BİR KADIN
İçerden peş peşe gelen acı feryatları duyan adam kapıya doğru koştu.
Çığlık çığlığa, ardı arkası kesilmeyen bir feryattı bu, yer gök inliyordu adeta. Odanın içinde ne olduğunu bilmesine rağmen, bu sesler karşısında son derece tedirgin ve ürkekti. Tedirginliği içinde, alev dalgalarına yol açıyor, alnından terler usul usul yüzüne doğru ilerliyordu.
Heyecanlıydı adam, kapıyı açıp girmek istedi odaya. Tam elini kapının koluna uzatmış açacaktı ki kapıyı, son anda vazgeçti, boşluğa bıraktı ellerini. Arkasını döndü ve sağa sola hızlı hızlı ama tedirgin bir şekilde dönüp durdu. Beyninde sadece tek bir şey dönüyordu:" Neydi acaba? Ne olacaktı?"
Daha öncekiler geldi gözünün önüne yine, yeniden...
Ve o an da kalp atışları daha da hızlandı.
"Hayır, hayır!" Diye söylendi o korkuyla. "Hayır, bu defa öyle olmayacak" diye de teselli etti kendini.
O an gözü duvarda asılı duran bir halıya takıldı, Baba geyiğin halının tam ortasında ki heybetli duruşu, arkada anne geyiğin kocasına bakışı ve yavrunun yeşillikler içinde karnını doyurmaya çalışması. Yemyeşil bir ormanın içinde, tertemiz suların aktığı her yanı çiçeklerle dolu halıya takılıp kaldı uzun süre. Baba geyik nasıl da koruyucu, nasıl da güçlü duruyordu ailesinin yanında. Kendini düşündü o an. Yıllardır yaşadığı evini, karısını, çocuklarını düşündü. Bir türlü şu duvardaki halıda duran baba geyik gibi heybetli olamadım diye geçiriyordu içinden.
Nedenini tam olarak tanımlayamasa da kendine de çocukluğunda öğretilen ve kendinin de ailesine öğrettiği bir cümle vardı beyninde!
Kişileri sindiren, kişilikleri ürtüküp silikleştiren bir cümle:
"Elalem ne der?"
ve
"Erkek dediğin..."
Bu iki cümlede toplumun olaylara bakış açısının sığlığını anlatmaya yetiyordu esasında.
Elalemin ne diyecek olması her şeyden önemliydi yaşamında, ailesinden bile...
Toplumun, adına gelenek dediği içi boşaltılmış kurallar. Daha minicik bir çocukken işlenmişti beyinlerine.
Bir kez olsun babasının kendisini öptüğünü, sarıldığını, kucağına aldığını, onunla oynadığını, ona nasılsın oğlum diye sorduğunu hatırlamıyordu.
Babalık demek, otorite demekti bu topraklarda,
Babalık, sertlik ve monarşi demekti.
Babalık kimin koyduğu belli olmayan kurallara uymaktı ve uymayanları da bir şekilde dışlayıp, ayıplayıp, korkutup, sindirmekti.
Çocuğunu kucağında taşıyan adam da adam mı sayılırdı!
Karısını karşısında konuşturan!
Evin içinde sözünü geçiremeyen adam, adam olur muydu?
Bu gelenekler yüzyıllar boyunca bu topraklarda böyle gelmiş, böyle gidecek diye de öğretilmişti herkese.
Toplumdan aykırı davranmak , bu yazılı olmayan kuralları ihlal etmek, eski köye yeni adetler getirmek...
Bunların hepsi birer toplum suçuydu ve yazılı olan hukuk kurallarından çok daha fazlaydı yaptırım gücü.
Elalem tarafından kınanmaktan daha kötü ne olabilirdi ki...
Aman Allah korusun! Tövbe tövbe dillere düşmektense, Allah canlarını alsa daha iyiydi.
Babası adamın hayatının tam merkeziydi, yetişkinliğine kadar üzerinde sürdürdüğü hakimiyeti evlendikten sonra da babasının elinden alamamıştı ne yazık ki!
Babasından iyi bilecek değildi ya babalığı!
Ama içinde de bu konuda hep bir isyan dalgası gelip gitmiyor değildi. Bir gün patlayacaktı patlamasına ama o an henüz bu zaman değildi.
Baskıların sonucunun hep isyan olduğunu kelimelerle ifade edemese de, iç güdüsel olarak bunu davranışlarıyla gösterecekti bir gün.
Duvarda asılı resimdeki yavru geyiğe yoğunlaşmıştı gözleri şimdi de.
Kendisi de bir yavruydu bir zamanlar ama bu geyik gibi mutlu olduğunu hiç hatırlamıyordu hafızasını yokladığında.
Hep bir yokluk, hep bir acı, hep bir çaresizlik ve hep bir otorite vardı, geçmişten bu yana yaşamında.
Sekiz kardeşin beşinci erkek çocuğuydu. Kendinden önce doğan dört abisi daha vardı.
Kendinden sonra doğan üç kardeşin de bir tanesi erkekti. İki de kız kardeşi vardı ama kaç kardeşsiniz diye sorduklarında altı kardeşiz diye cevap verirdi evin erkekleri. Kız çocuklarının ne resmiyette ne de geleneklerde henüz adları yoktu.
Kardeş bile sayılmayan kız çocukları bir gün evlendirildiklerinde elbette eş olamayacaklardı gelin gittikleri evde...
