Anlamlandırma olanakları ve araçlarının farklılığı nedeniyle, sinema – felsefe ilişkisi sorunlu bir ilişki olsa da beyazperde veya ekranda felsefenin izini sürmek; idrak kanalları tıkanması yaşadığımız günümüzde, toplumca yakalandığımız anlam yitimi hastalığıyla başa çıkmak için bir fırsat yaratıyor. Ta ki sinemayla felsefe yapmanın, aslında felsefeyle sinema yapmak olduğu anlaşılsın ve Jarman’ın Wittgenstein’i buna bir örnek olsun…
“DÜNYA” İLE “BUZ” ARASINDA
“Bildiğin gibi, tümüyle sarsıntılardan oluşan bir felsefi eser bestelemiş olmayı çok isterdim. Neden olmadı? Ne yazık ki, mizah duygum yoktu. Sana küçük bir hikâye anlatayım. Bir zamanlar, dünyayı Salt Mantığa indirgemeyi hayal eden genç bir adam vardı. Çok zeki bir genç adam olduğu için bunu başardı. İşini bitirdiğinde, geriye çekilip hayranlıkla inceledi. Çok güzeldi. Kusur ve belirsizlikten arındırılmış bir dünya. Ufka kadar uzanan, parıldayan buz.
Böylece, zeki genç adam yarattığı dünyaya baktı ve onu keşfetmeye karar verdi. Bir adım attı ve sırt üstü yere düştü. Anlıyor musun, sürtünmeyi unutmuştu. Buz pürüzsüz, düz ve lekesizdi. Ama orada yürüyemezdin. Bu yüzden zeki, genç adam oturdu ve acı gözyaşları döktü. Ama bilge bir adam haline geldiğinde, kabalık ve belirsizliğin kusur olmadığını, dünyanın dönmesini sağlayan şey olduğunu anladı. Koşmak ve dans etmek istiyordu.
Yere saçılmış kelimeler ve şeyler, hepsi hırpalanmış, lekelenmiş ve belirsizdi. Bilge adam, işlerin böyle olduğunu gördü. Ama hâlâ her şeyin ışıltılı, mutlak ve amansız olduğu buzun özlemini çekiyordu. Kaba kalabalığın fikrinden yoksundu ve orada yaşamaya kendini ikna edemedi. Bu yüzden, evinde değilmiş gibi dünya ile buz arasında mahsur kalmıştı ve tüm kederinin nedeni buydu…”
![](https://mustafapala.blog/wp-content/uploads/2025/02/Wittgenstein_film-afis-680x1024.jpg)
Bu alıntı, İngiliz yönetmen, set tasarımcısı, artist ve yazar Derek Jarman’ın çektiği 1993 yapımı deneysel filmi Wittgenstein’ın ölüm yatağındaki konuşmasından. Sözler, analitik felsefenin ünlü filozofu Ludwing Wittgenstein’in birbiriyle çelişen er ve geç dönemlerini “buz” ve “dünya” metaforu ile karşılaştırıyor ve pürüzsüz dünya özlemini felsefi düşüncelerini ve dünyayı algılama biçimini yansıtan bir alegoriyle dile getiriyor. “Buz” imgesi, mantığın ve kesinliğin idealize edilmiş dünyasını temsil ederken “dünya”, karmaşıklığı, belirsizliği ve kusurlarıyla gerçek hayatı simgeliyor. Wittgenstein, bu iki dünya arasında gidip gelen, mantığın kusursuzluğuna özlem duyan ancak gerçekliğin karmaşıklığını da kabul eden bir figür olarak betimleniyor.
Konuşmanın sonunda söylediği “Bilmeceler yoktur!” önermesi, Wittgenstein’ın felsefi yaklaşımını özetliyor. Ona göre, felsefenin amacı dünyayı anlamak değil, yanlış anlamaları ve zihin karışıklıklarını ortadan kaldırmaktı. Bu nedenle, gerçek felsefi soruları “bilmeceler” olarak değil, çözülmesi gereken sorunlar olarak görüyordu. Bu sahne aynı zamanda Yönetmen Jarman’ın, Wittgenstein’ı sadece bir filozof olarak değil, karmaşık iç dünyası olan bir insan olarak betimleme amacını da gösteriyor. Filozofun entelektüel arayışları, duygusal dünyası, kişisel deneyimleri, filmin anlatımında iç içe geçiyor ve izleyiciye Wittgenstein’a dair çok boyutlu bir bakış açısı kazandırıyor.
