Siyasal Özne ve Kültürel Bir Varlık Olarak İnsan Arasındaki Ayrıma Kısaca Bakmak

Felsefe-Mantık - İsmet Alıcı

Antik Yunan felsefesinin doğuşuna öncülük eden Platon ve Aristoteles’in öznenin doğuşunu da ortaya çıkardığı için eleştirirler. Bu Frankfurt okulunun iki ustasının yazdığı Aydınlanmanın diyalektiği kitabıyla ortaya çıkar. Doğal olarak ilk saldırdıkları olgu ise Sokrates’in doğurma yöntemidir. Felsefenin doğa merkezli anlayıştan çıkıp insan merkezli bir anlayışa bürünmesi, felsefenin nesnelliğini yitirmesi olarak eleştirilir. Fakat burada göz ardı edilen olgu ise kozmoloji ve mitin yarattığı baskı ve toplumsal bilinçtir. Gerçekten bu mit ve kozmolojiyle sizce zamana uygun bilimsel çalışma yapıla bilinir veya yaşamı öyle devam edebilir miydi? Bazı düşüncelerin öne çıkması ve egemenlik kazanması toplumsal ihtiyaçlarla ilgilidir. Mit ve kozmoloji toplumsal ihtiyaçları karşılamıyorsa, her şeyin ölçüsü insandır, diyen ve kaos ve karmaşayı sürekli organize eden bir sofist gelenek varken, özne merkezli bir düşüncenin ortaya çıkması olağandır. Bu nedensellikler veya zorunluluklar kabul edilmeden bir tartışma yapmak zordur. Aslında Frankfurt okulunun kuramı negatif diyalektikte bu anlayışa vurgu yapar.

Fakat bu anlayış bu kadar değildir. Antik Yunan’la ortaya çıkan özne anlayışına veya insan merkezli düşünceye ne kadar insan merkezli diyebiliriz. Platon’un Devlet ve Devlet adamı, Aristoteles’in Politika ve Nikomathos’a Etik temel kitapları sizce ne kadar özne merkezlidir. Siyasal bir varlık olarak insanın ortaya çıkmasından bahsedebiliriz. Kültürel bir varlık olarak insanın ortaya çıkmasından söz edemeyiz. Aristoteles ve Platon’un kölelere, kadınlara ve diğer halklara dair söyledikleri, kültürel bir varlık olarak insanın ne kadar dışında olduklarını gösterir bize. Aynı zamanda bir çocuksuluk ve barbarlık çağını işaret eder. Sonradan kök salan otoriter devletleri ve faşizmi işaret eder. İnsanın siyasallaşması ve kültürel bir varlık olması bir ve aynı olgular değildir.

Adorno ve Horkheimer sorunu ne kadar siyasal varlık ve kültürel varlık olarak algıladılar. Bu geniş bir tartışma. Çünkü sorun siyasal bir varlık olarak insanın merkez yapılmasıyla ilgili. Bunun dışına çıkamadığınız sürece insanı kültürel bir varlık olarak göremezsiniz. Demek ki, felsefe ve eleştiri tarihine bu kadar içkin olmanın getireceği en önemli zararda kendimizi de siyasal bir varlık olarak görmemizdir. Bu içkinliğinin içinde kaldıkları için Adorno ve Horkheimer insanı bütünlüğü içinde kültürel bir varlık olarak insanı yeterli bir şekilde anlayamadılar.
İyi bilirsiniz ki, ulusal bir devlet kendi söylemleri dışında hareket edecek özne istemez ya da insan merkezli bir düşünce. Bütün bu özne ve hümanizm tartışmalarına buradan bakmak lazım. Özne ulusa yapışıktır, siyasal bir varlıktır. Özneden istenen veya hümanistten bir millete, bir ırka, bir kavime bağlı olmasıdır.

