İnanç Deneyiminin Toplumsal ve Matematiksel Ölçülebilirliği

Fikir Yazıları - Prof. Dr. Muhammet Özdemir

İnanç Deneyiminin Toplumsal ve Matematiksel Ölçülebilirliği

Ülkemizde ve dünyanın birçok yerinde insanlar inanç ile yaşam arasında kaldıklarını söylediklerinde kastettikleri aslında çocukluk, ergenlik ve ilk gençlik zamanlarındaki sosyal çevreleriyle yetişkinlik zamanlarındaki sosyal çevreleri arasında kararsız kalmalarıdır. Durum böyle olduğu halde birçoğumuz inancın deneyimle ilişkilendirilemez bir duygu olduğunu ve deneyimin ise ondan ayrı ve dünyaya ait bir duyum olduğunu düşünmek isteriz. Böylece hem duygunun duyumla ilişkisini keseriz hem de deneyimimizi duygumuzla çatıştırarak kendimizi bölünmeye mecbur hissederiz. Oysa bu oldukça yanlış bir tutumdur. Çünkü dünyevi deneyimlerden herhangi biri ve ona dair algısal geribildirimimiz olan duygu arasındaki bütünleştirilemez ve birbiriyle ilişkilendirilerek ölçülemez bölünme bizim yaşantımızı vakit kayıplarıyla doldurmamıza yol açabilir. Her halükarda sorun inanç veya dinle ya da dünya ve deneyimle ilgili değil bizim bu ikisine bakış şeklimizle ilgilidir.

Önce maddi ve nedensel etkileşim içeren deneyimlerimizden ayrı bir duygumuz var mıdır buna bakalım. Birçoğumuz sevginin ve bağlılığın herhangi bir maddi ve nedensel etkileşim içermediğini ve tüm gereksinim ve çıkarlardan ayrı geliştiğini kolayca öne sürebilir. Fakat bu iddianın beklentilerin karşılanmadığı zamanlarda gelişen alınganlığı nasıl açıklayabileceği merak konusudur. Hayatı boyunca bir kez bile alınmayan insan neredeyse yok gibidir. Duygulara dair bakış açımızın yanlışlığına dair bu örnekten sonra onun ne olabileceğine uygun örneklerden söz edilebilir. Sözgelimi duygu bir maddi ve nedensel etkileşimin ürünü ise bu takdirde yine gereksinim ve menfaatlerle ilgili olacaktır. Zamanımızda genç çiftlerin kendi anne ve babalarına kıyasla aile içerisinde daha az sayıda çocuk sahibi olmaya yönelmeleri çocuk sevgisinin azlığından ziyade muhtemelen gereksinim ve menfaat hesaplarıyla ilgili olarak anlaşılabilir. Kuşkusuz her çift bakabileceği sayıda az çocuk sahibi olmak istemeyebilir, ama eğitimli ve konforlu yaşama alışmış olmak ile anne ve baba sevgisini ekonomik ve psikolojik bir muhasebeyi gözeterek işletmek arasında bir doğru orantı vardır. Esas itibariyle anne ve babalık sevgisi de belli ki çocukları dünyaya getirip onlara vakit ayırarak onları yetiştirirken gerçekleşmektedir. Yani çocuğun varlığından önce bir annelik ve babalık sevgisinden söz etmek kolay değildir. Hevesle sevgiyi karıştırmamak gerekir. Böylece sevgi duygusunun maddi ve nedensel etkileşime bağlı deneyimsel bir ürün olduğu söylenebilir.