SİNEMA VE FELSEFE
Sinema ve felsefenin, insan deneyimini, varoluşu ve gerçekliği anlama çabalarıyla yakından bağlantılı olduğunu söylemek bile fazla. Sinema, felsefi soruları görsel ve anlatısal bir dille ifade etme potansiyeline sahip ama sinema yoluyla felsefe yapmanın olanakları, dile dayanan felsefeye göre hâlâ sınırlı görünüyor. Bu ikisi arasındaki ilişkiyi, diğer sanatlarla ilişkisinde olduğu gibi, felsefenin sinemayı analiz etmek ve yorumlamak için kavramsal bir çerçeve sunması bağlamında kurmamızın bir sakıncası yoktur. Nihayet, Fransız yazar ve (sinema) düşünürü Gilles Deleuze, “Sinema I: Hareket-İmge” ve “Sinema II: Zaman-İmge” adlı çalışmalarında, bir sanat olarak sinemayı hem tarihsel ve sosyolojik olarak dönemselleştirir hem de anlamlandırma olanaklarını hareket temelli imgeden zaman odaklı imgeye aşamalandırırken bunu yapar.
![](https://mustafapala.blog/wp-content/uploads/2025/02/sinemada-1024x576.jpg)
Sinema, karmaşık felsefi kavramları ve soruları görsel imgeler, karakterler ve hikayeler aracılığıyla somutlaştırarak onları daha anlaşılır hale getirir ve geniş kitlelerce erişilebilir kılar. Öte yandan felsefe, sinemayı anlamak ve yorumlamak için çeşitli araçlar sunar. Filozoflar, sinemadaki anlatı yapılarını, karakterleri, temaları ve kullanılan sinemasal teknikleri felsefi perspektifle analiz ederek filmin anlamını ve değerini ortaya çıkarabilir. Bir filmin toplumsal eleştiri, politik mesaj veya psikolojik derinlik gibi yönleri ilgili alanların kavramlarıyla incelenebilir.
Sinema ve felsefenin ortaklaştıkları alanlar da vardır; her ikisi de insan doğası, gerçeklik, bilgi, ahlak, kimlik gibi ortak temalar etrafında döner; bu temaları farklı yöntemlerle ele alır ve sorgularlar. Sinema, bu sorgulamayı hikayeler ve karakterler üzerinden dramatize ederken, felsefe daha kavramsal ve analitik bir yaklaşım sergiler; ancak her iki alan da insan deneyimini ve varoluşunu anlama amacına yönelir.
Başka bir nokta da felsefenin sıkça başvurduğu düşünce deneylerinin, sinema yoluyla etkili bir şekilde gerçekleştirilebileceğidir. Bir film, izleyiciyi bir düşünce deneyi içine çekerek ahlaki bir ikilemle karşı karşıya bırakıp farklı gerçeklik olasılıklarını keşfetmesine yardım edebilir. Böylelikle sinema, izleyiciyi felsefi sorular üzerine düşünmeye teşvik eder; hatta bir adım daha ileri giderek, sinemanın felsefi bir düşünme süreci başlatabileceğini de teslim edebiliriz. İzlediğimiz bir film, dünyayı ve insanı farklı açılardan görmemizi sağlayarak düşünce ufkumuzu genişletir, bizi değerlerimizi ve inançlarımızı sorgulamaya, kendi düşüncelerimizi oluşturmaya yönlendirir. Örneğin, bazı bilim kurgu filmleri, teknolojinin insan doğası üzerindeki etkileri veya yapay zekâ etiği gibi felsefi konulara dair sorular oluşturmamızı sağlayabilir.