Altı erkek sahibi olmanın sonsuz gücünü de kullanırdı babaları bulundukları çevrede. Gurur duyardı kendisiyle, altı erkek çocuk sahibiydi çünkü, bu onun diktatörlüğünün de temeliydi çevresinde. Kimin gücü yeterdi ki bu aileye...
Erkek çocuk demek, beden gücü demekti, hem kavgada da arka demekti. Böylelikle gelişmemiş bu yeryüzü şehrinde astığın astık, kestiğin kestikti artık.
Kız kardeşlerini de çok severdi aslında. Ama evin abilerinden birisi olduğu için aralarında hep bir mesafe, hep bir soğuk duvar vardı. Nihayetinde kızını dövmeyen dizini döver diye bas bas bağıran bir topluluğun ferdiydi. Ve buna göre yaşaması gerekti.
Sonra birden kendi kızları geldi aklına; dört kız babasıydı, kader kendisine ne de zalim davranmıştı. Yıllardır bir erkek çocuğu çok görmüştü. Ne talihsiz, ne bahtsız bir adamdı. Babasına da hiç çekmemişti genleri, çekseydi onun gibi boy boy erkek çocuk babası olurdu.
Ama kader acımamıştı işte kendine, bir erkek evladı çok görmüştü.
Bu yüzden göğsünü gere gere yaşadığı şu yerde bir türlü dik yürüyememişti.
Babasına karşı da hep kendini suçlu hissetmişti. Diğer abilerinin de boy boy erkek evlatları vardı ama kendisi bunu bir türlü becerememişti işte...
-ah be ne olurdu sanki bir oğlum olsaydı diye iç geçirdiği bir an bir sesle irkilip düşüncelerinden uzaklaştı hemen.
Ve kapı nihayet açılmıştı işte!
Kapının açılmasıyla o yöne dönen adam,
içerden çıkan köyün ebesi ünvanına sahip yaşlı kadına heyecanla sordu doğdu mu?
-"Doğdu"dedi ebe yüzünde bir suçlu ifadeyle:" bir bir kızın oldu."
-Arkasını usulca dönen adam gözlerini kapatıp o an dondu.
Aklından ilk geçen babası oldu ne diyecekti şimdi? Kolay mıydı bunca ay erkek erkek diye beklenen bebeğin kız olduğunu söylemek?..
Kolay mıydı? İnsanların neyin oldu diye sordukları sorusuna kızım oldu demek.
Yine acıyacaklardı kendine.
Vah vah yazık diyeceklerdi arkasından
Ya da dedikodular dönecekti:" bunun oğlu olmaz. Erkek adamın oğlu olur." diye!
Yüreği daralmıştı o an bayılacak gibi olmuş başı dönmüştü. Küfle karışık soğan kabuğu gibi kokan odanın kapısında...
İçerde, kan revan içinde bağıra bağıra köyün ebesinin ellerine teslim 5.çocuğunu da doğuran kadın, biraz daha rahatlayınca usulca gözlerini açtı ve yan tarafına doğru sordu:
-Erkek mi, kız mı?
Ebe biraz öfkeli biraz hayıflanmış bir şekilde baktı kadına:
-Kız dedi
Hançer yemiş gibi oldu kadın yattığı yerde, gözlerini hızla kapatıp suratını diğer tarafa bir hışımla çevirdi...
Gözlerinde sadece kızgınlık vardı. Üzüntü değildi bu, kendinden nefretti. Doğan o minicik bedenden nefretti. Yine başaramamıştı bir erkek doğurmayı, yine tam kadın olamamıştı.
Yine kınayacaktı konu komşu ardından bir oğlan doğuramadı diye güleceklerdi. Bir oğlum oldu diyemeyecekti.
Kader yine gülmemişti kendine.
Ah ! Ne zalim bir kaderdi bu böyle!
Doğmasaydı keşke diye geçirdi içinden kadın ve sırtını döndü bebeğe. Badanalı duvara gözlerini dikti ve hiç bir şey demeden öylece kalakaldı.
Doğduğu anda annesi tarafından yüz çevrilen bir kadın daha doğmuştu işte... Annesinin bile yüzüne bakmadığı, o kundakta ki kadına kim yüzünü dönecekti artık ! Kim yüzüne gülecekti...
Kim çıkarsızca sevecekti...
Kadın olarak doğduğu için babasının bile utandığı bu kadın;
yaşamaktan hep utanmaz mıydı artık?
Hep içinde büyük bir boşlukla yaşamaz mıydı?
Kime sığınacaktı, kime anlatacaktı dertlerini,sevinçlerini?. .
Kiminle yaşayacaktı anne babasıyla yaşayamadığı duygularını, kime güvenecekti...
Ve o kim olduğu bilinmeyen,
nerede doğduğu belli olmayan.
sesleri duyulmayan milyonlarca kadından birisi daha doğmuştu o gün.
O gün bilinen bir ülkenin, bilinmeyen bir köyünde, bir mezrasında , bir semtinde bir kadın doğmuştu işte. Daha öncekilerden ve daha sonra doğacaklardan bir farkı olmadan...
& quot;
Yaşam Bilimleri12 Mayıs 2024 16:39
Yaşam Bilimleri05 Nisan 2024 09:15
Yaşam Bilimleri11 Mart 2024 22:59
Yaşam Bilimleri19 Şubat 2024 18:22
Yaşam Bilimleri18 Ocak 2024 10:17
Yaşam Bilimleri26 Temmuz 2021 19:14