Demokrasinin Koşulu Olarak İnsan Hakları

Sosyal Bilimler - Prof. Dr. Yavuz KILIÇ

Demokrasi ve insan hakları üzerine bir yazı yazmanın kolay olmadığı ilgilenenler tarafından iyi bilinir. Bu zorluğun ana nedenlerinden biri bazen demokrasi ile insan haklarının aynı görülüyor olması bazen de hem demokratik haklardan söz edilmesi hem de Evrensel Bildirgede olduğu gibi (21. Maddede) demokratik yönetim bir insan hakkıdır deniyor olmasıdır. Bir başka ama çok önemli bir neden de demokrasinin zaten insan haklarını güvenceye aldığının tartışmasız bir biçimde kabul edilmesidir. Bu yüzden bu yazıda öncelikle demokrasi ve insan hakları ile ne kastedildiği; bunlar arasında nasıl bir bağ olduğu, kısmen de olsa, açık hale getirilmeye çalışılacaktır.

Yazıda insan hakları ve demokrasinin ne anlama geldiğine ve kısaca tarihsel gelişimine ilişkin, ama hangi koşullarda ortaya çıktığına bakmadan, günümüz tartışmaları üzerinden bilgi vermeye çalışılacaktır. Buradan elde edilen sonuçlar üzerinden de demokrasi ile insan haklarının ilişkisine bakılacaktır. İnsan hakları ile başlayalım, ama bu kavramda geçen “insan” ve “hak” üzerine de kısaca değinmek söylenenlerin anlaşılması açısından yararlı olacaktır.

Daha önceki yazıda da belirtildiği gibi, “insan nedir?” diye sorduğumuzda insanı diğer canlılardan, ama özellikle de hayvanlardan ayıran yanlar dikkate alınarak yanıtlar verilmektedir. Ya insanın kimi yetileri öne çıkarılarak ya da yaptıklarından hareketle neler başarmışsa bu başarıları bakımından bu soru yanıtlanmaktadır. Kısacası, insan diğer canlılardan farklıdır ve kimi olanaklara, kendine özgü yetilere sahiptir.

İnsan hakları kavramında geçen “hak” terimini ise çok eski metinlerde bulmamız olanaklıdır. Sözgelişi Sofokles’in Antigone adlı eserinde “hak güçlünün demişler” ifadesi geçmektedir. Buna yakın bir anlamda Platon -kendi katılmasa da- Trasimakhos’a “hak/adalet güçlünün işine gelendir” düşüncesini diyalogunda dile getirtmiştir. Aslında bu söylenenler bir olguyu dile getiriyor. Günümüzde de çok fazla değişen bir şey yok gibidir. Ama felsefe bu olgunun dışına çıkma ya da bunu sorgulama cesareti göstermiştir. Bunun en tipik örneği yine Platon’dur. Platon’a göre “hak (adalet) borçlu olunanın ödenmesidir.” Genel olarak söylenirse, insan ilişkilerinde ortaya çıkan ve talep edildiğinde talebin meşru olduğu ve talep eden açısından bir şeyi yapmaya yetkili olduğu düşünülen şeye hak diyebiliriz. Aynı zamanda hak insanların yüklendikleri başkalarına ilişkin sorumluluk ve sorumluluk gereği yapılması üstlenilen ödevi kapsamaktadır. İnsan ilişkilerinde bir değerlendirme sonucu ortaya çıkan hak, hep birinin hakkı olması anlamına geliyor.

Haklarda varsayılan ve olmazsa olmaz diye düşünülen en temel şey, “insana yaraşır bir yaşamın değeridir.” Bu değerin ne olduğu da aslında her birimizin eğitimle edineceği bilgilerle

ve bu bilgilere dayanan değerlendirmeyle ortaya konabilir. Burada beklenen şey, insanlar arasında eşit muamelenin olması ve hakkaniyettir. Peki insan hakları denilince bundan ne anlaşılıyor ya da ne anlaşılmalı?