JARMAN’IN WITTGENSTEIN’İ
Ya da en azından Jarmal’ın Wittgenstein’i gibi, bir filozofun yaşamına ve düşünce dünyasına zum yaparak onun felsefi etkinliğini daha görünür ve ulaşılabilir kılar. Wittgenstein, 20. yüzyılın özellikle dil felsefesi alanında önemli filozoflarından Avusturyalı filozofun yaşam öyküsünden Terry Eagleton’un yazdığı özgün senaryoya ve düşünürün felsefi evrimine dayanıyor. Öncelikle Wittgenstein filminin, felsefenin sinemada nasıl temsil edilebileceğine dair önemli bir tartışmaya yol açtığını belirtelim ve ekleyelim: Film, felsefenin, özellikle de analitik felsefenin karmaşıklığını ve soyutluğunu sinemasal olarak ifade etmenin olanakları üzerine bir düşünce alanı açtığı için de ayrıca sinema tarihinde önemli bir yere sahip.
![](https://mustafapala.blog/wp-content/uploads/2025/02/Derek_Jarman-1024x692.jpg)
Bilimkurgu sinemasından şiddet filmlerine, odağına sanat ve sanatçıyı alan yapımlardan doğrudan bir filozofun yaşam öyküsüne bakanlara kadar filmler felsefeyle artık daha fazla temas ediyor. Derek Jarman’ın Wittgenstein’i de bunlardan biri. Jarman özelinde ve söz konusu filminde, bir felsefecinin karmaşık düşünce evrenini görselleştirme becerisini teslim etmekle birlikte, sinema ile felsefe yapma ya da felsefi metinleri sinemalaştırma gayretinin başarılı olduğunu söylemek için henüz erken. En azından insan türünün anlam yaratma ve anlamlandırma yetisinin, dilsel olanaklarla kurulan ve kavram setleriyle çalışan felsefenin yerine, görsel ve işitsel imajlarla kurulan hareket ve zaman örüntüsüyle işleyen sinemayı koyabilecek denli evrimleşmediğini teslim etmeliyiz.
Wittgenstein’e yakın çekim yapacak olursak, filmin Berlin Uluslararası Film Festivali’nin LGBT temalı filmlere verilen En İyi Uzun Metrajlı Film için Teddy Ödülü’nü kazanmasında, yönetmenin ve ana karakteri Ludwig Wittgenstein’in cinsiyetleriyle ilgili tercihlerinin ne kadar etkili olduğunu kolayca görebiliriz. Yazımızın konusu bu olmamakla birlikte Yönetmen Derek Jarman’ın (1942-1994), kariyerinin ilk önemli filmini, eşcinsellik filmlerinin dönüm noktalarından sayılan “Sebastiane”yi 1976’da çektiğini de ekleyebiliriz. Daha sonra yönettiği önemli filmler arasında “Jubilee” (1978), “The Tempest” (1979), “The Angelic Conversation” (1985), “Caravaggio” (1986) ve “The Last of England” (1988) yer aldı.
Kendisiyle Wittgenstein’de ve İtalyan ressam Michelangelo’nun yaşamına odaklanan Caravaggio’da birlikte çalışan aktris Tilda Swinton’a göre Jarman, “kendi çalışmalarının malzemesi”ydi ve “kendi hikâyesini filmlerindeki karakterlere yansıtmadan duramaz”dı. Yazar ve ressam da olan Derek Jarman, özellikle deneysel ve provokatif çalışmaları ile tanınmıştı. İngiltere’nin postmodern sanat sahnesinde etkili bir figür olabilmesini önemli ölçüde bu çalışmalarına borçluydu. Öte yandan sanat üzerine düşüncelerini içeren kitaplar da yazdı; sanat dünyasında cesur ve deneyselci yaklaşımıyla yer alan yönetmenin, günümüzde birçok sanatçı ve sinemacı üzerinde etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Film konularının seçimlerinde genellikle aykırı durum, olay ve kişilere yönelen Derek Jarman’ı yazı konusu filminde Wittgenstein ile buluşturan da filozofun sezgisel, karamsar, gururlu ve mükemmeliyetçi bir karaktere sahip olması yanında, düşünürün değişken kişilik özellikleriyle tutarlı olan inişli çıkışlı düşünsel evrimidir kuşkusuz. Karakterlerinin bu özelliklerine özel bir hassasiyet gösteren yönetmen, filmde 20. yüzyılın önemli dil felsefecisi Wittgenstein’in çocukluğundan Birinci Dünya Savaşı dönemine, Cambridge profesörlüğüne, düşünürün kişilik özelliklerine, filozof Bertrand Russell ve ekonomist John Maynard Keynes’le ilişkilerine ve onların tartışmalarla dolu düşünce evrenlerine odaklanıyor.
