YALANCI GRAY'IN YALAN-ROMAN'I
Hayatta ve sanatta "özgün" ile "kopya"yı, "gerçek ile "yalan"ı, Abbas Kiyarüstemi'nin "Aslı Gibidir" (Copie Conforme, 2008) adlı filmi üzerinden tartışacağımız incelememize bir arazi keşfiyle başlamak, konuya kurgu dışında ısınmak bakımında isabetli olacak. O arazide Ramain Gray ile karşılaşmamız, konuyu somutlamak bakımından bulunmaz fırsat.
Asıl adı Roman Kacev, takma adları Emile Ajar, Fosco Sinibaldi ve Shatan Bogat, yaygın bilinen adıyla Romain Gray bir Fransız yazar. 1914’te Litvanya'nın başkenti Vilna'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hukukçu, İkinci Dünya Savaşı'nda Fransız Hava Kuvvetleri'nde pilot, Birleşmiş Milletler delegasyonu Sekreteri ve Fransa'nın Los Angeles başkonsolosu... Senaristlik ve yönetmenlikten başka, aynı yazara sadece bir kez verilen Goncourt Edebiyat Ödülü'nü bir kez Romain Gray (Cennetin Kökleri, 1956), bir kez de Emile Ajar adıyla (Onca Yoksulluk Varken, 1975) yayımladığı iki romanıyla iki kez kazanmış tek yazar.
Etkili bir mizah ile hayatı tiye almayı seven Gray'ı, ikinci evliğini yaptığı ama 8 yıl sonra ayrıldığı Amerikalı oyuncu Jean Seberg'in 1979’daki kuşkulu ölümü derinden sarstı. Yazar 1 yıl sonra bir roman gibi yaşadığı hayatına kendi silahıyla son verdi ve geride bıraktığı mektubun son cümleleri şöyleydi: "Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşça kalın."
Romain Gary, sadece edebiyat dünyasına değil, aynı zamanda kimlik ve başarı kavramlarına da yeni bir bakış açısı getirdi. Birden fazla kimlikle yaşamak, aynı ödülü iki kez kazanmak gibi sıra dışı bir hayat yaşadı. Eserlerindeki derinlik ve samimiyet ise onu unutulmaz yazarlar arasına taşıdı. Gray, romanlarında kendi iç dünyasındaki çatışmaları yansıtırken kimlik, özgünlük ve yaratıcılık üzerine derin sorular sordu. Savaşın insan psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkilerini, yalnızlık, yabancılaşma ve ölüm gibi temaları çarpıcı bir biçimde eserlerinin merkezine koydu. Dil oyunlarına düşkündü; farklı anlatım teknikleri ve kendine özgü üslubuyla okuru olduğu kadar, yaptığı birbirinden çok farklı işler ve göründüğü farklı kimliklerle edebiyat otoritelerini de şaşırttı.
Gray, en kişisel anlatısı Yalan-Roman'da (Pseudo: sahte, sözde) kendi hayatı ve edebi kariyeriyle dalga geçen bir metin ortaya koydu. Romanın kahramanı, yazarın kendisi gibi iki farklı isimle eser veren bir yazardı. Bu durum, hem edebiyat dünyasının kurallarına bir meydan okuyor hem de yazarın kendi kimliğiyle olan mücadelesini, varoluş, kimlik ve anlam gibi daha geniş kapsamlı felsefi soru(n)ları tartışmaya alan açıyordu. Bu alan İran sinemasının önemli yönetmenlerinden Kiyarüstemi'nin sözünü ettiğimiz Aslı Gibidir adlı filmini konuşmak için de uygun bir alandır.
