“Hangi limana doğru seyrettiğimizi bilmiyorsak, hiçbir rüzgâr bizim için uygun değildir.”
SENECA
BUGÜN ASLINDA DÜNDÜ
Çukurova’ya yaz erken gelir. O vakitler odalarda durulmaz avluda sürerdi hayat. Biz çocukların ise bir ayağı içerde bir ayağı dışarda, hep hareket halinde… Evlerimiz yan yanaydı ve henüz kent talan edilmemişti. Sabah ve akşam saatlerinde tarlalardan taze ve temiz hava esintileri gelirdi. Zamanın çoğunu birlikte geçirirdik. Hemen arkada bir dere vardı, sıcaklar başlayınca suyu azalır kururdu neredeyse… Üzerinde oyun oynar, derin yerlerinden balık yakalardık. Naylon torbalarda özene bezene taşırdık onları. Sağ kalanlar tombul kavanozlarda sürdürürlerdi yaşamlarını.
Ama asıl akvaryum babasınınkiydi. Kocaman ve yusyuvarlaktı. Balıkların alaca renkleri, suda gezinişleri bizi uzun süre alıkoyar, zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık.
Bizim evin ise saatleri vardı. Her odada bir duvar saati. Sehpaların, üzerinde, büfenin içinde… Tik taklarına hiç alışamadığım. Babamın vardı alıp veremediği zamanla… Sevmediğimi ve istemediğimi söylesem de alışırsın diyerek vazgeçmedi takıntısından. Gittiğimiz kentlerde de ilk anlarda saatlerdi baktığı. Kimin yaptığı, şehre uygun olup olmadığı, gözleri parlardı bahsederken.
Bense erken çocukluk döneminden kalma bir görüntü yüzünden her hangi bir yerde davudi bir saat sesi işittiğimde gerilmeye uzun yıllar devam ettim. Hatırlıyorum; babamın dayısının evindeyiz. Yatağına uzanmış, ak sakalları yer yer sararmış, ucuna doğru sivri, nur yüzlü bir adam. Ölgün dudakları kımıltısız. Son nefesini verdi verecek. Duvardaki saatin her gonklayışı büyük dayıyla birlikte sanki bizi de ölüme yaklaştırıyor, ürperiyorum. Annemin elini biraz daha sıkıyorum. Ve hayata veda ederken nefesle karışık ruhunun sesi duyuluyor… Duvardan gelen naif bir çığlık sanıyor anneme iyice sokuluyorum.
Krallar gibi çekildi hayattan demişlerdi… Artık ne demekse. Düşmedi, aklını yitirmedi gibi nedenler olabilir diye düşündüm sonraları. Sormadım da açıkçası…
Böylelikle ölümün olası formları rüyalarımda farklı imgelere dönüşerek karşıma çıktı. Metin’e anlattığımdan beri kâbuslarım azaldı sanki. Akşamları bazen biz giderdik onlara, bazen de onlar gelirlerdi. Fakat annesinin yaptığı puf börekleri yüzünden bir, çamurdan testi, tabak gibi etkinliklerimize izin verdiğinden iki ayrılmazdım evlerinden.
Zeytin ağaçlarıyla doluydu bahçelerimiz. Sonbahar geldiğinde olgunlaşan zeytinleri leğenlere düşürmek için ağaçlara çıkardık. Bir bölümü salamura yapılır kalanlar yağ çıkarmak için gönderilirdi.
Sokaklar, ah o sokaklar… Toprağın tozuna bulayan, çeşmelerde terimizi yıkadığımız. Bir lastik tekerin peşinde sarsak ve yaylanarak koşuşturduğumuz, ağaç dalından atlarımızın bir küheylana dönüştüğü sokaklar…
“Bu Akşam” “Pek Yakında” diye girdi mi mahalleye arabalar üzerindeki kartelâya asılı afişlere hayranlıkla bakar, arkalarından koşardık. Büyüklerimiz de en az bizim kadar sinemaya tutkundu.
İlkokulda aynı sınıfta ve aynı sırada olmanın sevinciyle koşturduk. Dördüncü sınıfa geldiğimizde bazılarımızın becerileri açığa çıkmaya başlamıştı. Metin’in yaptığı resme hayran olan öğretmenimiz arkadaşımın annesini okula davet etti. Çocuğun sanatsal yeteneğinin desteklenmesi yönünde övgüler ve tavsiyelerle onu evine uğurladı.
Fakat ne hikmetse aynı öğretmen; o güne kadar fark etmediğimi itiraf ediyorum, neden olduğunu da hatırlamıyorum, kızdığında, öfkesini ele geçirdiği bir öğrenciden alabiliyordu. Patakladığı çocuğun yüzü gözü şişince bir başka öğrenciyle fırından getirttiği sıcak ekmek içini önce ağzında çiğniyor, şiş olan yerlerine bastırarak tedavi etmeye çalışıyordu. Öğretmenimizin dinciliğinden de o güne değin bihaberdik. Ramazan ayı boyunca bize masa üzerinde namaz kılmayı göstermesini, kaba etinin kalkıp inmesini hayretle izledik. İfa ettiği bu görevden koltukları kabarırdı. Adı gibi Arif olmadığını anlayan birkaç veli çocuğunu sınıftan almakta gecikmedi.