Bir türün üyesi olarak insan felsefe, bilim, sanat, kültür, teknik vb. etkinlikler, değerler ortaya koymaktadır. Bunların tamamı ve buna benzer şeyler insanın başarıları olarak görülmektedir. İşte insan hakları, insanın başarılarını, üretimlerini, yaratmalarını sürdürmesinin olanağını sağlayan yetkinin adıdır. Bu bir düşüncedir elbette. Bu düşünceyle anlatılmak istenen ise şudur: insanlara sırf insan oldukları için değil, insanca etkinlikler yapabildikleri için onlara belli yetkiler verilmelidir. Bu dünyada ürettikleri, başardıkları yüzünden insan türünün belli bir şekilde muamele görmesi gerekir. Öyle muamele etmeli ve öyle muamele görmeli ki, insanlar kendilerindeki olanaklarını gerçekleştirebilsinler diye düşünülmektedir. Düşünülmektedir diyoruz, çünkü talep edilen şey gerçeklikte pek de karşımıza çıkmıyor; gerçeklikte insanların çoğu birbirine böyle muamele etmiyor; başka insanların bu olanakları gerçekleştirebilmeleri için gerekli olan koşulların oluşmasını bilerek ya da bilmeyerek engelliyor. Başka bir ifadeyle, insan haklarını insanın insan olma yolundaki gereksinimleri1 olarak da görebiliriz. İnsan hakları “insan türüne özgü temel ihtiyaçların herkesçe tanınmasından türetilmiş görünüyor” denildiğinde de “temel ihtiyaçların” neler olduğu sorusu karşımıza çıkıyor. Bu soruya verilecek yanıt insanlığın, toplumların geldiği uygarlık düzeyine, gelişimine göre değişecektir, çünkü o çağa göre talep edilenlere (haklara) yeni talepler eklenebilecektir. Bu durum bize insan haklarının sabit, değişmez değil, genişletilebilir ve yeniden yorumlanabilir bir özellikte olduğunu gösteriyor. Söylenenleri bir başka biçimde şöyle de ifade edebiliriz: İnsan hakları Arendt’in Aristoteles’in düşüncelerinden hareketle söylediği gibi, “insan söz söyleme gücüne sahip olan bir varlıktır” ve söz söyleyerek (eylemde bulunarak) insan ancak insan olabilmektedir. İşte bunları sağlayacak olan ve talep edilen şeyin adı insan haklarıdır.

İnsan haklarının neler olduğuna ilişkin görüşlerde ise bir kargaşa söz konusudur. Henry Shue’nun tanımladığı temel haklar, asgari insan ihtiyaçları olarak gördüğü güvenlik (öldürülmeye, işkenceye ve saldırıya karşı güvende olma) [yaşam hakkının temel bir hak olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir] ve varlığını sürdürme (beslenme, barınma ve sağlık) haklarıdır.” Bu noktada İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde geçen 25. Maddeyi de anmak gerekir: “Herkesin, kendisinin ve ailesinin sağlığı ve iyi yaşaması için yeterli yaşama standartlarına hakkı vardır; bu hak, beslenme, giyim, konut, tıbbi bakım ile gerekli toplumsal hizmetleri ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ya da kendi denetiminin dışındaki

koşullardan kaynaklanan başka geçimini sağlayamama durumlarında güvenlik hakkını da kapsar.”

Bir başka görüş de ise “güvenlik, refah, kimlik ve özgürlük ihtiyaçlarına dikkat çekiliyor” (Lin, 1999:187-188). Hak kategorisi içinde şunlara yer verenler de var: “sivil haklar (ifade özgürlüğü), siyasal haklar (oy verme), sosyal haklar (eğitim), ekonomik haklar (kaynaklara ulaşabilmek).” Burada ifade edilenleri dikkate alırsak ve her şeyin sonuna hak sözcüğünü eklersek, (sözgelişi öğrencilerin sıklıkla dile getirdiği “devamsızlık hakkı”) Kuçuradi’nin belirttiği gibi “haklar enflasyonu” sorunu karşımıza çıkar. Bu enflasyondan uzak durmak için insan hakkı diye öne sürülen şeyin, insanın hangi olanağını gerçekleştirmesine yardım ettiğine ya da hangi temel gereksinimini karşıladığına bakmak gerekir. Ayrıca, temel haklar, birbirini destekleyen sivil-siyasal haklar, sosyo-ekonomik haklar (sosyo-ekonomik haklar sivil ve siyasal hakların maddi koşuludur) arasında ayrımlar yapılabilir, ama bunların karşılıklı olarak birbirini desteklediklerini de unutmamamız gerekir.

