KADER

Edebiyat - Rengin YILMAZER

KADER

Kemalettin ailenin üçüncü ve sonuncu erkek çocuğuydu. Kendisinden büyük iki erkek bir kız kardeşi, sıcak, neşeli bir yuvası vardı. Evin en küçüğü olduğu yıllarda bir dediği iki edilmez, o ne dilerse yapılırdı. Ailesinin durumu iyiydi. Kemalettin ile annesinden çok ablası Ayşe ilgilenirdi. Öyle şefkatli, öyle hoşgörülüydü ki ablası, tüm haylazlıklarını sineye çeker, bir kere bile kötü söz söylemezdi kardeşine. Sanki anne olmak için doğmuştu Ayşe. Bunu tüm kasaba fark etmiş olmalıydı. Evlerinden görücüler eksik olmadı yıllarca. Ayşe’nin aklı evlilikte değildi henüz. Liseyi bitirdikten sonra çalışmaya başlayıp, eve destek oluyor, bir kenara para koyuyordu. Ağabeyleri askere birlikte gitmiş, birlikte dönmüşlerdi. Babalarıyla birlikte kendi fırınlarında çalışmaya başlamışlardı.

Sıradan akan yaşamları annelerinin beklenmedik hamileliği ile yön değiştirmeye başladı. Allah’tan gelenden vazgeçmek olmazdı; ama yaş da ilerlemiş olduğundan hamilelik zor geçiyordu. Annelerinin her zaman gülen gözleri gülmez, evin düzeni Ayşe’nin gayretine rağmen aksar olmuştu. Kimse dile getirmese de hepsi huzursuzdu bu yeni durumdan. Dokuz ayın sonunda Hediye sapsarı kafası, pembe beyaz teniyle aileye katıldı. İlk iki hafta anne de bebek de iyi gözüküyorlardı; ama sonra terslikler başladı. Annelerinin bitmeyen ağrıları vardı ve doktorlar ağrı kesici dışında bir tedavi önermiyorlardı, tatmin edici bir teşhis de koyamıyorlardı. Bu arada bebek de sık sık ağlama sırasında tıkanıyor, morarıyor, herkesi korkutuyordu.

Kemalettin tüm bu karmaşanın içinde okuluna gidiyor, babasının hep öğütlediği gibi derslerine ne olursa olsun dört elle sarılıyordu. Yine bir sabah okula gitmek üzere hazırlanırken evde normalin dışında bir sessizlik olduğunu hissetti ve huzursuz bir şekilde Hediye’nin beşiğine yaklaştı. Zavallı bebek nefes almıyordu. Kemalettin önce dondu kaldı, sonra telaşlı bir feryat kopardı. Ne yazık ki çok geçti. Hediye geldiği gibi beklenmedik bir şekilde uçup gitmişti hayatlarından. Anne bin bir zorlukla dünyaya getirdiği sarı kafalı, akça pakça bebeğinin gidişine dayanamadı ve ani bir krizle peşinden kuş olup uçtu.

Bir sabahta tüm hayatları darmaduman olmuştu. Artık neşeli sohbetler yankılanmıyordu evlerinde. Babaları fırında, akşam eve dönüp ailesiyle kavuşma hayali kurarak çalışmıyordu. Ayşe, Kemalettin ile ilgileniyordu; ama daha çok görevini yerine getiriyor gibiydi artık.

Bir akşam babası elinde evraklarla eve geldi ve kararını açıkladı. Kemalettin artık yatılı okuyacaktı. Kemalettin duyduklarına inanamıyordu. Babası ondan vazgeçmişti. Zaten bebeği nefessiz gördüğü andan beri tavırlarında bir soğukluk, bakışlarında bir suçlama hissediyordu; ama o kadar çaresiz ve üzgündü ki yanlış yorumladığını düşünüyordu. Kendisi de hiç yaşamamış olmayı dilerdi o kara sabahı. Defalarca kâbuslarından uyanıp, çocuk aklıyla, komşulardan duyduğu gibi “kader böyleymiş” diyerek sakinleştiriyordu kendini.

Babasının aldığı bu kararla hayatı bir defa daha değişecekti. Bu duruma ne kendisi ne de kendisine annelik yapan ablası Ayşe karşı çıkabilmişti. Sadece akşam odalarına çekildiklerinde ablası yanına gelip özür dilemişti. O da evlenecekti hemen. Annesinin hayaliyle, güzel anılarla dolu yuvalarının geldiği bu soğuk, duygusuz hale dayanamıyordu.