Pakistan kökenli İngiliz yazar Tarık Ali’nin yapımcılığını üstlendiği filmin senaryosunu Derek Jarman, İngiliz edebiyat eleştirmeni, kuramcısı Terry Eagleton ve deneysel müzik yapımcısı, oyuncu senarist Ken Butler ile birlikte yazmış. Görüntü yönetiminde James Welland, seste George Richards, kostüm tasarımında Sandy Powell, kurguda Budge Tremlett, müzikte Jan Latham Koenig ile çalışmış. Filmde genç Ludwig Wittgenstein’i Clancy Chassay, yetişkin Wittgenstein’i Karl Johnson, Betrand Russell’i Michael Gough, Lady Ottoline Morrell’i Tilda Swinton, Johnny’i Kevin Collins, Martian’ı Nabil Shaban, Hermine Wittgenstein’i Sally Dexter, Leopoldine Wittgenstein’ı Jill Balcon, John Maynard Keynes’i John Quentin… canlandırmış.
![](https://mustafapala.blog/wp-content/uploads/2025/02/kapak-1.jpg)
Wittgenstein, yönetmen Derek Jarman’ın sinema ve felsefe arasındaki ilişkiyi özgün bir şekilde ele aldığı bir film olarak öne çıkıyor ve filozofun hayatını ve düşüncelerini, deneysel ve avangart bir sinema anlayışıyla harmanlayarak izleyiciye sunuyor. Geleneksel biyografik anlatı yerine deneysel ve parçalı bir yapı kullanıyor. Bu yapı, Wittgenstein’ın düşünce sistematiğini ve felsefi sorgulamalarını yansıtıyor. Minimalist bir estetiğe sahip olan film, sınırlı mekanlar, az sayıda oyuncu ve sade bir anlatımı tercih ediyor. Bu estetik, Wittgenstein’ın düşüncelerinin özünü ve soyutluğunu da vurguluyor bir bakıma.
Filmin, Wittgenstein’ın felsefi düşüncelerini ve diğer düşünürlerle olan ilişkilerini canlı bir biçimde yansıtırken, felsefenin dinamik bir sürecini vurguladığını söylemek de olası. Filmde, Wittgenstein’ın hayatı, düşünceleri ve cinsel yönelimi gibi farklı anlatı katmanları iç içe geçiyor. Bu katmanlar, Wittgenstein’ın kişiliği ve felsefesinin çok boyutluluğunu ortaya çıkarıyor. Jarman, Wittgenstein’ın felsefi düşüncelerini sinemasal metaforlarla ifade ederken dil, anlam ve gerçeklik üzerine düşüncelerini görselleştirerek somutlaştırıyor. Wittgenstein’ın kişisel deneyimlerini ve duygusal dünyasını, onun felsefesiyle birlikte ele alan Jarman, filozofun düşüncelerini ve hayatını öznel bir yaklaşımla değerlendiriyor.
Film boyunca deneyselliği fazlasıyla zorladığı anlaşılan Derek Jarman’ın, filmi bir tiyatro sahnesinde temsil edilen bir hikâye biçiminden kurguladığı görülüyor; yani kamera bir sahnede oynanan oyunu kaydediyor; ama neden sinemanın anlamlandırma araçlarıyla çalışmadığı anlaşılamıyor. Anlamakta zorlandığımız bir başka teknik de filozofun düşüncelerini daha belirgin vurgulamak için sahneleri dekordan arındırarak sadeleştirdiği, bunun için siyah bir arka planla karakterleri öne çıkarmak istediği halde, neden abartılı bir kostüm ve renk paleti kullandığıdır. Karakterleri tuhaflaştırmak, yadırganan oyunculuklar kurgulamak, durmadan “yabancılaştırma” araçları kullanmak; yönetmenin sinemayla felsefe yapmak amacını gerçekleştirmek bir yana, seyircinin Wittgenstein’in düşünce evrenine girmesine de engel oluyor.
