımı peynir ekmekle yemedim, tekrar içeri girmeye hiç niyetim yok, üstelik hiçbir şey elde edemeyeceğimi bile bile böyle bir işe kalkışmak akıl karı değil!”
Kahırla devam ettim.
“İki yılı aşkın zamandan beri her şeyi kırıp döktüler, hayatı alt üst ettiler. Hangi hukuk, bunlar parlamentoyu bile kapattı, başarısız olsalar demokrasi düşmanı olacaklardı, şimdi demokrasiyi yeniden kurmak isteyen muzaffer komutan edasındalar. Onca cinayet, idam, işkence, ölüm, kayıplar, sürgünler, bitmez tükenmez sürek avları bunların demokrasisi için. Demokrasi dillerinden düşmüyor ama herkesin gözünün içine baka baka onu boğazlıyorlar.”
“Sesini fazla yükseltme! Böyle ortalık yerde, ayakta neler konuşuyoruz, haydi yürüyelim,” derken kolunu öne doğru salladı, göz kırptı.
Aklımı başıma topladım.
“Bir Acem atasözü ne der!”
“Ağacın altında konuşma, yapraklar duyar,” diye yanıt verdi adım atarken.
“Yok, o tarafa değil!”
Döndü.
“Yine inanmak gelmiyor içinden, değil mi?” diye yavaşça homurdandı, “Tamam bu tarafa gidelim.”
Heykelin yanından parkın derinliklerine doğru ilerledik. Havuzun yanında, ağacın altında iki ihtiyar baş başa vermiş konuşuyorlardı. Biraz ileride kara, kuru, çelimsiz boyacı çocuk her zaman ki gibi müşteri bekliyordu.
“Haydi, ağabey,” dedi, “Gel, şunları boyayayım.”
“Yok, abim, kalsın!”
Karşısına oturdu, sohbet etmeye başladı, ısrar edince para vermeye kalkıştığında çocuk kızdı.
“Şimdi ayıp ettin, ben dilenci miyim?”
Bizimkinin yüzü kızardı.
“Ne ilgisi var, canım öyle istedi.”
Homurdanmaya başladığım sırada ötede Çingene kadın bağırarak çiçek satmaya çalışıyordu, sonunda dayanamadım.
“Gelmiyorsan ben gidiyorum, burada beni bekle!”
“Dur, bekle, meraklı gözlerinle kendin gör!”
“Gerçekten istemiyorsan gelme, birazdan dönerim,” diye ısrar etsem de kalktı, kara gözlü çocuğun kıvırcık saçlarını okşarken içtenlikle güldü.
“Hoşça kal abim!”
Çocuk el salladı, arkasını dönüp bizim geldiğimiz tarafa, Güven parkın meşhur heykeline doğru yürüdü.
Bakanlık önünde ne çok hüzünlendim, bina önünde camı kilitli camekânda aslıydı listeler. Adımı gördüğümde içim kanadı, kırmızı bir kalemle üzeri çiziliydi.
Hayali gözümde canlandı. Günler önce o hocayı tesadüfen görmüştüm. Hani, rehber öğretmen olarak liseye gönderilen bizim öğretmen okulunun müdür yardımcısını, her şeye rağmen hala öğretmenlik yapan o sürgünü. Güvenlik soruşturmasının yapılış şeklini isyan ederek anlatmış, özellikle küçük yerlerde hasım aile sorunlarının bile nasıl politik bir havaya büründüğünü örneklemişti. Evet, bende çok iyi biliyorum, bizim orada kendini bir şey sanan ilkokul mezunu görevliyi. Yerli olmasından olacak, en iyi istihbaratı o topluyordu; kimin kızıl, kimin yeşil ya da beyaz olduğunu en iyi o bilirdi, antenleriyle birlikte.
Hey gidi peygamber namlı Fikret hoca! Öldürürsen öldür, eğitim şehidi olurum diyen ilkeli hocam! Sen bilgiyi öne çıkarıp öğretmen yetiştireceğim diye çırpınmaya devam et! Öyle bir vakte eriştik ki, artık okul bitirmek yetmiyor, ayrıca bekçiler kurulundan onay almak gerekiyor. Muktedirlerin kara kaplı defterine bir kere adın girdi mi, vay haline; değil kendin, sülalendekiler bile senin yüzünden işsiz kalabilirler.
Açlıkla terbiye edeceklermiş, bak sen, bu katiller, bu hırsızlar terbiye edecekmiş!
Kasım 2007
02 Aralık 2024 22:54
21 Aralık 2024 20:43
17 Aralık 2024 21:24
02 Aralık 2024 21:54
07 Aralık 2024 01:06
14 Aralık 2024 14:10
16 Aralık 2024 19:23
17 Aralık 2024 15:12
21 Aralık 2024 12:26
19 Aralık 2024 23:13