İRAN SİNEMASI VE ABBAS KİYARÜSTEMİ
Ancak buraya girmeden önce, filmi yaratan arka planı özetlemekte yarar var. Zengin bir kültürel mirasa sahip olmasına rağmen, Batı sinemasına göre daha geç bir tarihte gelişmeye başlayan İran sineması, kısa sürede özgün bir kimlik kazandı ve dünya sineması içinde önemli bir yere oturdu. 1969'da Daryuş Mihrcuyı'nin G?v (İnek) filmiyle başlayan İran Yeni Dalgası, sinema alanında sanatsal bir devrimdi. Yeni Dalga yönetmenleri, toplumsal sorunları, güçlü İran edebiyatının kalıtına yaslanan şiirsel bir estetik ve kalıcı bir üslupla ele aldılar. İran Yeni Dalgası realizm, minimalizm ve siyasi duyarlılık gibi özellikleriyle birçok yönetmene ilham kaynağı oldu. Bu yönetmenler, ülke sinemasını uluslararası arenada temsil ettiler ve özgün anlatımlarıyla sinema tarihine önemli bir iz bıraktılar.
İşte o yönetmenlerden biri, belki en önemlisi, özellikle çocukluk teması ve doğa ile insan ilişkisi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Abbas Kiyarüstemi'ydi. 1940'ta Tahran'da doğan yönetmen hem senarist hem şair hem de bir fotoğraf sanatçısıydı. Gençlik yıllarında resimle ilgilendi, daha sonra grafik tasarım eğitimi aldı, bir süre reklamcılık sektöründe çalıştı, sonra sinemaya yöneldi ve kısa filmler çekti. Kiyarüstemi, kısa zamanda teknik özellikleriyle ve felsefi derinliği, estetik kaygılarıyla dikkat çekti. Geliştirdiği özgün sinema diliyle, varoluşsal sorulara, ölüm, zaman, hafıza gibi evrensel temalara yöneldi; İran toplumunun ve kültürünün derinlemesine bir incelemesini yaptı. Yaparken de izleyiciyi pasif izleyici konumundan çıkararak filmi birlikte yaratmaya davet etti.
Filmlerinde sıklıkla doğa-insan ilişkisi üzerine duran, doğanın insan üzerindeki etkilerini ve insanın varoluşsal sorunlarını kendine özgü teknikleriyle sorgulayan Kiyarüstemi, kurgu ve köşeli bir hikâye yerine doğaçlamaya önem vererek samimi ve gerçekçi bir hava yakalar. Sabit kamera ve uzun planlar: İzleyicinin sahneleri dikkatlice gözlemlemesine ve keşif yapmasına fırsat yaratır. Çocukluk, çocuk masumiyeti ve çocukların dünyaya bakış açıları, filmlerinin önemli bir parçasıdır. Gereksiz detaylardan arındırılmış, sade minimalist bir anlatım ve gerçek hayattan kesitler sunan, doğaçlamaya dayalı belgeselci bir sahihlik üreten yaklaşımı öne çıkar. Filmlerinde hayata dair sorulara kesin yanıtlar vermekten kaçınan yönetmen, bu tavrıyla izleyiciye düşünme ve yorumlama alanı açarak izleyicinin de yanıtlara dahil olmasına kapı açar ve filmlerinin tekrar tekrar izlenmesini teşvik eder. Bütün bunlar Kiyarüstemi sinemasına felsefi bir derinlik kazandırarak insanın hem bireysel hem toplumsal yaşam hakkında etkili sorular üretmesine olanak sağlar.
Gerçek bir olaydan yola çıkılarak çektiği, sinema ve gerçeklik arasındaki çizgiyi sorguladığı, bir sinemaseverin bir film yönetmenini taklit ederek yaşadığı olayları merkezine alan Yakın Plan; tarzını oturttuğu, film yapım sürecine odaklanan, yaşamın devamı ve umut üzerine çektiği Köker Üçlemesi’nin son filmi olan ve bir film yapım sürecinin belgesel tadında anlatıldığı Zeytin Ağaçlarının Altında; en çok bilinen filmlerinden, yaşam ve ölüm üzerine derin bir meditasyon olan Kirazın Tadı… Bunlar ve diğerleri, yönetmenin yaratıcı deneyselliğinin görünür olduğu filmlerdir. 24 Kare'de fotoğrafla etkili bir doğa hikâyesini sinematografik bir tarzda anlatırken, Şirin'le izleyiciye çok faklı bir seyir deneyimi yaşattı. On'da taksiye monte ettiği kamerayla kendisinin bulunmadığı mekânda film yönetti… 2016’da hayata veda eden Abbas Kiyarüstemi’nin adı, Furûğ Ferruhzad ve Sohrab Sepehri gibi İran şairlerinin şiirlerindeki imgeler ve temalarıyla bu filmlerinde ve tabii özgün tarzını yurt dışına taşıdığı Aslı Gibidir'le anılmaya devam edecek.
