CAN KIRIKLARI
Kadın, en çok da çocuklardı sürüklenir gibi yürüyen.
Bitkindiler.
Siyah çarşafla örtülü yüzlerinden; ağlamaktan mı yoksa uykusuzluktan mı bilinmez, kan çanağına dönmüş gözleri görünüyordu ancak.
Paslı dillerinde barutun tadı, içlerindeyse; saklayamadıkları öfkenin, umarsızlığın, korkunun, kaygının fırtınası vardı.
Günlerdir yaşayacak güvenli bir yer aramak için yürüyorlardı. Kucaktaki bebeler mızıldanıyor, istemsizce annelerinin kurumuş memelerini aranıyordu. Düşsel oyuncakları ellerinden alınmış gibi kırgın bakıyordu küçük çocuklar. Ağlamaya yatkın ama isyandan uzak, analarının eteklerine yapışarak kendilerini korumaya almışlardı. Sığınmak için yaslandıkları kadınların, umarsızlıktan yüreklerindeki gülüşün çoktan yittiğini bilemeyecek denli küçüktüler.
Geleceksiz bir toprakta büyümektense, insanca yaşayabilecekleri yere umutla giden yeni yetme kızların başları bağlıydı. Cılız bedenlerine bol gelen eprimiş giysileriyle neden kaçtıklarını algılamayacak durumda, sanki acıklı bir filmin etkisiz, yedek oyuncularıydılar.
Genç kızların arasında amaçsızca yürüyen on dört yaşındaki Semina’nın düşü, saçlarını özgürce savurmak, hiç tadamadığı oyunları oynamak ve okula gidebilmek üstüneydi.
Topluluğu yönlendiren, önden giden erkeklerdi. Arkadan gelen yaşlıların, yakarıya benzeyen iniltili sesleri duyulsa da ne söyledikleri anlaşılmıyordu.
Nereye sürüklendiklerini bilmiyorlardı ama bulundukları yerden bir an önce uzaklaşmaktı dertleri. Zaten savaş ve doğa kıyımı nedeniyle geçmişten bugüne kimi ülkelerin geleceği hep göçe yazgılı değil miydi?
Çok uzakta kaldığı halde köylerindeki patlama seslerini duyuyor, ivedi adımlarla koşarcasına yürüyorlardı.
Sınır boyu ilerleyerek en yakın kıyıya ulaştılar. Onları bekleyen feribotun yanındaki adam; önce paraları tek tek saydı, eksik olanların ellerindeki yüzükleri ve para edecek değerli ne kaldıysa çekercesine aldı.
Derme çatma bir barakada geceyi geçireceklerini, ancak sabah erkenden yola çıkabilecekleri söylendi. Dillerini anlamıyorlardı ama ne yapacaklarını iyi biliyorlardı. Önden gelenlerle yüzden çok kişinin bu daracık yerde geceyi geçirmeleri tam bir işkenceydi.
Çarpık suratlı iki adam, kimi henüz ergenliğe ulaşamamış çocuk yaştaki birkaç genç kızı sürükleyerek götürdü. Geri getirildiklerinde, yalnızca örselenmiş bedenleri değil, olgunlaşmaya yeni başlamış lekesiz ruhları, geleceğe dönük güzel düşleri de yok edilmişti.
Bunlardan biri, incecik bedeniyle Semina’ydı. Kara gözlerinin ışıltısı yitmişti. Yağlı ter kokusuyla üstüne abanan adamın, hoyratça hırpaladığı bedeninden çok ruhunun ağırlığını taşımakta zorlanıyordu. Titreyerek, içi bulanarak, bacaklarının arasındaki kanayan yaranın acısıyla ayrı bir uzamdaymış gibi bakıyordu çevresine…
Bomba ve silah sesleri arasında, “Sen kaç kızım!” diyen annesinin itelemesiyle karışmıştı topluluğa. “Kurtulursak biz de geliriz.”
Kıyıcılar çocuk, kadın, erkek ayrımı yapmıyordu.
Tozuyla, toprağıyla köyünü; kardeşleriyle paylaştığı yatağını, çamurlara belendiği sokağını, yıkıntı içindeki evini bıraktığında nereye gittiğinin ayırımında bile değildi. Komşu bir ailenin yanına sokulsa da zaten gidenlerin çoğu tanıdıktı.
