Doç. Dr. BAKİ DUY ile “YAŞAMA DAİR”
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam öncelikle “Yaşama Dair” söyleşimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz.
Hülya Kandemir Yavuz: Antik çağlardan günümüze değin hemen her düşünür “Yaşamın Anlamı” üzerine görüşlerini dile getirmiştir. “Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır; yaşamın anlamını kaybetmek” der Seneca. Hocam sizce “Yaşamın Anlamı” nedir?
Doç. Dr. Baki Duy: Bu söyleşi için beni seçmenizden ötürü teşekkür ederim. Açıkçası bu engin sorulara doyurucu yanıt verme noktasında ne kadar başarılı olacağım bilemiyorum. Felsefi boyutu da olan bu zor sorulara bilgim, birikimim ve düşünsel yetilerim çerçevesinde yanıt vermeye çalışayım. Yaşamın anlamı ve bu anlamın ne olması gerektiği sorusu oldukça eski çağlara, felsefi tartışmaların yoğun olduğu antik Yunan dönemine kadar gidiyor. Tabii bu soru sadece batının değil, doğunun ve uzak doğunun düşünürleri, feylesofları tarafından da sorulmuştur. Bu bağlamda oldukça evrensel, zaman üstü bir soru olduğunu söylersek yanlış olmaz sanırım. Dolayısıyla, bu soru gelecekte de insan evladı tarafından sorulmaya devam edecek görünüyor.
20. yy’ın ikinci yarısından itibaren Varoluşçu felsefe temelinde geliştiren Varoluşçu Psikoterapinin temel sorularından ve başlıklarında biri de yaşamın anlamının ne olduğudur. Özellikle Logoterapinin kurucusu olan Victor Frankl yaşamın anlamı üzerine çok kafa yormuştur. Yaşamın anlamının ne olması gerektiğine dair bazı ideolojik, dinsel yanıtlar verilebilir. Ben bu soruya psikoterapi ve özellikle de Varoluşçu Psikoterapi bağlamında yanıt vermeye çalışayım. Belki insanlık deneyimden süzülen değerler bağlamında, farklı coğrafyalarda yaşayan insanlar, yaşamın farklı dönemlerinde otak bazı yanıtlar vermiş olabilirler. Ancak herkes için geçerli olacak, reçete tarzında bir anlam sunmak doğru olmaz. Varoluşçu Psikoterapiye göre, her insan kendi yaşamı için kendi anlamını bulmak, tanımlamak durumundadır. Birisine yaşamın anlamının ne olması gerektiğini söylemek pek mümkün değil. Dolayısıyla yaşamın anlamının herkes için biricik bir anlamı olmak durumundadır. Yaşamın anlamı tek bir şey olmaktan da fazla bir şeyi ifade ediyor aslında V. Frankl’a göre. Ona göre yaşamın anlamını aramak da olmaz; aslında yaşamda sevgiyi, güzelliği, adaleti bulduğunuz her anda yaşam anlam kazanmakta. Yaşamın kendimiz için anlamı aslında dünyaya, hayata dair bakışımız, değerlerimiz, yaşama dair belirlediğimiz amaçlarla ilişkili olduğu söylenebilir. Bu başlıklara dair verdiğimiz yanıtlar sahip olduğumuz yaşamın anlamına dair ipuçlarını verecektir. Öyle görünüyor ki, yaşamın anlamı aranacak bir şey değil sanki. Arayacaksak da onu arayacağımız yer şüphesiz iç dünyamız, duygularımız, inançlarımız, değerlerimiz vs.
Hülya Kandemir Yavuz: Sokrat’tan günümüze doğu ve batı felsefesinin ana problemlerinden biri olan Delphi tapınaklarında da yazan “Kendini bilmek” sizce nedir?