"ASLI GİBİDİR" Mİ?
Kiyarüstemi'nin, İran kültürü içinde edindiği kendine has tarzından uzaklaşmadan Batı'nın sanat felsefesi terminolojisine yaklaştığı Aslı Gibidir, yukarıda sözünü ettiğimiz Romain Gray'ın içinde dönüp durduğu kimlik arayışı ve ontolojik sorunlar ile sanat yapıtlarında orijinal-kopya ilişkisine dair "serim-düğüm-çözüm"süz, serbest bir hikâyeye dayanıyor. Kimlik ve benlik, gerçeklik ve görünüm, zaman ve hafıza, boşluk ve mekân, tabii en çok da orijinal ve kopya ikili kavramları üzerine etkili sorular soran filmiyle Kiyarüstemi'nin, bu ironik adlandırmayla, üzerine düşündüğü temaları yanında, yaptığı sinemanın yaratıcı ve özgün tarzına da işaret ettiği muhakkak.
Film, "Aslı Gibidir" adlı kitabının İtalya'da "Yılın Yabancı Dilde En İyi Denemesi" ödülünü alması nedeniyle Toscana'ya gelen James Miller'in (William Shimell) tanıtım konferansıyla açılıyor. Konferansta kitabını yazmaktaki amacının sanat eserlerinin orijinalleri yanında kopyalarının kendi değerlerini kanıtlamayı denemek olduğunu belirten Miller'in kitabının alt başlığı, biraz da yayıncılarının provakatif tavrı nedeniyle "İyi Bir Kopya Orijinalinden Daha İyi Olabilir" biçiminde belirlenmiştir.
Kitabının kendi ülkesi İngiltere'de pek ilgi görmediğini ama burada Michelangelo ve Da Vinci'nin yurttaşları tarafından kabul görmesini zevkle kabul ettiğini belirtir. Zaten kitabın temel fikri, Floransa'da Signoria Meydanı'ndaki Davut heykelinin kopyasının, aslından daha fazla ilgi görmesinden doğmuştur. Gerekçesi ise şudur: “Kopya bizi orijinal esere doğru götürüyor ve böylece orijinalin değerini onaylıyor. Bu yaklaşım sadece sanat için geçerli değil. Orijinallik üzerine sorular tarih boyunca tartışıldı ve hatta Romalıların, Mısır sanat eserlerinin kopyalarını sattıkları dönemde de bu tartışma vardı. En sevdiğim hikâye, Lorenzo de Medici'nin, Michelangelo'ya daha yüksek bir fiyata satması için yapmasını önerdiği antika taklidi Aşk Tanrısı (Cupid) heykelidir. Sonuç olarak, orijinallik konusu gerçek ve sahte kavramları bizim kadar atalarımızın da aklını meşgul etmiştir..."
KAVRAMSAL BİR YOLCULUK
Böylece "asıl", "orijinal", "kopya", "gerçek", "sahte" kavramları filmin anahtar sözcüklerine dönüşür, tabii James Miller’in de belirttiği gibi sadece sanatta değil, kişisel ilişkilerimizde de. Nihayet Fransa'dan gelip Toscana'ya yerleşen, burada bir antika galerisi açan ve orijinal eserlerin yanında kopyalar da bulunduran Elle (Juliette Binoche) ile aralarında gelişen ilişki, filmin ilerleyen sekanslarında bunu da tartışmaya açar. Ancak, izleyici bu noktadan sonra kurmaca ile gerçeğin iyice grileşerek sınırlarını kaybedip iç içe girdiği bir hikâyenin içine çekilir.