Özne sorununa yine dönersek, bilinç dışı, bastırılan veya üstü örtülen bir dokudadır. Bunun kişide etkin olması ve açık olması kişinin yaşadığı travmalarla ilgidir. Travmalar kişinin yaşadığı baskının şiddetini gösterir. Bu baskının önemli noktasını kişinin kendine ait sorunlarının dışında (hormonal bozukluklar, fizyolojik sorunlar, genetik yapı) toplumsal baskının yoğun etkisi vardır. Bu baskının önemli noktasını da kültürel bir varlık olarak, insanlaşamamak sorunu vardır. İnsanın parçalanışı duyumsamak ve toplumsal bir varlık insani halinden erinç duymama.

Eleştiri, herhangi ilkeyi, değer yargısını, sanatsal üretimi olduğu gibi kabul etmediği nokta da başlar. Eleştiri, hiçbir olguyu sorgusuz, sualsiz kabul etmemeye dayanır. Bu yüzden eleştiri öncelikle bir kişilik oluşturmak kendi kişiliğini oluşturmakla ilgilidir. Kant’ın dediği sorumluluk ahlakı da bu ilkeye dayanır. Bu sorumluluk, önce kişinin kendisine karşı sonra insanlığa karşı sorumluluğunu içerir.

Fikir her zaman bir düzeni toplumsal değişim ve düzenlemecileri işaret eder. Fikrin bu dokusu düzenleyenleri içine katar. Ortada özne yoksa, fikrin toplumsal karşılığı da oluşmaz. Bu yüzden bir fikir toplumsal payda ve olabilirlik olgusu ile üretilir. Bu ise fikrin yaşam bulması, güçle ve otorite ile ilgili bir şeydir. Fikrin üretimi genel olarak bu toplumsal mevcudiyeti içinde taşır. Bu yüzden fikir ile siyasi iktidarlar arasında ilişki vardır. Bu çıkar ilişkisi fikrin evrensel dokusunu yok eder. Kant’çı anlamda Ortak duyuma göre hareket etme fikrin bütün insanlık için hareket etme özüne bir saldırıdır. Çünkü fikrin genel özelliği onun siyasallaşmış yapısındadır. Fikir ulusa ve dine yapışık kaldığı sürece evrenselliğini yitirir. Parçalı ve toplumsal yabancılaşmayı sağlayan bir doku kazanır.
Diğer yanı ise Kant’ın dediği gibi, etik ilkedir. Biz fikri ürettiğimizde, bütün insanlık için geçerli olması anlayışıyla hareket etmeliyiz. A ya da B grubunun toplumsal çıkarları için değil. Bu yargı, ötekileri dışlamadan ve ötekileri içine alan ortak duyunun dışında evrensel duyuyu oluşturmak için gereklidir. Buradaki özne kendi için düşündüğünü başkaları içinde düşünen öznedir. Kendini başkalarının yerine koyan öznedir.

Bütün bu din ve tanrının varlığı, kutsallıklar üzerine yapılan felsefe ve siyaset alanındaki metafizik tartışmalar, insanın sadece insan olarak kendi varlığından erinç duyma duygusunun üstünü örter. Bu sorun tanrının varlığıyla yokluğuyla ilgili olmanın ötesinde, insanın kendini sadece bir insan olarak algılamasıyla ilgilidir. Dinin siyasal alana girmesi ve siyasal alanı oluşturması bilinçte bir yarılma açar. İnsan olarak aidiyetin varlığı, kutsal bir varlığın hegemonyası içinde şekillenir. Böyle bir alanda felsefe, eleştiri, varlık sorununu tartışabilmenin imkanı azalır. Bu alan sürekli sanıları güçlendirir toplumsal olay ve olguları bilimsel ve gerçekçi bir şekilde kavramamızı engeller. Din, milliyetçilik ve siyaset ortak duyumu oluşturur. Böylece evrensel duyumun önü kesilmiş olur. Fakat evrensel duyum dediğimizde, sadece insan merkezli düşünmek yetmez. İnsan doğanın içinden çıkmış ve doğayı tahakküm altına almıştır. İnsanın insan olarak kendini merkez yapması ne kadar önemliyse insanın doğa merkezli bakması da o kadar önemlidir.