Peki, duygunun maddeden ve deneyimden ayrı olduğunu neden düşünmek ve iddia etmek isteriz? Çok muhtemelen niyetlerimiz ve beklentilerimiz ile gerçek dünya arasında bir uyumsuzluk olduğunda; yani örneğin binmeyi istediğimiz bir spor arabaya yetecek kadar paramız bankada bulunmadığında bu takdirde spor arabaya ilişkin duygumuzun onu satın alabilecek para miktarından ayrı ve ondan üstün olduğunu söyleyebiliriz. İnanç bir duygu mudur? İnanç kesinlikle bir duygu değildir. Çünkü inanç aslında toplum olabilen insanların aileden başlayarak küresel topluma değin birbirine dayanışma ile bağlı olabileceği beklentisini içermektedir. Çocuk anne ve babasına inanır. Anne ve baba işverenlerine ve çalışma arkadaşlarına inanır. Burada inanmak güvenmekten daha genel ve kapsamlı gerçekleşmektedir. Allah’ın varlığı ve birliğine inanmak da İslâm dininin en doğru din olduğuna inanmak da böyledir. Allah kendisine inanan insanların birbirleriyle geçerli, tutarlı ve sürdürülebilir bir toplumsal dayanışma içerisinde bulunabileceklerini taahhüt ve garanti eder. Nitekim gerçekten de İslâm dini ve onun kaynakları insanlar için yararlı olanın İslâm olduğunu ve bu nedenle İslâm’ın doğru bulunması gerektiğini dile getirmektedirler. O halde inanç bir duygu değildir ve hem inanç hem de duygu aslında günlük yaşantıların maddi ve nedensel bileşenleri arasındadır. Duygu deneyimlerimize yönelik geribildirimlerimizdir. İnanç ise deneyimlerimizle ilgili genel toplumsal kabullerimiz ve onlardan doğan beklentilerimizdir. Bu kabuller kendilerine dayanışmayı temin seviyesinde sahip çıkan ve bu sahip çıkmayı sürdürmeye gücü yeten insanların varlığı kadar varlığını duyumsatabilir. Bu nedenle inanç ile yaşamın çatışmada olması demek bir inanç ile diğer inanç arasında veya iki toplumsal çevre arasında uyumsuzluk yaşamak demektir. Dolayısıyla deneyimle ölçülemeyecek veya deneyime tercüme edilemeyecek bir inanç veya duygu mevcut değildir.

Maddi ve nedensel etkileşim ürünü durumlarımızdan ayrı duygu ve inançlarımız bulunmadığına göre var olan çatışma söylemlerinin bir amacı ve sorunların çözümü kapsamında ne söylenebilir? Çatışma söylemlerinin amacı genellikle sosyal çevre değişimini dile getirmek olmakla birlikte kimi zaman hedef yaşamın değerlendirme konusu olmaktan çıkarılması olabilir. Böylece deneyime konu olmayan ve ölçülüp sınanamayacak bir alan var edilmek istenir ki onun üzerinden bazı gözetilemez girişimlerde bulunulabilsin. Sevginin ölçülemez ve izah edilemez olduğunu söylemekle inancın ölçülemez ve izah edilemez olduğunu söylemek aslında aynı amaca yönelmektedir. Oysa duygu da inanç da birer deneyimdirler ve insanın çevresindeki insanlarla etkileşimlerini içermektedirler. Burada çözüm olarak deneyime tercüme edilmemiş ve insanlarla somutlaştırılmamış herhangi bir sözcük kullanımından kaçınmak önerilebilir. Çünkü deneyime tercüme edilme talebiyle duygu ve inanç konuşulduğunda herhangi bir şey değerlendirilebilir olmaktan kurtulamaz. Böylece toplumsal ölçülebilirlik ve matematiksel hesap mümkün hale gelebilir. İşin en önemli tarafı İslâm dininin ve Allah inancının kendisinin toplumsal ölçülebilirlik ve matematiksel hesaba dayanmasıdır. Açıkça söylendiğinde İslâm dini hesap dinidir. Dolayısıyla hesapsızlık ve ölçülemezlik kabulü her bakımdan zamanımızın insanına özgü bir tavırdır. İnanç ile aklın veya inanç ile bilginin birbirinden ayrı olduklarının söylenmesi de bununla ilgilidir. İnanç derken başka toplumsal çevre ve bilgi derken başka toplumsal çevre kastediliyor ve her ikisinin maddi etkileşimi birey özelinde uyumlu görünmüyorsa bu birey için bir farklılık veya çatışmadan söz edilebilir. Dolayısıyla inanç, akıl, bilgi ve bilim de bütünüyle birer deneyimdir ve nedensel bir etkileşim içermektedir. Deneyimlerin birini diğerinden ayırıp da onunla uyumsuz hale getirebilen ancak birbiriyle çatışan insanların varlığı olabilir. Hilary Putnam’ın pragmatik anlamı bulmaya çabalarken saptadığı dışsalcı pozisyon tam olarak bu analizle örtüşmektedir. Bir sözcüğün anlamı onun var olduğu dış ortamdaki deneyimlerden ve bu deneyimler arasındaki etkileşimden elde edilebilir. O halde toplumsal nitelikli her deneyim insanlar arası seviyede ölçülebilir, ama kişisel deneyimler ancak kişi özelinde ölçülebilir. Duygu ve inanç dinler söz konusu olduğunda pek kişisel değildirler.