Bu bulanıklaşan atmosferde, ister istemez filmin anahtar sözcüklerinin anlamları üzerine düşünmeye başlarız. Güncel sözlüklerin ortaklaştıkları tanımlara göre "asıl", 'bir şeyin kendisi, kopyanın karşıtı' demek ama 'gerçek, temel, esas' gibi anlamları da var. "Orijinal" olumlu anlamlara sahip, 'sahici, asıl, güvenilir, kalıcı, özünde değer taşıyan' ve daha önemlisi etimolojik olarak Latince 'oriri' kökünden, 'doğmuş olan' anlamına geliyor. "Gerçek" ise 'yalan olmayan, doğru, var olan, aslına uygun, sahici, yapay olmayan, başlıca...' anlamlarında kullanılıyor. İtalyanca "copia"dan gelen "kopya", ' sanat eserinin taklidi, suret' ve biyolojide 'klon' anlamlarını taşıyor. "Sahte" de 'düzmece, uydurma, aslına benzetilerek yapılan' demek...
Bu sözcükler, felsefe alanında yüzyıllar boyunca sorgulanıp duruyor. Farklı dönemlerde, farklı filozoflarca farklı biçimlerde kavramsallaştırılıyor. Felsefeden söz ederken adını anmadan bir paragraf bile yazamadığımız Platon'a göre "gerçek" ve "gerçeklik" duyular dünyasına, "hakikat" ise idealar dünyasına ait farklı kavramlardır. Sanat da ideaların taklidinin taklididir. "Taklit"i "kopya" biçiminde de okuyabileceğimiz bu cümleye göre "idea" varlığın veya kavramın hakiki ve mükemmel halidir. Örneğin terzi, giysi ideasını taklit ederek bir giysi biçip diker; bu, zanaattır. Sanatçı o giysiyi resim veya şiirde taklit ederek betimler, bu da sanattır. Terzi ideayı birinci, sanatçı ise ikinci elden taklit etmiştir. Burada hakikate yaklaşmak bakımında zanaatkâr sanatçıdan daha makbuldür. Platon çağımızda yaşasaydı ve sanatta orijinal-kopya üzerine düşünseydi; kuşkusuz kopyayı, ideanın üçüncü elden taklidi sayacaktı.
Platon'a ilk itiraz, öğrencisi Aristoteles'ten gelir. Sanatın taklit olmasını, hocası gibi sorun olarak görmez o. Ona göre sanatçı doğayı taklit ederek, onu anlamamıza ve duygularımızı ifade etmemize yardımcı olur. Immanuel Kant da sanatın, duyularımız aracılığıyla algıladığımız dünyayı aşan bir deneyim sunduğunu düşünür. Ona göre sanat eseri, bir nesnenin taklidi değil, bir fikir veya duygunun ifadesidir. Hegel ise sanatın tarihsel bir süreç içinde geliştiğini ve her dönemin kendine özgü bir sanat anlayışına sahip olduğunu ileri sürer. Felsefi ifadelerini metaforlar üzerinden dile getiren ve üst insanı bir sanatçı yücelmesi gibi düşünen Nietzsche‘nin, “Sanat, hakikatten daha değerlidir.” aforizmasında anlaşılmayacak bir yan yoktur.