Bir kez daha yinelersek, insan hakları, daha çok, belirli temel gereksinimlerin karşılanmasıyla ilgilidir. Bu temel ihtiyaçlar karşılandığında insan olarak bizler etkinlikte bulunabiliyor ve üretebiliyoruz: Bilim, felsefe, sanat, teknik gibi insanın değerleri ancak insana sunulan belirli koşullarla, ortamlarla, haklarla mümkün olmaktadır.

Son olarak insan haklarında insanı değerli bir varlık olarak görme (diğer canlılardan üstün olma değil) ve yaşarken, eylerken başkalarını hesaba katma, başkalarını tanıma ve hakkaniyet çerçevesinde muamele etme düşüncesi yer almaktadır.

Açıklanması gereken bir diğer kavram demokrasidir. Çoğumuzun bildiği gibi demokrasi sözcüğü Grekçe ya da eski Yunanca “demos” ve “kratos” sözcüklerinin yan yana getirilmesiyle elde edilen bileşik bir sözcük. Demos halk, çoğunluk demek; kratos ise güç, iktidar anlamına geliyor. Yani demokrasi halkın ya da çoğunluğun kendi kendisini yönetmesi, gücü kendi elinde tutması anlamına geliyor. Bir başka deyişle “demokrasi çoğunluğun egemen olduğu bir yönetim biçimi” olarak anılıyor. Bilindiği gibi Antik Yunan’da site devletleri, yani polisler vardı ve halk doğrudan doğruya yönetime katılıyordu. Ama aslına bakılırsa yönetime katılanlar halk değil “yurttaş”lardı. Aristoteles’in deyimiyle “düşünüp taşınarak, eleştirerek yönetime katılan” yurttaşlardı. Günümüzde ise demokrasi halkın kendisinin seçtiği temsilciler aracılığıyla gerçekleşmektedir.2 Yani günümüzde genellikle doğrudan demokrasi değil de temsili demokrasi söz konusudur. Burada şu varsayılıyor: Temsilciler halkın istekleri, halkın yararı ve çıkarları doğrultusunda görev yapmaktadır ya da onların böyle yapmaları gerekir. Acaba böyle midir?

Bu durumu tam anlayabilmek için geriye, köklere gitmekte yarar var. Platon bize dört devlet şeklinden söz eder: Timokrasi ya da timarşi, oligarşi, demokrasi ve zorba devlet (tiranlık) (Platon, 1988:545b-c). Demokraside başlangıçta herkes özgür gibi görünür, ama aslında Platon’a göre demokrasi en az iyi olan siyasal düzendir. Çünkü demokrasinin bir sapması olan okhlokrasiye (kitlenin egemenliğine) kolayca dönüşebilir, böylece de en kötü siyasal düzen olan tiranlığa (zorbalığa) götürebilir. Platon’a göre “demokrasiyi yıkan da, onun en büyük değer saydığı, doymadan arzuladığı şeydir”, yani özgürlüktür (Platon, 1988:262b).

Aristoteles için de demokrasi en iyi siyasal düzen değildir. Demokrasi en iyi dediği politeia’nın bir sapmasıdır: “demokrasi yoksulların çıkarlarını, yani yurttaşların yalnızca bir kısmını korur; diğer sapkın kamu düzeni biçimleri gibi o da, ortak yararı korumaz” (Kuçuradi, 2011:185).

Eskiçağdan ve başka çağlardan farklı örnekler verilebilir, ama bu örneklere yer vermek bu yazının sınırlarını aşar. Bu yüzden yine demokrasiden ne (neler) anlaşıldığına bakarak devam edelim.

