SESİMİ DUYAN VAR MI?
Havaya kekremsi bir koku hâkimdi. Gece yarısından sonra çiselemeye başlayan yağmur belli ki uzun bir süre dinmeyecekti. Sirenler çalmaya başladığında Ümit Öğretmen sınıfa yeni girmiş yoklama alıyordu. O anda şiddetini iyice arttıran yağmura art arda çakan şimşekler ve gök gürültüsü eşlik etti. Ümit Öğretmen bir anda masasından fırlayıp avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. “Çök-kapan-tutun, çök-kapan-tutun, çök-kapan-tutun!” Bağırırken tüm öğrencilerin doğru pozisyonu aldığından emin olduktan sonra o da çöküp kapanarak masasının ayağına tutundu. Yine de susmadı, susamadı. “Çök-kapan-tutun!” Derken sınıfın camlarını titreten şiddetli bir şimşek daha çaktı ve öğretmenin sesini bastırdı. Gürültü o denli şiddetliydi ki o an kimse kendi çığlığını bile duyamadı. Öğretmen “Dayanın çocuklar, az kaldı bitecek, sakın kalkmayın!” diye bağırırken artık kimsenin onu duymadığından haberi yoktu.
Çok uzun sürmüştü. Eser hıçkırıklara boğulmuş, Fevziye’nin sesi soluğu kesilmişti. İlhan tutunduğu sıranın ayağını daha sıkı kavradı. Ayhan başını hafifçe kaldırıp arkadaşlarını görmeğe çalıştı. Çocuklar zangır zangır titrerken, ayaklarına tutundukları sıralar onlarla birlikte adeta zıplayıp durdu.
Nihayet öğretmenin “Bitti çocuklar, kalkabilirsiniz. Tatbikat sona ermiştir. Aferin size, çok iyiydiniz.” demesiyle herkes rahat bir nefes aldı.
Cansu yıllar önce tam da bugün yaşadıklarını anlatırken öğrencileri arkalarına yaslanmış pür dikkat yeni öğretmenlerini dinliyorlardı. “O zamanlar ben de sizin yaşlarınızdaydım ve şu an sizin olduğunuz sıralarda oturuyordum.” dedi, bir eliyle mani olamadığı gözyaşlarını gizlemeye çalışarak. “Çok gerçekçi bir tatbikattı!” diye mırıldandı sesi titreyerek. Ağır adımlarla sınıfın penceresine doğru yönelerek bakışlarını dışarıya çevirdi. “Buralar yerle bir olmuştu!” diye geçirdi içinden. Derin bir of çekerken tüm heybetiyle okulun tam karşısında duran Habib-i Neccar dağında yine aynı sesler yankılanıyordu:
Sesimi duyan var mı!
Sesimi duyan…
Sesimi…
Cansu, bu şehri terk edip başka diyarlara göçmek zorunda kaldığında liseye yeni başlamıştı. Yıllar sonra geri döndüğü güzel Antakya ne kadar da değişmişti. Tayin isterken ilk tercihine özellikle kendi okulunu yazmıştı. Yarım kalan ne çok şey vardı burada. Ümit Öğretmen geldi birden aklına. Evinin enkazı başında öğrencilerinin umutlu bekleyişi günlerce sürmüş, ekipler cansız bedenine ulaştıklarındaysa ne yazık ki iş işten geçmişti.
Kötü haberlerin ardı arkası kesilmiyordu. Okul takımından arkadaşı Yeliz, üst sınıftan Ahmet ve daha nice tanıdık eklenmişti uzayıp giden depremde melek olanlar listesine. Zil sesiyle irkildi birden Cansu Öğretmen. Tam kapıya doğru yönelmişti ki duvar dibindeki rafta duran bir kitap takıldı gözüne. Elini uzatıp kitabı aldı ve iki eliyle kitaba sarıldı eski bir dostun elini tutarcasına.
Şimdi depremden hemen önce çok sevdiği Ümit Öğretmen’in yazıp kendisi için imzaladığı kitap duruyordu titrek avuçlarında. Daha okuyamadan kaybolmuştu o büyük sarsıntıda. Onu kim bulup buraya getirmiş olabilirdi bunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Kitap fazlasıyla yıpranmış görünüyordu. Yaprakları sararmış, bazı sayfaları yırtılmıştı. Kim bilir kaç gün kalmıştı enkaz altında. Kitabı dikkatle incelerken bir kalem buldu doksan beşinci sayfada, bir de, bir de not vardı kalemle aynı sayfada.
Cansu Öğretmen’in zihninin beton duvarları arasında yıllardır yankılanıp duran hıçkırıkları ve gözbebeklerinin demir parmaklıkları ardında hapsolmuş gözyaşları nihayet bir kuş gibi özgürlüğe doğru kanatlanıyordu.
Kalemi çantasına koyup sınıftan ayrıldı. Öğretmenler odasına doğru hızla yürürken kitaptaki notu bir kez daha büyük harflerle okuyordu:
“Belki tam da umudun tükenmişken
Bir kitap yeşertecek ümitlerini
Ve o kitabın içinde bulacağın
Bir kalemle, yeniden başlayacak her şey…”
Hasan TURUNÇ