Kemalettin küçük bir bavulla çıktı evinden, bir daha geri dönmeyecekti. Ailesi de kendi hayatlarının derdine düşecek ve bir daha akıllarına küçük kardeşlerini getirmeyeceklerdi. Birlikte girdikleri yatılı okulun bahçe kapısında gördü babasını son kez. Kendisi on yaşında ama ruhu çok daha yaşlı Kemalettin kafa selamı verdi babasına ayrılırken, karşılığını alamadı. Baba arkasını dönüp ağır adımlarla uzaklaştı.

Enver on yaşına bastığı o günü asla unutmayacaktı. Çünkü pastasının mumlarını üfledikten hemen sonra o günden önceki tüm yaşantısının bir yalan olduğunu öğrenmişti. Babası ve annesi Enver’i karşılarına alıp aslında kendilerinin, Enver’in gerçek anne babasının akrabaları olduklarını açıklamışlardı bir psikologdan yardım alarak. Doğum günü kutlamasına katılan bu mesafeli genç kadının sırrı çözülmüştü böylece. Duygudan yoksun, ezberlenmiş cümlelerle konuya giriş yapmış ve ardından sanki herkesin başına gelebilen bir olay sıradanlığında, hafızasında yer almayan trajik geçmişini bir kâğıttan okurcasına sırayla anlatıvermişti.

Enver daha bir aylıktı ailesiyle tatile giderken. Annesi ve babası yazlıkta geçirilecek üç ayın hepsine iyi geleceğini düşünmüştü. Annesi zaten çalışmıyordu, babası da işlerini evden yürütebilecekti. Enver de deniz, güneş ve temiz havadan yararlanacak, bir çırpıda hayata uyum sağlayabilecekti. “Kader” diyordu o güne kadar annesi bildiği Süheyla yaşananları anlatırken. Enver’in annesi Sedef ve Süheyla kuzenlerdi. Takla atan araçlarının uzağında bulunmuştu Enver. Yakınlarına haber verilmiş, Enver’in bakımını Süheyla ve eşi üstlenmişti büyük bir fedakârlıkla. Süheyla ve Nazmi’nin yaşları büyük iki kızı vardı. Çocuklara Enver’in eve gelişi de bir psikolog yardımıyla açıklanmıştı o zamanlar. Kızlar bebeğin gelişine psikolojik olarak hazırlansalar da kalplerine almamışlardı hiç Enver’i. Enver kendini onların yanında hiç onlara ait hissetmemişti. Bu eksikliği, duyduklarıyla ancak anlamlandırabiliyordu. Ablaları Enver’e hep misafir muamelesi yapmışlardı.

İşte o gün sadece kendisiyle ilgili gerçekleri öğrenmekle kalmamış, hayatının devamıyla ilgili gıyabında alınan o kararı da duymuştu çocuk kulakları. Artık yatılı okuyacaktı. Tüm evraklar hazırlamış, onaylanmıştı. Enver’in o güne değin evi sandığı yerdeki misafirlik süresinin sonuna gelinmişti. Süheyla ve Nazmi bu kararı Enver’in iyiliği için verdiklerini defalarca yinelemiş, yatılı okulun faydalarını saymakla bitirememişlerdi.

Enver’in gücenecek ya da itiraz edecek gücü yoktu. Hissettiği daha çok mahcubiyet olmuştu. Ait olmadığı bir yerde on koca yıl geçirmiş ve akrabalarından aile şefkati beklemişti. Ayrılırken helallik istedi ve kendisi için yaptıklarına teşekkür etti. Veda anının en samimi tarafı ablalarının yüzlerindeki gerçek gülümsemelerdi. Kötücül değildi bu gülümseme; ama kesinlikle rahatlamış bir ifadeleri vardı. Bunca yılın yükü bitiyordu. Belki de Enver alınganlık ediyordu. Duygular her ne idiyse bu ablalarını son görüşü oldu. Bir daha hayat onları yan yana getirmedi.