Doç. Dr. Baki Duy: Yine yanıtlanması zor bir soru daha. Kendini bilmek kavramı felsefenin, teolojinin ve psikolojinin temel konularından biri olagelmiştir. Kendini bilmeyi, bireyin sahip olduğu tüm bedensel, ruhsal, düşünsel özelliklerinin artısıyla, eksisiyle bilincinde olması hali olarak tanımlayabilir. Kendini bilme “hali” elbette bir zaman gelir kararlılığa, durağanlığa erişebilir, ancak son derece devinim içinde olduğunu söyleyebiliriz. Kendinin bilmek öncelikle fiziksel olarak kendini tanımakla başlar. Sonra çok daha soyut, karmaşık benliğe dair öğelere doğru ilerler. Elbette yaşamın ilk dönemlerinde kendilik bilgisi son derece düşüktür, somut deneyimlere dayanır, bilişsel gelişime ve deneyim eksikliğine bağlı olarak sınırlıdır, anne-baba başta olmak üzere hayatımızda önemli olan diğerlerinden kendimize dair gelen dönütlere daha çok dayalıdır, ancak düşünsel becerilerimiz arttıkça, deneyimlerimiz zenginleştikçe kendilik bilgimiz daha soyut ve kapsamlı tanımlamalara ulaşmakta, daha özerk olmakta.
Tabii kişinin içinde yaşanılan kültür ve aile ortamı kendini bilmeyi olumlu ya da olumsuz anlamda etkileyebilir. Bazı kültürler ve aile iklimi kendini tanımayı, özerk biçimde tanımayı özendirirken, diğer kültürler ve aile iklimi bu sürece dışarıdan çok daha müdahale etmeyi ve dolayısıyla kendini sınırlı tanımayı sağlayıcı nitelikte olabilmekte. Yunus’un “bir ben vardır bende benden içerü” sözleri kendini bilmenin aslında görünenin ötesine geçmeyi ifade etmekte bana göre. Bir taraftan hem yaşamda yeni deneyimlere ve içsel deneyimlere açık olarak, diğer taraftan iç dünyamızda olup bitenlere dair yapacağımız sorgulamalarla kendilik farkındalığımızı daha fazla arttırmak mümkün. Ancak bunu yapmak belli bir cesareti de gerektirir, çünkü kendimizde kabul etmek istemeyeceğimiz kendimize dair şeylerle karşılaşmak anlamına geliyor kendini bilmek. Kendini bilmek bir olma halidir ve ölüme kadar devam eder. Dolayısıyla, ben de halen kendimi bilmeye, tanımaya devam ediyorum.
Hülya Kandemir Yavuz: PDR bilim dalı, sizin yaşamınıza katkı sağladı mı? Bunu bireysel ve toplumsal katkılar çerçevesinde değerlendirilecek olursanız neler söylemek istersiniz?
Doç. Dr. Baki Duy: Elbette sağladı. Gerçeği söylemek gerekirse bu alanı hiç tanımadan- ki o zaman internet gibi bir bilgi deryası yoktu henüz, bilmeden, sırf puan türü ve puanım tutuyor diye seçmiştim. Ancak çok şanslıyım ki bu alanı çok sevdim. Bu alanda eğitim almış olmak biraz önce üzerine konuştuğumuz kendimi bilme, tanıma serüvenime çok katkı sağladı. Bu katkı halen devam etmekte. Halen kendimi keşfetmeye devam ediyorum. Aldığım eğitimin aynı zamanda ailevi, duygusal ve sosyal ilişkilerime de olumlu yansımaları oldu ve olmaya devam ediyor.
Toplumsal katkı yapma fırsatları ise çoğunlukla halka ve farklı meslek alanlarına yönelik olarak verdiğim konferanslar, söyleşiler aracılığıyla gerçekleşmekte. Diğer taraftan, MEB’e bağlı okullar başta olmak üzere çeşitli kurumlarda çalışan mezun öğrencilerimin yetişmesine katkı sağlamış birisi olarak, dolaylı da olsa topluma hizmet ediyorum galiba.
Hülya Kandemir Yavuz: PDR biliminin Psikoloji biliminden ayrı olarak aidiyet duygusu çok gelişmiş olduğu görülmekte. Bunun nedenlerini açıklayabilir misiniz?
