Antakya’nın dar sokaklarında yankılanan sessizlik, zamanın çığlıklarını yutar gibiydi. Üç gün… Günlerden biri, ayaza kesmiş bir sabah; diğeri, yıldızların görünmediği karanlık bir gece; sonuncusu, kökünden koparılmış ağaçlar kadar sessiz.
İnsanlar ne düşündüğünü bilmediği bir derinlikte beklediler. Kimisi ellerinde bir kürek, kimisi boş gözlerle gökyüzüne bakarak. Sessizliği dinlediler. Duvarların ardından gelen ince bir mırıltı, derinlerden bir yardım fısıltısı. Hayat bir rüzgar gibi geçiyor, ama her esintisi daha ağırlaşıyor.
Bir adam, parmaklarının arasındaki çamurla sessizce dua ediyordu. O çamur ellerini kirletmiyor, yalnızca ruhunu taşır gibi. Bir çocuk, yıkıntıların arasında bir defter arıyordu. O defter yalnızca bir defter değildi; içine sıkıştırılmış eski bir albüm sayfası, köşesi kıvrılmış bir fotoğraf, bir mektup parçası… hepsi, yok olan bir dünyadan kalan küçük bir hazineydi. Belki de karalanmış birkaç çizgi, yok olmuş bir hatırayı geri getirebilirdi.
Gözler hep yukarıda, ama dualar aşağıda. Herkes bir kırıntı umutla birbirine tutundu; zira ne zaman birinin sesi duyulsa, bu sessizlik son bulacaktı.
O üç günlük, sessizlik en büyük öğretmendi. Gidenleri anlatamadı kimse. Gelenlere anlam yükleyemedi. ‘’Antakya’nın sessizliği, bir anıt gibi gökyüzüne yükseliyordu; ama bu sessizlik, yalnızca yokluğun yankısı değil, varoluşun çözülmüş bir düğümüydü.’’