İkİ WITTGENSTEIN
Filmin merkezindeki Ludwig Wittgenstein (1889-1951), 20. yüzyılın önemli filozoflarından biri. Özellikle dil felsefesi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan düşünür, analitik felsefe ile kıta felsefecileri arasında bir köprü gibi durur. O köprünün bir ayağını, Descartes’le başlayan ve Nietzsche ile sona eren modern dönem felsefesine; diğer ayağını mantık, dil felsefesi ve epistemolojiye odaklanan “analitik felsefe” ile Almanya ve Fransa’da gelişen düşünce okullarından güç almış, postmodernizme kapı aralayan, “kıta felsefesi” aralığına koyabiliriz.
Ters bir kronolojiyle seyircinin kafasını daha ilk sekansta karıştıran filmde, yetişkin Wittgenstein’in biyografisini genç Wittgenstein anlatır. Düşüncelerini kurduğu metaforlarla ve veciz ifadelerle ‘Nietzsche’vari bir tarzda dile getiren düşünürün vecizlerine sık sık yer veren filmin ilk sahnesi, genç Ludwig’in “Eğer insanlar ara ara aptalca şeyler yapmasalardı, zekice olan hiçbir şey başarılamazdı…” sözüyle açılır ve ardından otobiyografinin ilk cümleleri gelir:
“Merhaba. Benim adım Ludwig Josef Johann Wittgenstein. Ben bir dâhiyim… 1889 yılında, Viyana’da aşırı zengin bir ailede doğdum. Onları size tanıtmak isterim… Bu benim annem Leopoldine. Kendisi tam bir müzik aşığıydı. Hatta Brahms ve Mahler’i o kadar çok ağırladı ki… En büyük kız kardeşim Hermine, amatör bir ressamdı ve Freud tarafından psikanaliz edildi… Erkek kardeşlerimden üçü genç yaşta öldü. Hans babamızdan kaçmak için Amerika’ya sıvıştı ve Chesapeake Körfezi’nde bir tekneyle sırra kadem bastı… Kurt’un birlikleri Birinci Dünya Savaşı sırasında isyan çıkardı ve bunun utancı onu intihara sürükledi… Rudolf ki kendisi eşcinseldi… Dramatikleşmediği zamanlarda Bilimsel İnsani Yardım Komitesi’nde takılırdı. Bir bardak siyanür içerek kendini aştı… Paul. Bir piyanistti ama bir kolunu savaşta kaybetti. Ravel “Sol El için Konçerto”yu onun için besteledi… Babamıza gelince… O ofisinde Amerikan senetlerine yatırım yapmakla meşguldü. Bu sayede zengin kalabildik, hem de Rockefellerler gibi zamanın mega zengini…”
Wittgenstein’in düşünsel tarihinin ilk dönemini temsil eden kitabı “Tractatus Logico-Philosophicus” (1921), mantık ve dilin doğasını anlamaya yönelik derin düşünceler içerirken; ikinci döneminin verimi olan “Philosophical Investigations” (Felsefi Soruşturmalar, 1953) dilin kullanımı, “Dil Oyunları” kuramına odaklanır. Felsefesini sadece yazdıklarıyla değil kişiliğiyle de örneklendiren Wittgenstein, ilk eğitimine Viyana’da başladı ve ardından Adolf Hitler’in de öğrencisi olduğu Linz’deki 11-16 yaş okulu olan Realschule’ye gitti.
![](https://mustafapala.blog/wp-content/uploads/2025/02/image.png)
1908’de Viyana Üniversitesi’ne kaydoldu ve önce mühendislik, ardından matematik ve mantık okudu. Bu dönemde, matematiksel konulara olan ilgisini geliştirdi. Tasarladığı mühendislik işlerinin matematiğine merak sardı, sonra da matematiğin temelleriyle ilgili felsefi sorulara… Bertrand Russell’in Matematiğin İlkeleri kitabı onu mantık ve felsefeye götürdü. Viyana’da matematik ve felsefe çevrelerinde tanınmaya başladı. 1912’de Cambridge’ye girdi, Russell’le mantık ve felsefe tartıştı. Bir yıl sonra Norveç’te kendisi için inşa ettiği bir kulübeye kapattı.