Psikoloji alanındakileri bilmiyorum, ancak gerçekten de PDR alanında çalışanların aidiyet duygusu oldukça güçlüdür. Bu sorunun yanıtı tam olarak nedir bilmiyorum, ancak bunun altında PDR ilkelerinin eğitim sürecine olabildiğince yansıması olabilir diye düşünüyorum. Özellikle son yıllarda aidiyet duygusunda daha fazla artış olduğu gözlenmekte. Bunun sebebi sanırım çalışma alanımızda alan dışı birçok kişinin olması. PDR ruh sağlığının normallik boyutunda bulunmaktadır. Yani bizler klinik düzeyde ruhsal bozuklukları olan kişilere değil, yaşamda bazı zorlanmalar, güçlükler içinde olan, gelişimsel veya durumsal sorunların üstesinden gelmekte zorlanan bireylere ve hatta böylesi zorlanma yaşamayan ancak kendisini geliştirmek isteyen kişilere hizmet veririz ve farklı yaş gruplarından tüm bireylere bu hizmeti sunmamız söz konusudur. Böyle olunca çalışma ve etkinlik alanımız maalesef sözde kişisel gelişim uzmanlarının, yaşam koçlarının, enerjicilerin, manevicilerin vs. birçok kişinin işgaline uğramakta. Bu durum ister istemez bir savunma tepkisine yol açmakta ve meslektaşlar arasında daha fazla dayanışmaya yol açmakta. Son olarak şunu söyleyebilirim; PDR programını öğrencilerimizin hemen hepsi bilinçli olarak seçiyorlar. Dolayısıyla daha öğrenci iken güçlü bir mesleki kimlik geliştiriyorlar diye düşünmekteyim.
Doç. Dr. Baki Duy:
Hülya Kandemir Yavuz: PDR’nin kurumsallaşmasına ilişkin gelen eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz?
Doç. Dr. Baki Duy: Özellikle son birkaç yıldır dernek genel merkezinin ve şubelerin etkin çalışmaları sonucunda mesleğimiz adına önemli kazanımlar elde edilmeye başlandı. Kasım 2017’de yayımlanan Rehberlik Hizmetleri Yönetmeliği bizler açıdan oldukça olumsuz, meslek ilke ve etik ilkeleriyle çelişen maddeler içermekteydi. Yoğun yürütülen diplomasi ve görüşmeler sonrasında yeni bir yönetmeliğin çıkarılması sağlandı. Diğer taraftan Mesleki Yeterlilikler Kurumu tarafından mesleki unvanlarımız ve yeterliklerimiz belirlendi. MEB’in yapmış olduğu atamalarda alanımıza ayrılan kontenjan en yüksek kontenjanlar arasında yer almaktadır. Dernek genel merkezinin yoğun çabalarıyla Adalet Bakanlığı, Aile ve Kadından Sorumlu Bakanlık ve Sağlık Bakanlığında yetkililerle mezunlarımızın bu bakanlıklar bünyesinde istihdamı ve var olan istihdamların artırılması yönünde görüşmeler devam etmekte. Dernek bünyesinde kurumsallaşma bağlamında yapılan çalışmalar son yıllarda hız kazanmış durumda. Şube sayısı ve temsilcilik sayısı hızla artmış ve hemen her ilde örgütlenme gerçekleşmiş durumda. Sanırım bu kazanımların peyderpey gerçekleşmesi ve psikolojik danışmanların seslerinin daha çok çıkması rekabet içinde olduğumuz ruh sağlığı alanında hizmet veren diğer meslek gruplarının dikkatini çekmekte. Gönlümden geçen bu ülkede ruh sağlığı hizmetlerinin çok daha yayın ve etkin biçimde sunulmasıdır. Bu anlamda ruh sağlığı alanındaki diğer meslek gruplarının da kendi kurumsal yapılarını güçlendirmeleri doğru olan yaklaşım olacaktır. Ruh sağlığı alanındaki meslek gruplarının etkinlik alanları, sınırları bellidir. Bu bağlamda inanın her meslek grubuna ihtiyaç duyulmakta ve her meslek alanın aynı kurumda kendi yetkinlik alanın içinde hizmet verebilir. Elbette ruh sağlığı alanındaki meslek grupları arasında bir rekabet olabilir, ancak asıl olan herkesin kendi yetkinlik alanı içinde kalması ve işbirliği yapıp birbirimizi tamamlayıcı çalışmalar yapmaktır. Bu ikisi olduğunda, yani bir taraftan kendi meslek alanımızı güçlendirmeye yönelik çalışmalar yaparken, diğer taraftan da ruh sağlığı meslek grupları arasında işbirliği sağlandığında, bu ancak bizleri ve ruh sağlığı alanını daha da güçlendirir. Son olarak meyve veren ağaç taşlanır sözünü hatırlatmak isterim.
Hülya Kandemir Yavuz: Afganlı, Suriyeli, İranlı vb mülteci çocukların Türkçe bilmeden okula başlamaları ve yönetmelik her ne kadar ödev verilmez dese de ailelerinin de Türkçe bilmedikleri için verilen ödevlerde, öğrencilerine yardımcı olamadıklarından dolayı gerçekleşen başarısızlığı önlemek açısından ne tür önlemler alınabilir?