Yol boyu, sürmeli gözlerindeki yaş dinmedi Semina’nın.
Gün ağarmadan doluştular tekneye. Binemeyenler de oldu. Kadın, çocuk ve yaşlılar üstteydi. Genç erkekler alta yerleştirilmişti. Öyle sıkışıklardı ki kımıldayacak yer yoktu. Kaç gündür kuru ekmekle beslendikleri için, ölümcül bu yolculukta yorgun, bitkin ve kaygılıydılar.
Açlıktan, hastalıktan ölen kimi yaşlılar ve cılız küçük bebeklerin denize atılmasına acımayacak denli kendi canlarının derdine düşmüştü insanlar. Bulundukları cehennemden kurtulabilme umudu, yabancısı oldukları bir ülkenin kıyıları görününce yeşerir gibi olsa da onlar artık insanlığın yittiği bir yerdeydiler. Yaşamın kıyısından uçuruma yuvarlanan birer canlıydı her biri.
Yağmura hazırlanan boz bulanık hava nedeniyle güneşin doğuşuna tanık olamadılar. Zaten doğanın güzelliğini ne görecek ne de duyumsayacak durumları vardı. Gökyüzü kapalıydı. Teknedekiler can derdiyle birbirlerine girmişti. Karamsarlığın, umutsuzluğun burgacında, acıyla çırpınmaları grubu yönetenleri ırgalamıyordu bile.
Tekne tam da kıyıya yaklaşmışken, insan kaçakçıları güvenlik güçlerini görünce, dönerek sahilden hızla uzaklaştı…
Bu kargaşa sırasında kucağındaki bebekle denize düşen kadının peşinden Semina da atladı suya. Kirlenen bedenini, yara almış kanamalı duygularını sağaltacak başka bir umarı yoktu…
Sabahın çok erken bir saatiydi…
Umudun muştusu yeni doğan güneş. Dalganın sesini, kendilerine yiyecek arayan deniz kuşlarının şakırtısını dinleyerek görevine başlayan Hasan’dı kıyıda yatan küçük kızı gören.
Cansız bedenini kucakladığı yavruya duyduğu derin acı, kendi çocuklarını istediği gibi yaşatamamanın kaygısını çoktan bastırmıştı…
Beş yaşındaki kızıyla yedisindeki oğlunu bu sabah öpemeden çıkmıştı. O saatlerde uyuyor olurlardı zaten. Düşük aylığıyla her istediklerini alamazdı ama akşamları dizinden indirmediği çocukları, yaşam sevinci ve umuduydu Hasan’ın.
Kucağındaki bebekle yaşadığı bu anlar; taşıması güç bir yüktü. “Erkek adam ağlamaz” mıydı? Başkasının acısını içinde duyanlar elbette ağlardı. Gözyaşlarını tutamıyordu zaten. Bebeğin annesine rastlama umuduyla kıyı boyu sendeleyerek yürüdü. Telefonla haber verdiği arkadaşları geldiğinde, höykürerek ağlayan Hasan’ı güçlükle yatıştırdılar.
Kıyıya vuran başka cansız bedenlerin de olduğunu akşam haberlerinde duyacaktı. Bunlardan biri Selmina, öteki bebeğin annesiyle yaşlı bir adamdı.
Haberi duyanların, kutlama amaçlı aramalarına, alkışlara vereceği yanıtı yoktu. Bir ölünün kahramanı olur muydu hiç?
Bu acılı görüntüler insanların gözünde, gazetelerde fotoğraf olarak kalacaktı. Yaşamla ölümün sancılı öyküsüne önce “Vah yazık” denecek, “Gördün mü adamı, nasıl kucakladı çocuğu?” yorumları günlerce sürecek, bir süre sonra da unutulup gidecekti.
Kimbilir daha kaç bebek, kaç anne baba, Semina gibi düşleri kırgın kaç genç kız ve erkek bu çıkar savaşımında hiç yaşamamışçasına yitip gidecekti?
O gece, Hasan’ın alçakgönüllü, iki göz odalı evinde lambalar söndüğünde, görkemli konakta ışıklar sabaha değin yandı.
Dünyanın kimi adamları, onların üstünden çıkardıkları savaşın utkusunu kadehleriyle kutladılar.
Sığınmacıların umutla gelmek istedikleri yerde, öteki dünya cennetini savlayan avcılara altın bardaklarla ayran sunuluyordu…