Özetle söylemek gerekirse, klasik sanat anlayışında özgünlük, bir sanatçının kendi özgün fikirlerini ve tarzını ortaya koyması anlamına gelir ve sanatta orijinalite değerli kabul edilirken modern ve çağdaş sanatçılar, geçmiş dönemin sanat eserlerinden ilham alarak yeni eserler üretebilir veya mevcut eserleri yeniden yorumlayabilirler. Bu durumda, orijinallik kavramı, eserin içeriği ve sunum şekliyle ilgili daha geniş bir anlam kazanır. Sanatın özgünlüğü sorunu günümüzün yazılım olanaklarıyla üretilen dijital sanatında ise çok daha karmaşık bir hale dönüşmüş görünmektedir. Artık orijinalin kopyayla değil kendisiyle çoğaltılması söz konusudur. Dijital mekânda üretilen sanatsal içerik, aynı anda ve farklı mekânda milyonlarca alıcıya orijinal biçimiyle ulaşabilmekte; dolayısıyla “özgün” ve “kopya” kavramları, dijital sanat için anlamlarını tümüyle yitirmiş görünmektedir. Bu nedenle Baudrillard’ın, kapitalist kültürde imgenin seri üretiminin, sanatta betimlemenin yerini simülasyonun almasına yol açtığını söylemesi, anlaşılmaz bir argüman değildir.
Rönesans döneminin önemli sanatçı ve tarihçilerinden biri olan Giorgio Vasari, sanatçının yeteneğini ve orijinalliğini öne çıkarırken 20. yüzyılın etkili sanat tarihçisi Heinrich Wölfflin, stilistik bir yaklaşımla sanat eserlerinin tarihsel ve kültürel bağlamlarını vurgulamıştı. Modern sanatın savunucularından biri olan soyut dışavurumcu Clement Greenberg sanatın kendi içindeki gelişimi ve özerkliğini ileri sürmüş; Michel Foucault ise sanatın gücü ve sosyal etkileri üzerine kafa yormuş ve her ikisi de sanatın tarihsel, kültürel bir yapı içinde üretildiğini savunmuşlardı. Hal Foster, sanatın tüketim toplumunda nasıl bir rol oynadığını incelemiş, postmodern dönemde sanatın özgünlüğünün sorguladığını ve kopyalama, alıntılama gibi yöntemlerin sıklıkla kullandığını vurgulamıştı... Özetle sanatın değeri, orijinallik ve kopya konusundaki tartışmalar, sanatın karmaşıklığını, çok boyutlu olduğunu; sürekli geliştiğini ve yeniden yorumlandığını göstermekten başka; onun üretim biçimleri ve teknikleriyle ilişkisine de işaret eder.
ASLI GİBİDİR'İN ASLI
Sanat dünyasının "orijinallik", "kopya" kavramlarını tartışmaya açan Aslı Gibidir, giderek bu kavramları "gerçek" ve "kurgu" kavramlarıyla değiştirerek aktüel yaşamımızdaki ilişkilerimizi sorgulamamızın zemini hailine getirir. Getirirken de seyircinin kafasında tamamlanan hikâyeleri seven Kiyarüstemi hayat ve sanata dönük odağımızın bulanıklaşmasına izin verir. Böylelikle bizi, sanat bağlamında "orijinal" ve "kopya"yı, kişisel ilişkilerimiz bağlamında da "gerçek" ve "sahte"yi felsefi bir temelde sorgulamaya teşvik eder. Film, merkezinde yer alan "asıl" ile "kopya" kavramlarını sorunsallaştırırken de yukarıda yer darlığı nedeniyle açamadığımız sanat felsefesinin tartışılan konuları ve sanat eserlerinin doğası hakkındaki soru(n)lara yanıt bulmamızı ister.