Ben adamın koca kıçını kaldırıp indirmesine gülüyor eğleniyordum. Metinse ateş püskürüyordu. Bir gün dayanamadı enikonu kafa tuttu öğretmene. Yönetim sınıf tekrarı gibi acımasız bir karar aldı. İtirazlar kabul edilmedi. Annesi tanıdık bir öğretmenin sınıfında okumasını uygun gördü. Aynı okulda başka sınıflarda olmak can sıkıcıydı. Teneffüslerde görüşmeye devam ettik.
Yıllar çabucak geçiyordu. Uzayan boyumuz, terleyen bıyığımızla delikanlı olma telâşındayken kolayca düşersin bir kız evinin önüne. İple bağlı bir eşek, bekçi köpeği olursun kapılarında. Metin de ben de bu yoğun duyguların değişeceğine inanmazdık biri söylese bile. Arkadaşım benden daha zeki değildi belki ama daha hızlı düşünürdü. Oldukça pratikti de diyebilirim. O çekingen görüntüsünün yanında kızların ilgisini çeken bir yönü vardı serserinin. Bir şekilde zorluk çekmiyordu adam. Önce işveli Birsen sonra Kolejli Füsun. Bazı şeyler bazı insanlar için ne kadar kolay. Ah, ben ne zaman Gülsen’le kavuşacak ne zaman dizlerimde titreşimler hissedecektim bilmiyordum. Yazık ki ondan feyz alsam bile ağır çekimle seyreden daha çok platonik formda bir düzlemde hareket ediyordum.
Bir maç öncesiydi galiba Metin’i keyifsiz gördüm. Sınav tarihlerini mi yanlış anlamış ne… “Okulu bırakıyorum” dedi. İnanamadım. Onsuz bir kanadım kırık kalacaktı. Şurada burada geçici işlerde çalışmaya başladı. Ancak mahallede birlikteliğimiz devam ediyordu. O biz okuyanları kederle izlerken biz onun çalışıp para kazanmasına özendik. Okuyanlar dediysem bizden daha çok okuduğu kesindi. Kazandığı paraların önemli bir bölümünü kitaplara harcıyordu. Konuşmalarına da davranışlarına da yansıyordu okumak. Öyle üç kelimeyle konuşan ve anlaşılmayı bekleyen çevremdeki diğer insanlardan farklıydı. Aramızda kitap alışverişi hızla sürüyor yaşadığımız dünyayı biraz da başkalarının gözünden görmeye anlamaya çalışıyorduk.
Bu arada ülkede özgürlük söylemleri almış başını gidiyordu. Bizim de gür sesimiz kocaman yüreğimiz vardı. Yöneticiler halkı oyalıyor doğru politikalar üretmeye istekli görünmüyorlardı. Üstelik cahil ve yobaz kişiler kolaylıkla azmettirilerek birlikte yaşadığımız farklı etnik kökenli vatandaşları huzursuz ediyorlardı.
Bunca adaletsizlik onca yoksulluk… Siyasi mücadelede bulabildik kendimizi ancak. Gün oldu barikatlar kurduk sokakların kesiştiği noktada. Bazen vurulurdu aramızdan birileri. Gözyaşlarımızı yüksek avlu duvarlarına akıtırdık. Siren sesleri susmak bilmezdi.
İki mahalle arasındaki sağ sol gerilimi iyice arttığında damlarda nöbet tutuluyor, ben ve Metin sokağı arşınlıyorduk. Aniden bir panzer yolumuzu kesti. Kenara çekildik. Polislerin elinde namlulu silahlar… Üzerimizi aradılar. İçlerinden biri elini kalbimizin üzerinde gezdirdi. Biz şaşkınlıkla bakarken “Aradıklarımızı bulduk!” diye bağırdı. Metin, “Ne demek istiyorsunuz? Diye cümlesini bitirmemişti ki polis “Kalbiniz hızlı atıyor. Kaçtığınıza göre de aradığımız sizsiniz.” Dedi. “Bizi az kalsın ezecektiniz. Kaçmayıp da ne yapacaktık” dediysek de dinlemediler. Panzerde sekiz on kişi daha vardı. Birkaç kahveden aldıkları gençlerle birlikte karakola teslim edildik. O gece hücrede yattık. Ertesi günü karakola gelen bir tanıdığın sorumluluğu üzerine alması bizi kurtardı. Ailem Metinle görüşmemi istemiyordu. Sigaraya da onun yüzünden başladığımı düşünüyorlardı.
Ara sıra görüşsek de giderek birbirimizden uzaklaştık. Ben hukuk fakültesini kazandım. Evlendim, iki çocuğum oldu. Mücadelemi özellikle haksızlığa uğrayan emekçileri, mağdur kadınları, düşünce suçundan hüküm giymiş aydın insanları savunarak sürdürüyorum.
Bazen hiç beklemediğim biranda ondan haber alıyorum. Dişiyle tırnağıyla hayata tutunmaya çalışıyor. Anladığım kadarıyla kendi ailesi dahil kimseye eyvallahı yok. Belki bir gün sürpriz yapar, onun bir resim sergisine katılırım. Bunu düşünmek bile beni heyecanlandırıyor.
20/01/2025