I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle savaşa katılmak için İmparatorluk Ordusu’na yazıldı. 1918’de İtalyanlara esir düştü. Savaş, yaşam tarzını ve kişiliğini derinden etkiledi, babasından kalan serveti kardeşlerine dağıttı ve sade bir yaşamı seçti. Bu seçimde Tolstoy aracılığıyla etkilendiği Hristiyanlığın da etkisi vardı. Homoseksüel oluşu, onda günah olarak gördükleri hakkında olumsuz bir algı yarattı. Esir kampından tuhaf, sıra dışı, asabi bir kişilikle ayrıldı.
Wittgenstein’in savaş sırasında yazdığı notlar, daha sonra “Tractatus Logico-Philosophicus”un oluşmasına kaynaklık etti. Eser, dilin doğasını ve mantığı anlamaya yönelik özgün bir yaklaşım sunuyor; dünya ile dil arasında dört düzlemde ilişki kuruyordu: En temelde ‘nesne’lerle ‘ad’ları, onun üstünde ‘olgu bağlam’larıyla ‘temel önermeler’i, daha üstte ‘olgu’larla ‘önerme’leri ve nihayet en üstte de ‘dünya’ ile ‘dil’i ilişkilendiriyordu.“Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”özdeyişi bu ilişkilendirmeye dayanıyordu. Dünya dışındaki konularda susmak gerektiğini söylüyor ve Tractatus’un içindekilerden çok, dışarıda bıraktıklarıyla önemli olduğunu ileri sürüyordu. Tractatus’u yayımladıktan sonra, dilin yanlış anlaşılmasının bir yan ürünü olarak gördüğü felsefenin tüm sorunlarını çözdüğünü düşünerek bu alandan uzaklaştı.
Wittgenstein, bir süre öğretmenlik ve mühendislik gibi farklı alanlarda çalıştı. Daha sonra mantıksal pozitivizmi benimseyen ve aralarında Moritz Schlick, Rudolf Carnap, Otto Neurath, Friedrich Waismann gibi düşünürlerin yer aldığı Viyana Çevresi ile etkileşimde bulundu ve düşünceleri üzerine derinleşti. 1939’da Nazilere karşı duyduğu rahatsızlık nedeniyle Avusturya’yı terk ederek İngiltere’ye yerleşti. II. Dünya Savaşı sırasında İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde görev yaptı. Savaşın ardından, Cambridge Üniversitesi’nde felsefe profesörü oldu ve bu dönemde Felsefi Soruşturmalar (Philosophical Investigations) adlı kitabını yazdı. Wittgenstein’in ikinci döneminin ürünü sayılan bu kitap, ilk dönem dil kuramını reddediyor; dilin kullanımı, doğası ve anlam üzerine daha eleştirel bir bakış açısı ortaya koyuyordu. Dilin farklı kullanım şekillerini ve bağlamlarını temsil ettiğini ileri sürerek “Dil Oyunları” kuramını geliştiriyordu.
Ludwig Wittgenstein’in yaşamı, 29 Nisan 1951’de Cambridge’de sona erdi. Eserlerinin, dil felsefesi, mantık felsefesi ve epistemoloji üzerine yaptığı etkili katkıları nedeniyle, 20. yüzyıl felsefesinde önemli bir figür olarak kabul edildi. Düşünceleri ve geliştirdiği kuramlar, analitik felsefenin ve dil felsefesinin gelişimini önemli ölçüde etkiledi.
Filozofun yaşamına ve düşünce evrimine ait bu akış, Derek Jarman’ın “Wittgenstein” filminin ana hatlarıyla izlediği yaşam öyküsünün bir özetidir. Film, Wittgenstein’ın hayatını ve felsefi düşüncelerini kronolojik bir şekilde anlatırken, bazı sahnelerde düşünürün anılarına dayanan bir yapı kuruyor. Yönetmen filmde deneysellik ve görsellik içeren sanatsal yaklaşımını öne çıkarıyor ama filozofun fazlaca karikatürize edilen biyografisi ve düşünce evrimi, düşünürün felsefesini anlamaya çalışan izleyiciler için oldukça zorlayıcı bir biçime dönüşüyor.