Filmin yazar karakteri James Miller'in "özgünlük" ve "kopya"ya dair yanıtı, özgünlüğün doğada olduğu yönündedir; gerisi kopya veya sahtedir. Kiyarüstemi'nin o çok sevdiği, seyahat sırasında araba içindeki Elle ile sohbetleri, bu konuda yoğunlaşır. Konunun kişisel yaşamdaki belirişini Elle'nin çocuğu ve kız kardeşinin eşiyle ilişkileri üzerinden tartışırlar. Elle'ye göre kardeşi Marie, "basit" biridir; sahte takılarının gerçekleri kadar iyi olduğunu düşünmektedir çünkü. Hatta kekeme kocasının "Mmm Maire” diye kekeleyerek seslenmesinde bile bir “basitlik, sahtelik” değil, kendisine duyduğu sevginin yoğunluğunu bulur. James ise bütün bunları "Basitlik kolay bir şey değildir!" diye yanıtlar. Marie için imzaladığı kitaba "Kopyayı boş ver, orijinal sende!" yazması, Fars kültüründe kişinin karşısındakinin statüsünü yükseltme geleneği olan 'taarof'a bir göndermedir. Her şeyde bir felsefi sadelik ve derinlik arayan James, Elle'nin küçük oğlunun çocukça doğal davranışlarını ve sözlerini de filozofça bulur.
Öte yandan "orijinal" ve "kopya"nın sanat alanında yansıması da Miller için aynı doğallık içinde ele alınmalıdır. Selvi ağaçları örneğin, hepsi güzel, hepsi eşsizdir; hiçbiri birbiriyle aynı değildir. Bin yaşında olan da var, bin yaşında olan da. Özgünlük, güzellik, estetik haz ve yaş... bir sanat eserini tanımlayan her şey onlarda da vardır; tek farkları galeride değil, kırlarda olmalarıdır. Bu nedenle onları kimse fark etmez. Oysa adın Jasper Johns ise Coca-Cola şişesini, Andy Warhol ise Brillo kutularını, Maurizio Cattelan ise Duvarda Bantlanmış Muz'u bir sanat eseri olarak galeriye koyabilir ve insanların onlara bakışını değiştirebilirsin! Sahte takılarını gerçekleri kadar değerli bulan Marie'nin de öyle, kocasına bakışı, o “sıradan” adamın değerini değiştiriyor...
DOĞA VE SANAT
Durum sanatta da böyledir. Değerinin orijinallik, güzellik, yaş ve işlevsellikle belirlendiği sanat eserlerinin “orijinal kopyaları”, yüzyıllarca orijinal bilinerek izlenmekte, hatta kopya olduğu kanıtlandıktan sonra da özgün biçimi gibi ilgi odağı olmaya devam edebilmektedir. Nihayet orijinali birkaç adım ötede sergilenen kopya Davut heykeli aslından daha az ziyaretçi çekmemektedir; çünkü eseri değerli, kılan, aşkınlığı değil, ona toplumsal değerlerle biçimlenmiş olan bakıştır. Öte yandan doğal güzellikler böyle değildir! Bütün bu ağaçlar, selviler, galerisi olmayan birer sanat eseridirler. Ne var ki doğa, zamanla, Roberto Rossellini’nin 1954 yapımı İtalya’ya Yolculuk’unu (Viaggio in İtalia) anımsatan ana karakterlerinki gibi, özenle sürdürülemeyen gerçek yaşam ilişkileri "yapraksız bahçe" metaforuna dönüşür. Tıpkı 20. Yüzyıl İran şairi Mehdi Akhavan-Sales’in 1956 tarihli Yapraksız Bahçe (Çeviren: Caner Fidaner) şiiri gibi:
"Güzel olmadığını söylemeye kim cesaret edebilir?
"Ey bulut, o giydiğin nemli, soğuk gocukla
Gel, yapraksız bahçede gökyüzünü kucakla.
Bahçe yalnız başına bütün gün, gece gündüz,
masum, üzgün ve sessiz.
Rüzgâr onun şarkısı, müziği yağan yağmur,
elbisesi çıplaklık, işte, üstünde durur.
Bir başka giysi ona gerekiyorsa, rüzgâr
altın iplikle diker.
Yeşerir mi bilinmez, kim bilir o nerede
bahçıvan da yok orda, yolu düşen kimse de
Gelecek ilkbaharı beklemeden, kendince
yitip gider o bahçe.
Gözlerinden ısıtan bakışlar saçmasa da
yüzünde gülümseyen bir yaprak açmasa da
“güzel değil” denemez o yapraksız bahçeye.