Demokrasi genellikle bir yönetim şekli olarak değerlendirilmektedir. Ama bazen daha geniş anlamda “yaşam biçimi” olarak da görülmektedir (Çücen, 2011:118). Bir yönetim biçiminin demokrasi olduğunu söyleyebilmek için demokrasinin dayandığı bazı temel ilkelerin olması beklenir. Sözgelişi egemenlik, özgürlük, eşitlik ve çoğulculuk gibi. Ne var ki, bu temel ilkelerin insan hakları varsa gerçeklik, geçerlilik kazanabileceğini söylemek abartı olmasa gerek. Bu yüzden “insan hakları demokratik anlayışla yönetilen ülkelerde gelişmiş ve güvence altına alınmıştır” (Çüçen, 2011:47) düşüncesi yerine “insan hakları ile demokrasi arasındaki ilişki karşılıklı birbirine bağlılık ve karşılıklı birbirini destekleyicilik olarak ifade edilmesi” (Uygun, 2003: 296) daha uygun görünüyor.

Demokrasinin sınıflandırılmasının da farklı biçimlerde yapıldığı görülmektedir. Örneğin çoğulcu, müzakereci, radikal demokrasilerinden söz edildiği gibi, doğrudan demokrasi ve temsili demokrasi diye de adlandırmalar var. Bunlara siyasal demokrasi ve kültürel demokrasiyi de ekleyebiliriz. Ama ne olursa olsun, farklı demokrasi anlayışlarının hemen hepsinde, egemenliğin kaynağının halk olması, iktidarda bulunan insanların serbest ve adil bir seçimle halk tarafından seçilmiş olması ve iktidarın halkın istekleri doğrultusunda kullanılması, ortak düşünce olarak kabul edilmektedir” (Can, 2019:2161). İşte sorunlar da aslında tam olarak burada ortaya çıkıyor. ‘Bir ülkede serbest seçimler varsa ve bir de parlamento oluşturulmuşsa orada demokrasi vardır’ diye düşünülüyor!

Demokrasinin sadece çok partili seçimlere indirgenmesi, “yani demokrasi kavramının yalnızca bir öğesine indirgenmesi, bu tür “demokrasi”lerin insan haklarının korunmasını güvence altına alamadığı, üstelik kimi ülkelere de insan haklarının korunmasını

engelleyebildiği olgusunun görülmesi -özellikle de Batılı gelişmiş ülkelerin insanlarınca görülmesini- zorlaştırıyor.” Bu yanıyla düşünülürse, demokrasi herkes için ya da her yurttaş için değil, sadece gücü olanlara, “iktidarda olanlara ait sayılan bir “varlık” haline geliyor” (Kuçuradi, 2011: 187-188). Demokrasinin seçimlere indirgenmesinin yaratacağı en önemli sorunlardan biri de seçimle iş başına gelen iktidarda olup bitenlerin (hak ihlallerinin) meşru görülmesini sağlayacak ve dolayısıyla insan hakları ihlallerinin önlenmesi ve onların güvence altına alınması için yapılabilecek düzenlemelere de engel oluşturacak olmasıdır.

Bugün dünyamıza baktığımızda “demokratik bir biçimde yönetilen krallıklar olduğu gibi, seçimle başa gelen oligarşi tarafından yönetilen devletler de var” (Kuçuradi, 2011:188). Bu durum bizlere demokrasinin sadece çok partili seçimlere indirgenmesinin yanlışlığını bir kez daha açık ve seçik olarak göstermektedir. Çok partili seçimler elbette demokrasinin vazgeçilmez bir yanını oluşturmaktadır. Ancak “seçimlerin asıl işlevini yerine getirebilmesi; azınlık görüşünü savunanların ya da muhalefette kalanların yaşam hakkı, kişi güvenliği, düşünce ve inanç özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı gibi temel hak ve özgürlüklerinin güvence altında olmasına bağlıdır” (Uygun, 2003: 295). Çünkü günümüzde demokrasinin işlemesi için vazgeçilmez ilke çoğunluk değil “çoğulluk”tur. Burada çoğunluk reddedilmemekte ancak onun sınırlı olması düşünülmektedir.

