RASİM BAKIRCIOĞLU İLE “YAŞAMA DAİR”
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam öncelikle “Yaşama Dair” söyleşimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz.
Hülya Kandemir Yavuz: Antik çağlardan günümüze değin hemen her düşünür, “yaşamın anlamı” üzerine görüşlerini dile getirmiştir. “Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır; yaşamın anlamını kaybetmek.” der Seneca. Hocam sizce “yaşamın anlamı” nedir?
Rasim BAKIRCIOĞLU: Sorunuz, oldukça kapsamlı görünüyor bana, Hülya Hanım! Evet; Antik çağlardan bugüne dek pek çok düşünür, yaşamın anlamı konusunda, birbirine yakın ya da uzak birçok görüş ortaya koymuş, dediğiniz gibi. Bir de bu sorunun yanıtını da içeren, bilim çevrelerinin onayladığı çok sayıda kişilik kuramı var. Benim yaşamın anlamına ilişkin görüşlerimi, ağırlıklı olarak o kuramların ayrıntılarıyla ortaya koyduğu düşünceler oluşturuyor.
Onun için bu kuramların önde gelenlerinden birkaçı, yaşamın anlamını neye ya da nelere dayandırıyor, çok kısaca bunları belirtmek istiyorum.
Psikanaliz, bu kişilik kuramlarının ön sıralarında yer alıyor. Sigmund Freud’un belirlediği gibi ruhsal yapımızı ilkel benlik (id), benlik (ego) ve üst benlik (süperego) üçlüsü oluşturuyor.
İlkel benliğimiz, doğuştan getirdiğimiz, kişiliğimizin özü olan derin, zengin, uçsuz bucaksız bir denize benziyor. Burası, hem ayıp, günah, yasa, yasak, suç nedir, bilmeyen cinsel içgüdümüzün (libidomuzun, yaşam enerjimizin) hem de saldırganlık içgüdümüzün deposu. Cinsel içgüdümüz, dar anlamda bir cinselliği anlatmıyor. Canlı, cansız her şey, bu içgüdümüz için sevgi nesnesi olabiliyor. İlkel benliğimizin tek istediği, anında hazza ulaşmak, kızdığı anda da saldırmaktır.
Zaman içinde ilkel benliğimizden ayrılan ruhsal enerjiyle benliğimiz ve üst benliğimiz gelişiyor. Benliğimiz, ilkel benliğimizin toplumsal-ruhsal gerçeklerle çatışan, yaşamımızı aksatan ve üst benliğimizin tehlikeli gördüğü isteklerine doyum yolları buluyor; gerektiğinde onları bilinçdışına bastırarak uyum sağlamamızı gerçekleştiriyor.
Özellikle anne babamız aracılığı ile içselleştirdiğimiz gelenek, görenek ve toplumsal yasaların oluşturduğu ilkel ruhsal yapımız olan üst benliğimiz, yapmamamız gerekenleri bildiren, içimizdeki yargılayıcı ve yasaklayıcımızdır. Yasaklarını benliğimizi uyararak uyguluyor.
İşte bu üçlü ruhsal yapımız, içgüdülerimizi dengeli ve doyurucu düzeyde giderdiği ölçüde, yaşamımız anlam kazanıyor.
Freud’un yakın çalışma arkadaşı olup daha sonra onunla yollarını ayıran Alfred Adler, bireysel psikoloji kuramını geliştiriyor. Bu kurama göre bizim en güçlü isteğimiz, eksik gördüğümüz yanlarımızın yarattığı ruhsal acıdan kurtulmak amacıyla gösterdiğimiz çabalar sonucu, üstün olmayı başarmaktır.
Yaşamımız, eksikliğini duyduğumuz şeyleri doğrudan gerçekleştirerek ya da yerine bir başka şeyi koyarak, amaçladığımız üstünlüğü sağladığımız ölçüde anlam kazanıyor.
Bilinçdışımızda eksiklik karmaşası oluştuğunda ise, dünyayı ele geçirsek bile, mutlu olamıyor, yaşamımıza anlam kazandıramıyoruz.
Erik Erikson’un geliştirdiği kurama göre toplumsal-ruhsal gelişimimiz, doğumla ölüm arasındaki temel güven, bağımsızlık, girişim, çalışma ve yapıcılık, kimlik kazanımı, yakınlaşma, üretkenlik ve benlik bütünlüğü denilen, aşama sıralı sekiz çağda tamamlanıyor.
Bu yedi gelişim evresinin meyvelerini olgunlaştırarak benlik bütünlüğüne eriştiğimizde, ölümü huzurlu bir ağırbaşlılıkla yaşamın doğal bir parçası olarak değerlendiriyor ve ölümden korkmuyoruz.
