Böcek, Sinek ve Dil

Dil Felsefesi - Mustafa Pala

"Annelerin ninnilerinden

spikerin okuduğu habere kadar,

yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,

anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,

anlamak gideni ve gelmekte olanı."

Eğer yanlış anlaşılmayacaksam, Nazım Hikmet'in "Beş Satırla" dile getirdiği ve "bir müthiş bahtiyarlık" dediği "anlamak" üzerine klavye tıklatmak istiyorum biraz ve tabii ki 1400 sözcüklük bir metni okumaya sabrınız varsa…

Dil felsefesine yoğunlaşan; kavramları mantıksal kesinlik içinde görerek argümanların geçerliğini çözümleme yoluyla değerlendiren Analitikçiler de dile odaklanarak eleştiri ve yorumu öne çıkaran Kıtacılar da "anlam"ı ve "anlama"yı sorunsallaştıran filozoflar. "Anlam"ın dilin yapısından, "anlama"nın bilincimizin doğasından kaynaklanan felsefi bir problem olarak ortaya konmasının nedenleri belli.

Zihin felsefesinde "qualia problemi" diye adlandırılan, bilincin öznel niteliği, "anlama"nın önüne bir engel çıkarıyor. Anlamak, öze ilişkin bir işlem olduğundan, birinin düşüncesine tümüyle ulaşabilmemiz için kendimiz olmaktan çıkıp o olmamız gerekiyor! Bu nedenle "anlam"a dolaysız bir biçimde ulaşmak, olanaksız görünüyor. Ama insanız ve toplu halde yaşamak vaz geçilmez özelliğimiz; iletişim kurmaksızın toplum olamayacağımızdan, anlayabilme ve anlatabilme sorununu çözmek zorundaydık. Yüzbinlerce yıllık tarihimizde, on binlerce yıl önce bu sorunu çözmenin bir yolu olarak dili önce kök halde icat etmiş, sonra eklemli hale getirmiş bulunuyoruz. Ancak icadımızın doğası gereği sorunu yine bütünüyle değil, kısmen çözmüş oluyoruz.

Anlam ve düşüncelerimizi, dilin görsel, işitsel türlü formlarıyla dışlaştırıyoruz. Bu aktarmada anlamı dile bindirmenin aslında bir çeviri olduğunu görmek zor değil. Çeviri ise ister soyuttan somuta ister somuttan soyuta olsun, kaçınılmaz olarak bir hâl değişikliğidir ve özgün olanı taşımakta her zaman eksik kalmaya koşuludur. Bunu bir kenara bıraksak bile, dilin doğası gereği simgesel olması, simgeninse temsil ettiği şeyle özdeş olmaması, anlamın aktarılmasında başlı başına bir sorundur.

"Eklem bacaklılardan çoğu kanatlı ve vücutları baş, göğüs, karın eklemlerinden oluşmuş hayvan" gösterilenini, sırasıyla “b, ö, c, e, k" seslerinden oluşan gösteren temsil ediyor; onu, "s, i, n, e, k" seslerinin oluşturduğu gösterenden ve temsil ettiği "çift kanatlılardan uçucu böcek" gösterileninden ilk üç ses ayırıyor. Ayırıyor ama yine de her birimizin "böcek"i ve "sinek"i, deneyimlerimizin öznelliği nedeniyle bire bir aynı olmuyor. Analitikçiler işin içinden nesnel ve olgusal bir dil arayışıyla çıkmaya çalıştılar ama sonunda matematiğe gelip dayandılar, yorumu sınırsızca çoğaltan Kıtacılar ise iyice bulanıklaştırdıkları metinlerinde daha büyük bir çıkmaza saplanmış görünüyorlar.

Dil felsefesi alanına, kurguladığı düşünce deneyleri ve geliştirdiği "Dil Oyunları" kuramıyla önemli katkılar sunan, 20. yüzyıl filozoflarından, Avusturya doğumlu Ludwig Wittgenstein, dilin "özel", anlamın "öznel" oluşuna vurgu yapan çalışmalarıyla tanınıyor. Filozof, erken dönem çalışmalarının ürünü olan Tractatus Logico-Philosophicus'ta (Mantıksal Felsefi Tezler) dili tümüyle mantık çerçevesinde inceler ve gerçeklik ile dil arasındaki ilişkiyi araştırır. Bulduğu şudur: Günlük dil, gerçekliğe ulaşmada insanları sınırlamaktadır. Öyleyse dilin mantık dışı ve metafiziksel ögelerini dışarıda bırakacak bir model kurgulamak gerekir. "Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" diyerek, dilin dünyayı ve olguları yansıtan bir araç olduğu düşüncesinden hareket eden Wittgenstein, gerçekliği dil aracılığıyla betimlemenin olanaklarını tartışır. Erken döneminde sıkı bir Analitikçi olan filozof, bu çalışmalarıyla ortak bir mantık diline varır ve Tractatus'u "Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı." cümlesiyle bitirir.

