BİR TUTAM OT
Kalemi elime almadan önce kızgınlığımın geçmesi için haftalarca bekledim. Henüz kızgınlığımın geçtiğini söyleyemem. Yazmak için bir miktar kızgınlığa da ihtiyacım var sanırım.
“Hollwood’un ırkçılıkla ilgili filmlerini izlerken, neden bu kadar yükseldiğimi şimdi anladım Üstat. Beyaz adama karşı tarifsiz bir nefret duyumsuyordum. Orada olmak, o zamana atlamak ve beyaz adamın soyunu kurutmak istiyordum.” Gülüyor, “O an aynaya baksam ve kendi beyaz tenimle karşılaşsam şaşırır ve ellerimle hiç düşünmeden kendi gırtlağımı parçalayabilirdim. Meğer bir sebebi varmış.”
Hoppala! Kaç kadeh içmiştim ben? Bu konuya nereden gelmiştik? Her zamanki mekânımızda oturuyorduk. Konu benim yine ödül alamayışımdı. O beni teselli ediyordu, “Boş ver be Üstat, takılma. Yazmaya devam. İyisin. İyi edebiyat bir gün mutlaka yerini bulur.”
Bunca yıldır tanışıyoruz ama ona hiç, “Sen neden yazmıyorsun?” diye sormak aklıma gelmemişti. Çok okur. Çok okur demek ona haksızlık oldu, gün içerisinde iki kitap bitirdiğini biliyorum. En büyük kaygısı okunması gereken kitapları okuyamadan ölmekmiş. Üç beş kitap okuyan çoğu insan yazmaya heves ederken onun bugüne kadar tek satır yazmamış olması garip geliyor bana. Bazen, “Acaba yazıyor da kimseye söylemiyor mu?” diye düşünüyorum. Böyle düşünmemin bir nedeni daha var, yazdıklarımı ilk ona okuturum. Düzeltmeler yapar. Önceleri onun düzelttiği gibi yayınlamak ağırıma gidiyordu çünkü yaptığı düzeltmeler muhteşemdi. Öykülerimi okuyan insanlar onun düzelttiği bölümleri işaret ederek, “Şahane!” diyorlardı. Sinir oluyordum, tüm öyküdeki üç beş kelime miydi mesele? Ben, “Yeni yetme delikanlı,” demişim? O, “Bıyıkları tüyden kıla dönen,” diye değiştirmiş. Çok mu mühim? Kelimelerin amuda kalkması okuyucu için neden bu kadar önemli? Tüm kelimeleri unutacaklar nasılsa, akıllarında sadece ne anlattığım kalacak. “Okuduğunuz kitaplardan bir cümle söyleyin,” desek kaç kişi söyleyebilir. O bile söyleyemez. Ortalama zekâya sahip herkes okuduğu kitabı özetleyebilir fakat okuduğu kitaptaki satırları, müthiş kelime dizilimlerini unutur. (Yalan mı? Düşünün bakalım.)
“ Germişler beni iki direğin arasına kırbaçlıyorlar da kırbaçlıyorlar. Öyle böyle değil Üstat, ucu kancalı bir kırbaçla... Kırbaç bedenime her indiğinde benden bir parça koparıyor. Göğsüme düşmüş başım, kaldırmaya mecalim yok. Gözlerimi araladığımda kara ayaklarımım etrafında birikmiş kan yığınını ve koltuğumun altımdan sarkan, sırtımın parçalanmış kara derisini görebiliyorum. Kurtulamayacağımı öyle derinden hissediyorum ki ölüme elini çabuk tutması için yalvarıyorum. Emin değilim, rüya gibi, bölük pörçük… Parçaları birleştirince cezalandırılma sebebimin okumak olduğunu biliyordum. Kırbaç sırtıma inerken, ‘Onu daha iyi saklamalıydım,’ düşüncesi geçiyordu içimden. Bir anı; soluk kırmızı ciltli Odysseia var elimde. Tek isteğim onu bulamayacakları bir yere saklamak. Korkuyordum Üstat, çok korkuyordum.”
“Ne diyorsun oğlum sen?” dedim kendi derdimden sıyrılmaya çalışarak.
“Geçmiş hayat diyorum Üstat, geçmiş hayat. Sen beni dinlemiyor musun?”
O an elimdeki rakı bardağını kafasına fırlatmak geçmişti içimden; keşke fırlatıp kalksaymışım.
“Hiç öyle bakma Üstat, ben de inanmıyordum. İnsan gerçekten ister ve yeterince çalışırsa beceremeyeceği şey yoktur. Bu konuda hemfikir miyiz? O zaman yetenek dediğimiz şey ne?”
İçmiştim. Dertliydim. Ödül alamamıştım. Bu adam ne saçmalıyordu.
Allahtan benim cevap vermemi beklemeden, “Geçmiş hayatında çabalayarak kazandığın beceri…” diyor ve yüzüme bakıyor. “Yetenek bu işte Üstat. O yetenek üç yaşında piyano çalmanı sağlıyor. Anlıyor musun? Belki sen geçmiş hayatında bir yazardın.”
Dudaklarını işte budur diye yayıp, parlayan gözlerle yüzüme bakıyordu. Doğrusu dikkatimi çekmeyi başarmıştı. O an aklıma Kafka, Dostoyevski, Flaubert gibi sevdiğim yazarlar geldi.