Yatılı okula on yaşında iki yeni öğrenci kaydedildi. Kemalettin ve Enver okulun kapısından babalarıyla aynı anda girdiler. Müdür bey onları koridorun başında karşıladı. Okulu, sınıfları, yatakhaneleri gezdirdi. Onlara altlı üstlü bir ranza, ortak kullanacakları bir sıra verdi. Okul numaraları bile peş peşeydi. Bu arkadaşlık zorunlu başlasa da zaman içinde gerçek bir dostluğa dönüştü. Çünkü çocukların yaraları aynı yerlerindeydi. Zamanla ayakta kalmayı, yeniliklere alışmayı, kardeş olmayı, iyi-kötü, neşe-keder her şeyi paylaşmayı öğrendiler. Karanlıkta yollarını birlikte bulup, birlikte hayaller kurdular. Yeri geldi diğer herkese karşı ikisi mücadele verdiler. Yediler, içtiler, gezdiler, kavga edip, barıştılar, dövüştüler; ama birbirlerinin yaralarını sardılar. Unutmadılarsa da, bildiler dalıp gittiklerinde fikirlerinin nerelerde dolaştığını. Sessiz, sözsüz bir anlaşma imzalandı aralarında, tüm acılarını serip önlerine, içlerini açtıkları, gözyaşı döktükleri o günden sonra geçmişin bahsi bir daha hiç açılmadı. Sanki yaşamları okul kapısından girip tanıştıkları o gün başladı.

Yıllar geçti, okul bitti. Birlikte çalışma planları yaptıkları için üniversitede aynı bölüme girmek için çalıştılar, kazandılar. Nesrin hayatlarına bir sabah üniversite kantininde çıkıverdi. Kendine güvenli tavırları ve dikkat çekici tok ses tonuyla ışığa uçan pervaneler gibi oldular. Nesrin hem hoş sohbet hem de akıllıydı. O da mimarlık öğrencisiydi. Kemalettin ve Enver’in bir alt döneminde okuyordu. Tanıştıkları günden sonra sıkça bir arada olmaya başladılar. Başlarda sıcak, güzel bir arkadaşlık kurulmuştu; ancak zamanla Nesrin’in adı iki adamın da dilinden düşmez oldu. Bu durumu fark ettiklerinde ikisi de Nesrin’e çoktan âşık olmuştu. Birbirlerine kızdılar, meydan okudular; ama sonunda kararı Nesrin’e bırakmanın doğru olacağını düşündüler. Medeni bir şekilde onunla arkadaşlıklarına devam edecek; ama ondan gelen tepkileri dikkatle izleyeceklerdi.

Nesrin’in hareketlerini okumaya başlayınca hal ve tavırları Enver diyordu. Kemalettin bu durumu olgunlukla karşıladı. Duygularının üstünü çizdi, kardeşinden daha önemli değildi hisleri sonuçta. Bir daha Nesrin’e o gözle bakmadı.

Mezuniyetten hemen sonra Enver askere gitti, o askerdeyken Kemalettin mimarlık ofislerini hazırladı. Nesrin de onlarla çalışacaktı. Enver askerden döndüğünde ufak tefek bir iki iş bile almışlardı. Ardından Kemalettin askere gitti. Nesrin ve Enver düğün için Kemalettin’in dönüşünü beklediler.

Düğünde Süheyla ve Nazmi, Nesrin’e Enver’in akrabaları olarak tanıştırıldı. Zaten yalnız gelmişlerdi. Ablaları selam göndermişlerdi sadece. Kaçamak bir bakış attı Enver Kemalettin’e. Bu bakış yetti anlaşmalarını hatırlatmaya. Nesrin, Enver’in on yaşından öncesini ve yıllarca uğraşıp kapattığı yaralarını hiç öğrenmeyecekti.

Düğünde Nesrin’in kuzeni Elif ile tanıştı Kemalettin. Elif sakin, narin, kibar ve öyle huzur veren bir kızdı ki, Kemalettin ilk anda ablası Ayşe’yi görmüş gibi hissetti. Aynı onun yanında olduğu günlerin güvenli duygusuna kapıldı. Çok geçmeden hayatı paylaşabileceklerine karar verdiler. Artık işler iyiden iyiye artmış, düzene girmiş ve yolunda ilerliyordu. Sosyal hayatları da renkli, hareketli ve istedikleri gibiydi.

Kemalettin çok kardeşli bir aileden geldiği için evlendikten kısa bir süre sonra çocuk sahibi olmak istediğini söylemişti Elif’e, Elif de konuya çok sıcak bakmıştı. Ancak ne yazık ki senelerce hiçbir tedavi sonuç vermedi. Çok üzülmelerine rağmen birbirlerine karşı o kadar derin bir sevgi ve şefkat besliyorlardı ki bu durum evliliklerini olumsuz etkilemedi, aksine bağlarını kuvvetlendirdi. Baş başa kalacaklarını bilerek daha sıkı sarıldılar ilişkilerine.

Nesrin ve Enver cephesinde durumlar daha farklı ilerliyordu. İkisinin de çocuk sahibi olmak gibi bir istekleri yoktu. Çalışmak onlar için öncelikliydi. İlişkilerini, evliliklerini besleyen mesleki başarılarıydı. Birbirlerini kesinlikle ihmal etmiyorlardı sadece ilişkilerinin ana dinamiğini mimari oluşturuyordu.