Jarman, filozofun kimi soyut düşüncelerini türlü mizansenlerle aktarmaya çalışıyor. Bir sahnede Wittgenstein “şeyler”in görünmeseler de orada olabilecekleri fikrini Russell ile tartışıyor ve filozof, odada bir gergedan olduğunu ileri sürüyor. Russell tüm aramalarına karşın odada bir gergedan bulamıyor ve“Bu odada gergedan olmadığını niçin kabul edemiyorsun?”diye soruyor.“Çünkü Profesör Russell,”diyor Wittgestein,“dünya olgulardan kurulmuştur, şeylerden değil!”ve ona göre bu olguların dildeki karşılığı önermelerdir.
Ölüme yakın durarak doğru bir insan olma olanağı yakalamak için savaşa katılması; sürekli yer, ülke, hatta iş değiştirmesi, Wittgenstein’in felsefesindeki varoluşsal sorgulamalarının yaşamına yön verdiğini gösteriyor. Filmde de öykülendiği gibi filozof, Sovyetler Birliğine gidip büyük üretim merkezlerinden birinde vasıfsız işçi olarak çalışma talebinde bulunuyor; ama yetkililerce reddedilip kendisine üniversite hocalığı teklif ediliyor… Sabırsızlığını, öfkesini, dengesiz tavrını ve yalnızlık duygusunu da öğrencilerle ve diğer hocalarla derslerde sık sık tartışması, dersi terk edip sinemada film izlemesi… onu neredeyse hem yaşamında hem filmde bir “anti kahraman” yapıyor.
![](https://mustafapala.blog/wp-content/uploads/2025/02/kapak-2.jpg)
jarman’ın köprüsü
Tiyatro estetiği ve unsurlarının dikkat çektiği filmde, özellikle sahne tasarımları, kostümler ve atmosfer, tiyatro sahneleme tekniğinin ağırlığı altında kalıyor. Yönetmenin bunu, tiyatronun seyirciyle karakteri daha canlı ve etkili bir araya getirmek ve Wittgenstein’ın felsefi düşüncelerini daha erişilebilir kılmak için yaptığı söylenebilir ama yönetmenin sembolizmi nedeniyle amacına ulaştığını ileri sürmek, o kadar kolay görünmüyor.
Jarman’ın Wittgenstein’ın öğrencileriyle birlikte köpek ve aslan üzerinden farklı dil oyunlarını tartıştığı ve dilin esnekliğini keşfettiği sahneyle, dilin anlamını ve işlevini; geliştirdiği iç monologlarla bilincin ve algının sürekli değişen doğasını; güneş, dünya, ay sahnesiyle evren tasavvurunu görselleştirmek istediği anlaşılıyor. Olayın akış hızında anlamlandırılması güç ilişkilendirmelerle, karakterleri karikatürleştirme eğilimleriyle ve tuhaf kostümlerle Jarman’ın, özellikle geleneksel sinema seyircisinin filozofun düşünce evrenine girmesini bir hayli zorlaştırdığını söyleyebiliriz.
Ve diyebiliriz ki, Derek Jarman’ın sinema ile felsefe arasına inşa etmeye çalıştığı köprü, derme çatma da olsa, üzerinde dikkatlice yürüyebilecek izleyiciye bir karşıya geçiş olanağı sağlıyor. Anlamlandırma olanakları ve araçlarının farklılığı nedeniyle, her ne kadar sinema – felsefe ilişkisi sorunlu bir ilişki olsa da beyazperde ya da ekranda felsefenin izini sürmek; idrak kanalları tıkanması yaşadığımız günümüzde, toplumca yakalandığımız “anlam yitimi” hastalığıyla başa çıkmak için bir fırsat yaratıyor.
Ta ki sinemayla felsefe yapmanın, aslında felsefeyle sinema yapmak olduğu anlaşılsın ve Jarman’ın Wittgenstein’i buna bir örnek olsun…