Geçmiş yaşamımda bunlardan birisiysem diye düşündüm.
Bir de o hayatımı hatırlarsam diye düşündüm.
Uyduruk bir ödülü bana çok gören o ahmakların bundan sonra yazacaklarımı gördüklerinde yüzlerinde belirecek ifadeyi düşündüm.
Düşünmekle kalmadım tabii.
“Nasıl öğreniyoruz bu geçmiş hayatımızı?” demiş bulundum.
“Sen beni hiç dinlememişsin Üstadım. Bizim işyerinden bir arkadaşın annesi…”
Masada duran telefonu önüne ittim, “Ara!”
Bu saatte olur mu olmaz mı derken kendimizi kadının evinde bulduk. Tonton, yaşlı bir kadın beklerken, orta yaşlarda, alımlı bir kadınla karşılaşmanın şaşkınlığına, kahvelerimizi içerken başka şaşkınlıklar eklenmişti. Kadın acayip doluydu. Bakışı, sesinin tonu karşısındaki insanda otomatik olarak saygı uyandırıyordu. “Bu insan ne yaparsa doğru yapar,” diyordunuz. Yol boyunca kafamda dolanan “Ne yapıyorum ben?” sırra kadem basmış, yerini, “Ya düşündüğüm gibi bir insan çıkmazsam?” kaygısına bırakmıştı. Bir de itiraf edeyim geçmiş hayatımda kadın olmaktan çok korkuyordum. Virginia Woolf’u severim aslında. Yine de… (Neyse işte, anladınız siz onu.)
O, bir köleyken, okuma yazma bilmesi bile yasakken Odysseia’yı okuyormuş; benim henüz okuma listeme aldığım kitabı yani. Her şey yerine oturuyordu, çok mantıklıydı, okuma uğruna korkunç bir ölümü göze almış bir insan başka türlü olamazdı herhalde. Benim yazdığım, “Askerlik onu çok değiştirmişti, artık bambaşka biriydi ama biz ısrarla eski arkadaşımızı arıyorduk,” cümlesini “Üstünden attığı kabuklar çoktan kurumuştu, biz onları üstüne geçirmeye çalıştıkça avucumuzda dağılıyorlardı,” şeklinde düzeltmesi normaldi. Kim bilir kaç hayattır böyle deli gibi okuyordu?
Kurgu bambaşka bir şey, onun için hayal gücü lazım. İşte o güç ben de var; nereden geldiği umurumda değil. Büyük laflar unutulur, akılda kalan hikâyedir. Bunca birikimi var ama yazamıyor işte. Neden? Yazmak bambaşka bir şey de ondan. O, ancak benim tasarımımdaki sökükleri diker. (Bunları yukarıda yazmıştım biliyorum ama kızgınlığım yazdıkça artmaya başladı, elimde değil.)
Yol boyunca O’nun anlattığı ritüeli bir de kadından dinledim.
“İlla hatırlayacaksınız diye bir şey yok. Bilinç en güçlü anıya tutunur ve genellikle en güçlü anımız en korkunç olandır. Arkadaşınızda olduğu gibi pek çok insan ölüm anını hatırlıyor. Rüya görmek gibi olacak.”
Dostoyevski’yim; en korkunç ve güçlü anıma gidiyorum. İdam mangasının önündeyim, son dakikalarımı yaşadığımı düşünüyorum.
Kafka’yım; verem artık son safhasında, ölüm döşeğindeyim, öksürürken ciğerlerim avucuma dökülüyor ve Max Brod’a, “Max, tüm yazdıklarımı yak!” diyorum.
Aniden inme inen Flaubert’im belki de.
Heyecandan ölecektim. Acaba kimdim ben?
Kadının bana verdiği tertemiz, uzun beyaz entariyi çırılçıplak soyunup giydim. Dikkat dağıtacak hiçbir şey olmaması için hazırlanmış boş ve tamamen beyaz bir odaya aldı beni. Yere serili, yine beyaz bir şiltenin üstünde bağdaş kurarak oturttu. Uzattığı bardaktaki hoş kokulu sıvıyı içerken hiç tereddüt etmedim. On, on beş dakika kendisi de karşımda oturup yoga gibi bir şeyler yaptırdı. Kollarımı indirip kaldırırken içim bir hoş olmaya başlamıştı ki daha önce hiç duymadığım bir dilde fısıltı halinde bir takım sözcükler söyleyerek yanıma geldi eliyle göz kapaklarımı kapatıp beni şiltenin üzerine uzattı.
Ulaşılması güç bir yerde bir tutam ot vardı. Tek isteğim ona ulaşmaktı. Öyle güçlü bir istekti ki başka hiçbir şey düşünemiyordum. Ottan yayılan koku beni kendisine çekiyordu. Tam ota ulaşmıştım derken ayağım kaydı ve yuvarlandım. Havada debelenen dört tane toynak gördüğümü hatırlıyorum. Gözlerimi açtığımda kanım damarlarımda donmuştu. Tabii bunu O’na okutsaydım, “Kanım damarlarımda donmuştu,” gibi klişe bir tabir yerine muhtemelen başka türlü ve daha büyülü bir şey okuyor olurdunuz. Asla okuyamayacak, sizin okuyacağınız da şüpheli, bu hayatım sona erdiğinde... Belki! (Acaba keçi erkek miydi?)
GÜLCAN AKSOY
17 OCAK 2025