ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Sosyal Bilimler - Prof.Dr. Metin BECERMEN ve Hasan GÜNEŞ

H.G: Günümüzde çokça dile getirilen “özgür vatan”, “özgür ülke”, “özgür toplum” ifadelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.B: Bu ifadeler ile dile getirilen şeyden genellikle bir ülkenin veya devletin içişlerinde ve başka devletler ile ilişkilerinde bağımsız bir politika belirlemesi ve ona göre bir davranış sergile(n)mesini anlıyorum her şeyden önce. Bu demektir ki bir devlet egemen bir devlet olarak kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Ancak (günümüz koşullarında) bu egemenliğin politik bir temelinin olduğu kadar ekonomik bir temelinin olduğunu da görmek gerekiyor. Zaten günümüzde ekonomi ile politika birbirine kenetlenmiş durumdadır. Dolayısıyla ekonomik bağımsızlık ile politik bağımsızlık egemen bir devlet olmanın önkoşulu, bir anlamda temeli olmaktadır. Bu nedenle egemen bir devletin kendi ekonomisini oluşturması en önemli husustur ve bir politik duruşu gerektirir. Bu da kendi yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kendinin kullanmasının yanında en temel iki unsur olan kendi tarım ve hayvancılık politikalarının olması demektir. Tarım arazilerinin verimli kullanılması ve hayvancılıkta dışa bağımlı olunmaması bağımsız kalmanın önemli önkoşullarıdır. Bunun yanında kendi sanayinin de dışa en az şekilde bağlı olması veya olabiliyorsa hiç bağlı olmaması bağımsızlık için gerekli koşullardır. Bunlar sağlanmadığında bağımsızlıktan söz etmek anlamlı olmaz. Son zamanlarda içi doldurulmadan piyasaya sürülen “yerli” ve “milli” kavramları ancak bunlar yapıldığında bir anlam kazanacaktır. Böylece bir ülke/devlet kendi ayakları üzerinde durabilecek ve bağımsız bir şekilde diğer devletlerle ilişkilerini belirleyebilecektir. Bu da bu devletin vatandaşlarının özgür kişiler olarak var olmasının koşuludur. Bir anlamda özgür vatandaşların olması da bir devletin var olmasının koşuludur.

Son zamanlarda yaşanan Trump-Zelensky olayını bu perspektiften okuduğumuzda bağımsız olmadığınızda ne duruma düşülebileceğini açık bir şekilde gördük. Ancak bu bağımsız olamayan veya bağımsızlığını kuramayan bütün ülkelerin/devletlerin düşeceği durum için bir aynadır aynı zamanda.

H.G: Bölgemizde yaşananları özgürlük ile ilişkisinde nasıl değerlendirirsiniz?

M.B: Sadece bölgemizde yaşananlar değil, bugün dünyada yaşananlar özgürlüğün gerek kişisel, gerek türsel, gerekse toplumsal-politik anlamları üzerine yeniden düşünmemiz gerektiğinin önemli göstergeleridir. Zira bölgemizde yaşanan sorunlar sadece bölgemizi değil, aynı zamanda tüm dünyayı ilgilendiren sorunlardır. Etnik ve mezhepsel savaşlar sonucu yaşanan göçler bölge ile bağı olmayan devletlerin de sınırlarının ve devamlılıklarının güvence altına alınması için önlemler almalarına yol açmakta ve birçok ülkede etnik milliyetçiliğin ve bu çerçevede ırkçı söylemlerin artmasına neden olmaktadır. Bunun yanında “dinci” söylemlerin başını çektiği ayrımcı pratiklerin de hem bölgemizde hem de dünyada arttığını görebiliyoruz. İdeolojiler çağının bittiğini iddia edenlerin savundukları tezlerin ideolojilerin gündemi belirleyiciliği karşısında nasıl tutarsız bir hal aldığını görüyoruz. İdeolojilerin -özellikle sol ideolojilerin- gücünün zayıfladığı doğrudur; ancak bunun karşısında milliyetçi ve dinci ideolojilerin gücünün ve etkisinin arttığı bir süreci yaşıyoruz. Bu süreç de kimi zaman kanlı pratiklere sebep olabiliyor. Bölgemizde yaşananlar da böyle bir pratiğin gerçekleşmesidir. Bu yaşananların arkasında güçlü devletlerin beklenti ve etkisinin önemli bir rolü olabilir. Ancak böyle olması bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Sonuçta sahada savaşan grupların kendi beyanlarında belli bir ideoloji durmaktadır. Bu da zaman zaman kanlı pratikler olarak yaşanan bir sürece tanıklık etmemize neden olmaktadır.

Bu nedenle özgürlük kavramını/kavramıyla bir düşünme gerçekleştiren düşünürlerle/filozoflarla birlikte yeniden düşünmeliyiz. Burada özgürlüğü hak(lar) ile birlikte düşünmek faydalı olur diye düşünüyorum. Bu da bizi özgürlüğü hem kişi özgürlüğü hem de toplumsal-politik özgürlük ile ilişkisinde ve bu iki özgürlüğü birbirine bağlayarak düşünmemizi gerektiriyor.

H.G: Bu çerçevede özgürlüğü dünya sorunlarıyla ilişkisinde nasıl değerlendirirsiniz?

M. B: Önceki soruya verdiğimiz yanıtı biraz daha açarak bu soruyu yanıtlayabiliriz. Dünya sorunları derken neyi düşüneceğiz? Bugün gıda sorunu veya dünya üzerinde yaşayan her tek kişinin sağlıklı bir şekilde beslenmesi sorunu bir dünya sorunudur. Buna açlık veya sağlıksız beslenme sorunu da diyebiliriz. Buna bağlı olarak birçok ülkede yaşanan gelir dağılımının adaletli bir şekilde gerçekleşmemesi bir dünya sorunudur. Gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki uçurum bir dünya sorunudur. Bu ikisini adalet kavramı çerçevesinde düşünebilir ve tartışabiliriz. Bunların yanında küresel ısınma, yeşil alanların azalması, dünya nüfusunun artması da bir dünya sorunudur. Bunlara pek çok şey eklenebilir. Ancak bu sorunların temelinde olan şey ise hak ile bağlantılı olarak “adalet”tir. Elbette adalet üzerine düşünmek özgürlük üzerine düşünmeyi de beraberinde getirmektedir. Zira özgür kişiler ancak bu sorunlar üzerine sağlıklı, sahici bir düşünme gerçekleştirebilir. Sorunları çözecek kişiler bu özgür kişiler olacaklardır. Özgür kişilerin yetişmesinin zemini de bağımsız, demokratik kurumsal yapılar ve bu yapılar üzerinde şekillenen devletlerdir.

Önümüzde zorlu bir yol var ve bu süreçte sorumluluk duyan her tek kişinin üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Bu sorumluluk dünyaya karşı, dünya üzerinde yaşayan ve yaşayacak olan her tek kişiye karşı sorumluluktur. Bu sorumluluğu taşıdığımızın, bu sorumlulukla eylememiz gerektiğinin bilinci olmazsa eğer dünya daha iyi bir yer olmayacaktır maalesef.