O bize şöylesine bir öykü anlatıyor:
Üstten bakan meyveler, bir zamanlar her şeye
şimdi toprak altında, mezarlarda yatıyor.
Yapraksız bahçe,
gözyaşları kanlı, gülünce.
Sarı yelesi savrulan atını sürerek,
hükmediyor oraya sonsuza dek
her mevsimde hükümdar –
sonbahar."
Sanat yapıtının orijinal ya da kopyasına değerini veren, tümüyle onu alımlayanın algısıdır; ilişkilerimizde de öyle. Elle ile James'in birlikte kahve içtikleri barda, garson kadının onları karı koca sanması ve onların da bu ‘sanma’yı kabullenmeleriyle kopya birlikteliğe dönüşen ilişkileri orijinalinden daha değersiz değildir! O kadar ki seyirci bile bu dönüşümün farkında olduğu halde bu ilişkiyi gerçeğinin yerine koymaktan kendini alamaz. Ayna yansımalarıyla filme görsel derinlik kazandırırken “gerçek-yanılsama” ilişkisine de göndermelerde bulunan Kiyarüstemi, tam bu noktada kurgu olanla kurgu dışının yerini ustaca değiştirerek çekim öncesi asla rol yapmasını istemediği Juliette Binoche'nin kendini oyuna kaptırıp kendisi olmaktan çıktığı sahneleri montajda çıkararak yeni bir deneyselliğe imza atar. Paradoksa bakın ki Binoche bu "rol"üyle 2012 Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü alır! Ödül ‘orijinal’ Binoche mi almıştır ‘aktris’ Binoche mi?
Kiyarüstemi, bu filmde oyunculuk yönetimini, filmin ruhuna uygun olarak azami düzeyde doğal oyunculuğa çekmiş; daha ilk oyunculuk denemesi olan James’te William Shimell buna uymuş görünüyor. Yakın plan yüz çekimleri sahihlik duygumuzu güçlendirirken karakterlerin içsel yolculuklarına eşlik etmemizi de sağlar. Kadrajın önüne aldığı hikâye kahramanlarıyla seyircinin kurduğu özdeşlik, bununla sınırlı kalmayıp aynı kadrajın gerisinde kalan, diğer karakterlerin o anki konuya belli belirsiz dahil olmaları, filmde anlam katmanları ekliyor ve alt hikâyeler kuruyor. Bütün bu görsel genişlik ve derinlikler, filmin teması hakkında geliştireceğimiz ana fikre zenginlik katıyor.
SAHTE - KÂR
Yazımızı, sanatta "orijinallik" ve "kopya"nın çok farklı bir görünümünü, yakın tarihten bir örnekle bitirmenin zamanıdır: Hollandalı Henricus Antonius van Meegeren (1889- 1947), çocukluğunda resme düşkündü; Hollanda Altın Çağı döneminin, özellikle de Johannes Vermeer'in (17. yy.) resimlerine bayılıyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi lideri Hermann Göring'e sattığı sahte bir Vermeer tablosuyla büyük bir skandala imza attı. Bu olay, savaş sonrası Hollanda'da büyük bir şok etkisi yaratmıştı; sanatsever Nazi karşıtları bu sahteciliğe kızsınlar mı sevinsinler mi bilemiyorlardı! Zira van Meegeren, bu sayede hem büyük bir servet ediniyor hem de Nazileri dolandırarak onlardan küçük çaplı bir intikam almış oluyordu…
Yine de bu olay, sanat eserlerinin orijinalliğini belirleme konusunda yeni bir tartışma başlattı; çünkü sanat dünyasının güvenilirliği sarsılmış ve uzmanların bile yanılabilir olduğunun anlaşılmasına yol açmıştı.
Belli ki hayat da sanat da Aslı Gibidir... Asıl ile sahtenin bu denli karıştığı bir çağda, asılın peşinde koşan aydınlar ve sanatçıların işi çok daha zordur artık!