Doç. Dr. Baki Duy: Aslında bu soru tam olarak benim yetkinlik alanıma girmemekte, ancak sorunun yanıtı aslında sorunun içinde gibi geliyor bana. Bu çocuklara yoğun biçimde dil desteği, eğitimi verilerek Türkçe yeterliklerinin yükseltilmesi gerekmekte. Bu yeterlikler sağlanana kadar korkarım bu olumsuzluk devam edecek.
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam sizce başarı, akademik başarı elde etmek midir yoksa hayatta kalma becerisi kazanabilmek midir?
Doç. Dr. Baki Duy: Başarılı olmaktan ne anladığımız önemli. Standart, herkes için geçerli olabilecek bir başarı ölçütünden söz etmek zor. Yaşam nihayetinde çok katmanlı; yalnızca işten, aileden, sosyal ilişkilerden, eğlenceden, hobilerden ibaret değil. Sanırım başarı yaşamın bu farklı alanlarında belli bir dengeyi sağlamaktan geçiyor.
Hülya Kandemir Yavuz: Son sorum; günümüzde yaşanan pandemi ile ilgili mücadelede bizleri sosyolojik, psikolojik ve ekonomik olarak sizce neler bekliyor?
Doç. Dr. Baki Duy: Pandemi ile hem sosyal hem kişisel hem ailevi hem iş yaşamımızda, ekonomik dünyada hazır olmadığımız değişimler yaşamak durumunda kaldık. Yaşantımıza sınır koymak zorunda olmamız, sosyal ilişkilerimizi en alt düzeye indirmek zorunda kalmamız, eve kapanmak zorunda kalmamız ve virüsün bize ve sevdiklerimize bulaşıp ciddi zararlar vermesine dair yaşadığımız kaygı psikolojik olarak zorlanmamıza neden oldu. Tabii bu zorlanmayı farklı düzeylerde yaşıyoruz. Kimi hem mizacının yatkınlığı hem de salgına dair öznel deneyimleri nedeniyle klinik düzeyde ruhsal sorunlar geliştirmekte. Bilhassa uzun günler evde kalmak durumunda olan yaşlı bireylerde depresyon ve kaygı bozukluklarının ortaya çıkması muhtemel. Sosyal yaşamımız da maalesef sekteye uğradı; salgın nedeniyle hiç olmadığı kadar sosyal ortamlardan ve ilişkilerden kendimizi soyutlamak durumunda kaldık. Dostlarımızla bir araya gelemez, sohbetler edemez, sarılamaz olduk. Bu durum ruhsal dünyamıza da olumsuz yansıdı. Ekonomik yaşam maalesef çok ciddi yara aldı ve birçok işyeri kapandı, birçok kişi işini kaybetti. Özellikle özel sektörde hizmet veren birçok çalışan da işini kaybetme kaygısını yoğun biçimde yaşamakta. Bu durum da yine bireyin ruhsal dünyasını alt üst etmekte. Çocuğunun cebine harçlık koyamayan, istediğin bir oyuncağı ya da kırtasiye malzemesini alamayan bir babanın, annenin yaşayacağı çaresizliği, üzüntüyü, öfkeyi hayal etmek çok zor. Salgının devam etmesi halinde korkarım ruhsal hastalık belirtisi geliştirenlerin sayısı artacak. Sosyal yaşamımız sekteye uğramaya devam edecek. İflasların, işsizlerin sayısı ürkütücü rakamlara ulaşacak sanırım. Bu da bizi hem ruhsal anlamda hem de toplumsal bağlamda daha güçlü biçimde olumsuz etkilemeye devam edecek. Umarım en kısa zamanda salgın sona erer de tam olarak olmasa bile eski düzene yeniden döneriz. Ancak şurası bir gerçek ki salgından sonra hayat eskisi gibi olmayacak.
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için hem Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi ailesi adına hem de okuyucularımız adına çok teşekkür ederiz.
& quot;
& quot;
Yaşam Bilimleri12 Mayıs 2024 16:39
Yaşam Bilimleri05 Nisan 2024 09:15
Yaşam Bilimleri11 Mart 2024 22:59
Yaşam Bilimleri19 Şubat 2024 18:22
Yaşam Bilimleri18 Ocak 2024 10:17
Yaşam Bilimleri26 Temmuz 2021 19:14