Demokrasinin işlemesinin başka koşulları da elbette vardır. Bu noktada devletlerin organlarında yer alanların şu soruyu kendilerine yöneltmeleri gerekir: “Devlet niçin var?” Bir devlette toplumsal ilişkiler adaletle yönetilebiliyorsa, her yurttaşa eşit muamele yapılabiliyorsa devletin niçin varolduğunun bilinci yöneticilerde vardır demektir. Böyle bir devlette yurttaşların hakları korunduğu gibi, haklara ilişkin talepler de hesaba katılabilir diye düşünebiliriz. Bu aynı zamanda kamusal işlerin düzenlenmesinde insan haklarının temele alınması anlamına gelir. O zaman demokrasi, insan hakları temelinde, “kamusal işlerin eşit haklara sahip yurttaşlardan oluşan halk tarafından yönetilmesi/denetlenmesi” olarak tanımlanabilir (Can, 2019:2164). Yurttaşın denetimi, katılım ve dayanışma demokrasilerde öne çıkan öğelerdir. Demek ki insan hakları (ya da temel insan hakları) “biçimsel demokrasi” bağlamında düşünürsek pratikte bir işe yaramadığını, hatta insan haklarını pratikte işe katmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama ancak “işleyen bir demokrasi” insan haklarının korunmasını ve geliştirmesini sağlayabilir (Lin, 1999:179). Ancak böylesi bir demokraside düşünce ve ifade özgürlüğünün temel olduğu görülebilir.

Kamusal işlerde yurttaşların etkin olabileceği (ya da etkin yurttaşlık) düşüncesinin arkasında, yurttaşların zaten böyle olduğu, yani yurttaşın yönetilebileceği, değerlendirme yapabileceği, eleştirebileceği kabulü yatmaktadır. Bu, yanlış bir düşüncedir, çünkü yurttaş hazır

olarak toplum içine doğmaz, bilinçli ve planlı bir biçimde, eğitimle devletlerde sürekli olarak yurttaş (aktif ya da iyi yurttaş) sayısı arttırılmalıdır.

Düşünüp taşınan ve eleştirerek yönetime katılan, kararlar alabilen yurttaş tam da Kant’ın söylediği gibi kendi aklını kullanma cesareti gösteren kişidir. Aydınlanma da zaten budur. Son olarak, Abraham Lincoln’a atfedilen “demokrasi, halkın, halk tarafından, halk için yönetimidir” ifadesini dile getirmek istiyorum. Bu ifade çok güzeldir, şiirseldir ve aynı zamanda ikna edicidir de. Ama unutmamak gerekir ki “demokrasinin bir kişinin istibdadına dönüşebilme özelliği de vardır. Hatta demokrasi, sürekli olarak çoğunluğun zorba yönetimi tehlikesini içermektedir” (Can, 2019:2164). Bu yüzden, bir devlette insan hakları temele alınmazsa, çoğunluğa dayanılarak hak ve özgürlükler, hatta temel haklar kısıtlanabilir ya da baskı altına alınabilir.

KAYNAKÇA

Aristoteles. Politika, Çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul: 1983

Aruoba, Zeynep, Çeşitli Hak İlişkileri Açısından Hak Kavramı Hacettepe Üniversitesi (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara: 1980

Can, Mücella. “İnsan Hakları ve Demokrasi Arasındaki İlişkinin Felsefi Analizi” Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 23 (Özel sayı), 2019

Çüçen, A.Kadir. “Demokrasi Kavramı”, İnsan Hakları içinde, MKM Yayıncılık, Bursa: 2011

Hampsch, George H. “Variation on the Nature of Democracy and Human Rights”, Dialectics and Humanism 8 (2):93-103, 1981

Kuçuradi, İoanna. İnsan Hakları: Kavramları ve Sorunları, TFK Yayınları, Ankara: 2011

Lin, Chun. “İnsan Hakları ve Demokrasi: Günümüzdeki Tartışmalar Üzerine”, Çev.Bülent Peker-R.Çağrı Ataman, Türkiye’de ve Dünyada İnsan Hakları içinde (Hazırlayanlar: İ.Kuçuradi-B.Peker), TFK Yayınları, Ankara:1999

Platon. Devlet, Çev. S.Eyüboğlu-M.A.Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul: 1988

Üstel, Füsun. Yurttaşlık ve Demokrasi, Dost Kitabevi, Ankara: 1999