Tabii böyle bir model, insanların günlük iletişim gereksinimlerini karşılamaktan yoksundur; çünkü insanlar dil yoluyla sadece önermelerde bulunmamakta, istek, emir, dilek, çağırma, kovma, kutlama, beğenme gibi çok sayıda duygu durumunu da iletişimlerine katmaktadırlar. Kekemelik engeli nedeniyle konuşurken sık sık duraklayan Wittgenstein, bu duraklamalarda insanların onun cümlelerini farklı biçimlerde tamamladıklarına tanık olur. Bu, onu dilin özel, bilincin öznel niteliği sorununa götürür. Düşünür, ikinci dönem felsefi çalışmalarının en önemli verimi olan Felsefi Soruşturmalar'da bu sorunla ilgili "Kutudaki Böcek" adlı düşünce deneyi kurgular.

Wittgenstein, bir grup insan düşünür, her birinin elinde içinde "böcek" bulunan bir kutu vardır. Kimse kimsenin kutusuna bakamadığından, herkes "böcek"i ancak kendi kutusundaki üzerinden tanımlayabilir. “Özel Dil Tartışması” olarak da bilinen bu düşünce deneyinde kutu, insanın zihnidir. İnsan ancak kendi zihnindekini bilebilir, başkasınınki sadece bir varsayımdır. Mutluluk, sevinç, öfke, nefret, acı gibi duygu durumlarımızı bilir; ancak bunları dilin uzlaşıya dayanan ve ortak kullanılan sözcükleriyle aktarmak zorunda olduğumuzdan ne kendimizinkileri tam olarak anlatabilir ne de aynı nedenle başkalarının deneyimlerini anlayabiliriz.

Wittgenstein, felsefenin temel amacını, insanları dilin ve düşüncenin bu tuzaklarından kurtarmak olarak görür. Bu amaç doğrultusunda geliştirdiği bir başka düşünce deneyi de "Şişedeki Sinek"tir. Filozof, sinek tuzağı olarak kullanılabilecek özel bir şişe (fliegenglas) düşünmemizi ister. Şişenin dibi içine doğru kıvrılmış ve kıvrımın ucu açıktır. Sineği şişenin ağzından içine atarsak, sinek akıl edebilirse dipteki kıvrımın açık ucundan dışarı çıkabilir; tabii bunu başaramaz. Camı fark edemeyen ve dolayısıyla şişenin sınırlarını göremeyen sinek, cama çarpa çarpa yorgun düşer.

Şişedeki sinek metaforu, insanın kendi zihinsel sınırlamalarına bir göndermedir. Dil, düşünce ve algılarımız, bizi belirli bir çerçeveye hapseder. Bu çerçeve, gerçekliğin tamamını yansıtmadığından zihinsel dünyamızın ötesindeki gerçekliği tam olarak kavrayamayız. Wittgenstein'e göre bu noktada felsefenin görevi, sineğe (yani insana) şişenin (yani zihinsel sınırların) varlığını göstermek ve dışarı çıkış yolunu bulmasına yardımcı olmaktır.

Wittgenstein'nin çıkış yoluna yönelmeden, dilin özel, bilincin öznel niteliğine sığınmadan önce bir durum saptaması yapmamız gerekiyor. Aslında durumu OECD saptadı, biz sadece iletiyoruz. Yazımızın jeneriğine koyduğumuz Nazım Hikmet'in "Beş Satırla" vurguladığı "anlamak" sorununun ülkemizdeki görünümüne bakalım. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü'ne (OECD) bağlı Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı'nın (PISA) 2022'de yaptığı uygulamanın verilerine göre, 15 yaş grubu öğrencilerimizin "Okuma Becerileri" alanındaki başarı sırası 37 ülke içinde 30'dur. Söz konusu uygulamanın verilerine göre, ülkemizdeki öğrencilerimizin %29’u bu alanın 2. yeterlik düzeyine ulaşamamıştır. Bu alanda 5 ve 6. yeterlik düzeyinde öğrencilerimizin sadece %2'si yer alabilmiştir.

Bunun anlamı şudur: PISA'nın belirlediği yeterlik düzeylerinin ölçülerine göre öğrencilerimizin %98'i, istenen bilginin metin içerisinde saklı olduğu uzun ve soyut metinleri anlayamıyor, bilginin nasıl kullanılacağına karar vermek için çeşitli ölçütler kullanamıyor, bilgilerin benzer ve zıt yönlerini karşılaştırıp bu bilgileri bir araya getiremiyor. Öğrencilerimizin sadece %2'si dış ölçütler kullanarak metnin kaynağı hakkında derinlemesine düşünebiliyor, bilginin kaynağı ve geçerliğiyle ilgili ipuçları aracılığıyla metinler arasındaki uyumsuzlukları belirleyebiliyor, metinler arası tutarsızlıkları görüp, farklı metinlerdeki bilgilerin benzer ve zıt yönlerini karşılaştırabiliyorlar.