Hiç beklemediği bir gün Nesrin hamile olduğunu öğrendi. Karmakarışık duygular içindeydi. Çünkü çocuk istemediğini düşünürken almış olduğu bu haber içinde bir uyanışa sebep olmuştu. Aslında bir bebek onun en büyük hayaliydi. Sadece Enver istemediği için dile getiremiyor, duygularını bastırıyordu. Müjdeyi kocasına verdiğinde alacağı tepkiden de çok korkuyordu. Önce utana sıkıla Elif ile paylaştı bu haberi. Ne de olsa yıllardır bebek isteyip, hamile kalamayan oydu. Ama Elif öylesine iyi kalpli bir kızdı ki, duyduğu anda havalara uçtu sevincinden. Nesrin biliyordu Elif kendi çocuğu gibi kollayacaktı yeğenini. Enver’e bu haberi nasıl vereceklerini düşünmeye başladılar. Olumsuz bir tepki verirse, Nesrin yalnız kalmasın diye dörtlü bir akşam yemeği planladılar. Neşeli geçen yemeğin sonunda Nesrin bir anda Enver’e baba olacağını müjdeleyiverdi. Önce bir sessizlik oldu, ardından Enver gözyaşlarına boğuldu. Oturduğu yerden kalktı, karısını kucakladı ve dudaklarına sevgi dolu bir öpücük kondurdu. Bu haberle Enver tamamlanmış hissetti ruhunu. Artık yaşamda daha büyük bir amacı olacaktı. Canından, kanından, âşık olduğu kadından bir can. Ve çocuğuna hiç sahip olamadığı yuva sıcaklığını yaşatacaktı. Kemalettin ve Elif ile kucaklaştılar. Kemalettin Enver’in aklından geçenleri satır satır biliyordu. Kalpten mutluluk diledi onun için.

Nesrin hamileliği boyunca hiç durmadan çalıştı. Bebeğin odasının hazırlanmasına Elif yardım etti. Tüm detayları birlikte hazırladılar. Ve Utku bir sonbahar günü sağlıkla dünyaya geldi. Dörtlü Utku’yu el üstünde tutuyor ve günden güne büyümesini coşkuyla izliyorlardı.

Yaz geldiğinde artık Utku yavaş yavaş anlamlı tepkiler vermeye başlamış, annesini babasını, Elif’i ve Kemalettin’i tanır olmuştu. Güler yüzlü, neşeli, uyumlu, sorunsuz bir bebekti.

Kavurucu bir cumartesi günü evde bunalmamak için pikniğe gitmeye karar verdiler. Yeşillikler içinde, ağaçlar altında, Utku’nun da gönlünce eğlenebileceği bir yere gittiler. Sayısız fotoğraf çekip, havada uçuşan kahkahalar attılar. Utku kucaktan kucağa dolaştı, sevimlilikler yaptı. Akşama doğru, toparlanıp dönüşe geçtiler. Trafik kalabalıktı. Güzel havayı fırsat bilen pek çok kişi belli ki kendileri gibi pikniğe gitmişti. Utku’nun uyku vakti yaklaştığı için Enverler önden gidiyorlardı. Kemalettin tepeyi geçince bir duman ve kalabalık gördü, görmek istemedi, yanlış görmüş olmayı diledi. Kaza yerine yaklaşıp arabayı sağa çekti. Büyük bir panikle indiler arabadan. Karşıdan gelerek Enverlere çarpan alkollü bir minibüs şoförüydü. Elif, Utku’nun ağlamasını duyunca rahatladı bir anlığına, yaşıyorlardı demek. Durum sonradan anlaşıldı. Utku açık camdan fırlayıp kurtulmuştu, ne yazık ki annesi ve babası oracıkta vermişlerdi son nefeslerini.

Kemalettin her seferinde “Kader” diyerek anlatıyordu Utku’ya yaşadıklarını. Ona, hasret çektikleri yavruları gibi baktılar ölene kadar; ama asla kendilerine anne baba dedirtmediler. Enver ve Nesrin’in fotoğrafları ile büyüttüler oğullarını. Utku hep gerçeklerin içinde büyüdü. Gerçek kişilerle, gerçek olaylarla, gerçek sevgiyle. Canlarından emanet bir candı Utku. Hep istedikleri ve çok acı bir şekilde kavuştukları oğullarıydı. Kemalettin “kader” derken aslında ne demek istediğini asla anlatmadı kimseye çünkü bu kardeşiyle sözsüz anlaşmalarıydı.