“Teorik, pratik ve estetik arasındaki koşulsuz ayrımlarla ister istemez olan yanılgılara düşsek bile, Kant'ın başka, farklı düzeylerde sürekli olarak peşinden gittiği sorunsalı gözden kaçırmamak gerek. İşin en önemli yanı, Kant'ın evrenselliği ararken başkasını devreye sokmak zorunda kalmasıdır ve bu başkası, öznelerarasılık ya da ortak duyu gibi herhangi bir anlamda benlikle özdeşleştirilebilecek biri değildir. Deneyüstii bir başkası -kutsal ya da tanrısal- değil, aşkın bir başkasıdır söz konusu olan. Bu başkası, düşünüşümüze görecilik katan biri değil, evrensellik sorunuyla yüzleşmemizi sağlayan biridir. Kalıcı eleştirinin onun bütün eserlerine şekil veren sağlam tutarlılığı, doğrudan bu radikal kalkış noktasından yola çıkar; Zevk yargısındaki evrensellik sorunsalından ki bu aynı zamanda gazetecilik anlamında eleştiri de demektir.”(1)
Kant’ta evrensellik sorunu, kişinin etik ilkesini belirler. Duyum noktasında kalmadığını ve duyular alanının dışına çıktığını da. Böylece ortak duyum, öznenin evrenselleşmesi önünde engeldir. Kant'a göre deha da ortak duyumun dışında eleştirel bir şekilde durur. Onun hedefi ortak duyumu gören ve onu olumlamayan bir yerdir. Deha daha çok evrensel akla göre hareket eder.
Kant'ta paralaks ilkesi kişinin kendi kendisiyle konuşması veya kendine karşı dürüst olması değildir. Kişinin ötekileriyle konuşmasıdır. Kişinin kendi bilincini öteki yerine koymasıdır. Bu öznelerarasılık olarak görünse de, daha çok teatral bir durumdur. İcsel bakış bu canlandırmaya dayanır ve etik anlayışı da bu canlandırma sürecinde belirginleşir.

Dini tek başına bir iman ve inanç sorunu veya toplumsal gelenek ve görenek olarak görmek yetersidir. Aynı şekilde bilim ve din çatışkısına da indirgemekte yanlış ve yetersizdir. Din bize toplumsal bir sorun olarak yansırken, onun bir adım ötesinde siyasal bir varlık olarak insan sorunu olarak önümüze düşer. Buradaki temel sorun dinsellikler içinde bir kullanım nesnesine dönüşmüş siyasallaşmış insan sorunudur. Demek ki din sorunu siyasal bir sorundur. Dinin siyasal iktidarlar tarafından kullanılışı da, dinle iç içe dini belirleyen siyasal bakış acısıdır. Fakat din her zaman var olan dokusundan dolayı, bir fantazya ve ütopya işlevi görür. Sorunların çözümünü olmayan bir yere atar. Öte dünya anlayışı, sadece kader olarak görmek yetmez. Bunu siyasal sorun olarak görmek lazım. Yani kurumlar içinde siyasallaşmış olan insan. Devletlerin oluşması siyasallaşmayı ve kurumsallaşmayı da getirir.

Siyasal bir varlık insan her zaman bize eksik tamamlanmamış insanı işaret eder. Çünkü insan siyasal bir varlık gibi görünse de bize, insan kültürel bir varlıktır. Buradaki çelişki siyasal bir varlık olarak insan ile kültürel bir varlık olarak insan arasındaki çelişkidir. Din sorunu kendini bir siyasallaşma üzerinden şekillendirir. Toplumsal varlık olmanın yolu, felsefe alanında olduğu gibi, din alanında da bir siyasal bir varlık olarak var olma sorununu önümüze çıkarır. Felsefe tarihi kendi içinde siyaset felsefesini çıkarsa da, tartıştığı genel olarak siyasal bir varlık olarak insandır. Bu tartışmadan kopuş, kültürel bir varlık olarak insanı tartışmakla başlar. Toplumsal varlık olarak insanı tartıştığımız an, var olan ideolojik boyutu değişmezliği içinde, onun ön kabullerinden dolayı kabullenmiş oluruz. Tartışmanın merkez noktası kültürel bir varlık olarak insandır.
1- Kojin Karatani, Transkritik, (Kant ve Marks üzerine) Metis Yayınları.