Öte yandan aynı veriler, öğrencilerimizin %29'unun basit cümlelerin gerçek anlamlarını değerlendirebildiklerini, metindeki bilgiler arasında basit bağlantılar kurarak metinlerin gerçek anlamını yorumlayabildiklerini, tek bir cümle, kısa bir metin veya basit bir listede istenen bilgileri tarayıp bulabildiklerini, ancak açık bir şekilde istendiğinde birkaç sayfalık metin içerisinde ilgili sayfayı bulabildiklerini gösteriyor. Ayrıca bir önceki ölçmeye (2018) göre, 5 ve üstü yeterlik düzeyindeki öğrencilerimiz oransal olarak azaldığı; 2 ve altı düzeyde yer alan öğrencilerimiz ise oransal olarak arttığı görülüyor.

Öğrencilerimizin okuma becerileri böyle... Üyesi olduğumuz OECD'nin 2020'de yaptığı "Türkiye Eğilimleri, Kantitatif Araştırma Raporu" da yetişkinlerimiz için veriler sunuyor. Rapora göre ülkemizde kitap okumayanların oranı yüzde 59,1. Bunu, en çok televizyon izlenen ülkeler sıralamasında 4. olduğumuz verisiyle birlikte değerlendirmekte yarar var. Aynı araştırmaya göre Türkiye'de okuduğunu anlama yeteneğine sahip olmayanların nüfus içindeki oranı yaklaşık yüzde 40. Bu oran Japonya'da yüzde 4, Finlandiya'da yüzde 6, Hollanda'da yüzde 8, İsveç, Danimarka ve Yeni Zelanda'da yüzde 9...

Son bir veri de şu: Singapur ve İsrail'de, "Temel Beceriler"den yoksun yetişkinlerin oranı %20 iken, Türkiye ve Şili’de bu oran iki katı! Temel becerilere sahip olmayan bireylerin okuma becerileri de yukarıda öğrencilerimiz için açıkladığımız 1. seviye olarak tanımlanıyor. Örneğin bu bireyler, ilaçlarla ilgili açıklamaları bile anlayamadıklarından, kullanılması gereken doğru dozu tespit etmekte zorlanıyorlar.

Şimdi tekrar Wittgenstein'e dönebiliriz; dönmeliyiz, çünkü okuma, okuduğunu anlama becerilerine ilişkin verilerimiz iç açıcı değil. Olgusal, nesnel göstergeleri, metinleri anlama ve yorumlamanın önündeki engelleri, olabildiği en büyük ölçüde kaldırmamız şart. İçine hapsolduğumuz şişeden çıkabilmemiz, kutudaki böceği daha ayrıntılı ve daha gerçeğe yakın anlayıp anlatabilmemize bağlı!

"Dil, farklı dönemlere ait yeni ve eski yapıların oluşturduğu bir şehirdir ve bu şehirde yaşayanlar için gerçekliğin mekânıdır. İnsanlar evlerine, işlerine gitmek için sokakları kullandıkları gibi, düşünmek, iletişim kurmak için de dilin sokaklarında gezinirler." diyen Wittgenstein, insanların her durum için ayrı bir dil oyunu oynadıklarını ileri sürerek "Dil Oyunları" kuramını geliştirir. Her oyunun kendine özgü kuralları olduğu gibi, dilin de farklı durum ve bağlamlarda farklı kullanım biçimleri ve olanakları vardır. Ona göre insanlar, sözcükleri günlük yaşamlarındaki kullanımlarına göre kavrar ve bu kavrayış üzerinden geliştirdikleri dil oyunlarıyla iletişim kurarlar. Farklı toplumsal statülerde farklı dil oyunları oynanır; farklı mesleklerde de öyle, farklı ilgi alanlarında da…

Gerçekliği sözcüklerin zihnimizde oluşturdukları resimlerle anlamlandırmaya veya aktarmaya çalışırız. Ne var ki bu resimler her zaman açık seçik değildir. "İlginç bir adamla tanıştım." cümlesindeki adamı gerçeğe yakın resmetmemiz için onu ilginç kılan sıfatlara ve adamın fiziksel, psikolojik etkisine dair birçok betimleme aracına gerek duyarız. Bu durumda Wittgenstein'ın ilk dönem felsefesinde ileri sürdüğü evrensel/mantıksal dil modeli, gerçeğe ulaşmamızda yetersizdir. Bu nedenle Dil Oyunları kuramında sözcüklerin anlamlarından çok onların hangi bağlamda kullanıldığının önemli olduğunu vurgular. Toplum ve insan sürekli bir gelişim halinde olduğundan yeni dil oyunlarına da gereksinim duyulur.

Özetle, gerçekliğe ve anlama daha çok yaklaşmamız için dil oyunları konusunda kendimizi geliştirmemiz gerekiyor. Farklı dil oyunlarındaki bilgimizi, deneyimlerimizi, sözcük ve bağlam dağarcığımızı zenginleştirmemiz kaçınılmaz oluyor. Ne kadar çok okur ne kadar çok dil oyunu bilirsek, sözcüklerle çizdiğimiz resim gerçeğe o kadar yakın olur.

Bilmem “anlatabildim” mi?