Yaşam, bizim için bu sekiz çağın gereklerini yerine getirme olanağı bulduğumuzda, anlam kazanmış oluyor.
Erich Fromm, özgürlükten kaçış yaklaşımı diye adlandırılan bir kuram geliştiriyor. Bu kurama göre, olumlu özgürlüğü yaşamamızı ve güçlü bir benlik geliştirerek anlamlı bir yaşam sürdürmemizi, ancak örgütlü bir toplumun üyesi olarak toplumsal ve ekonomik güçler üzerinde egemenlik kurduğumuz ve onlara köle olmaktan kurtulduğumuz zaman sağlayabileceğiz.
Abraham Maslow’un kendini gerçekleştirme kuramında belirlediği gibi bizim, aşama sıralı beş gereksinimimiz bulunuyor. Bunların ilki yeme, içme, uyku, cinsellik, etkinlik, barınma gibi temel gereksinimlerimizdir. Onları, gelişim gereksinimlerimiz olan güvenlik (korunma) sevgi (sevme, sevilme, ait olma), saygınlık (onurunu koruma, anlama, bilgilenme, güzelduyu) ve kendini gerçekleştirme (tam verimlilik, yaratıcılık) izliyor. Her gereksinimimiz, bir önceki gereksinimimizi doyurduğumuzda ortaya çıkabiliyor. Örneğin, önceki dört gereksinimimizi yeterince gideremediğimizde, kendimizi gerçekleştirme gereksinimini duymuyoruz. Az gelişmiş ülkelerde temel gereksinimler bile tam olarak karşılanamadığı için bu ülkelerde bilim insanı ve sanatçı yetişmiyor.
Bu beş gereksinimimizi doyurucu ve dengeli biçimde giderdiğimiz ölçüde, yaşamımıza anlam kazandırıyoruz.
Varoluşçu yaklaşım ise insanı, içinde var olduğu kendine özgü dünyasında anlamaya ve bu anlayışla onun sorunlarının çözümüne ışık tutmaya çalışıyor. Her insanı, kendine özgü bir mucize olarak görüyor ve değerlendiriyor. Ne yaşamakta olduğumuzu tümüyle seçebildiğimizde, yaşadıklarımızın nedenlerini de yaşamın anlamını da gerektiği gibi o zaman kavrıyoruz.
Buna göre ise yaşamımızın anlamı, olması gerekeni yaşamada değil; olmakta olanı yaşamamızda gizlidir.
Yaşamın anlamını zihnimizde tam olarak belirginleştirmek için başka birçok kuramın daha bilinmesi gerekiyor. Bunların belli başlıları analitik psikoloji, benlik psikanalistlerinin yaklaşımı, bütüncü yaklaşım, davranışçı psikoloji, anlam odaklı varoluşçu yönelimli psikoterapi, ayırıcı özellik kuramı, biyoloji temelli faktör analitik ayırıcı özellik kuramı, faktör analitik ayırıcı özellik kuramı, alan kuramı, bilişsel gelişim kuramı, birey odaklı yaklaşımdır.
Her psikanalist ya da psikoloğun, kişiliğimizin bir ya da birkaç boyutunu ayrıntılı biçimde aydınlattığını görüyoruz. Sözünü ettiğim kuramlarla bunlara benzer kuramların ortaya koyduğu ve yaşamımızı anlamlı kılan etkenler, her bireyde aynı güçte ortaya çıkmıyor.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
Doğuştan getirdiğimiz bedensel, bilişsel ve duygusal gizilgüçlerimizi doğamıza uygun yöntemlerle geliştirip bütünleştirmiş bir varlık (kişilik) olarak bireyselliğimizi, özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı gerçekleştirdiğimiz; başka insanlarla sevgiye, saygıya dayanan birliktelikler kurmayı ve yaratıcı gücümüzü ortaya koymayı başardığımız ölçüde yaşam, bizim için bir anlam taşıyor.
(Bu kuramlarla ilgili doyurucu bilgi edinmek için, Doç. Dr. Nail Yıldırım’ın “Eğitimciler için 100 Kitap Önerisi Üzerine Nitel Bir Çalışma” sonucunda seçtiği 100 kitap içinde yer alan, Çocuk ve Ergende Ruh Sağlığı adlı kitap ile Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü’nün geliştirilmiş ve genişletilmiş 2. baskısına da başvurulabilir.
Hülya Kandemir Yavuz: Sokrat’tan günümüze değin Doğu ve Batı felsefesinin ana problemlerinden biri olan Delphi tapınaklarında da yazan “kendini bilmek”, J. J. Rousseau, Yunus Emre ve Hacı Bayram-ı Veli’nin değindiği konu olmuştur. Kendini bilmek sizce nedir?
Rasim BAKIRCIOĞLU:“Kendini bilmek” sözü, bizim bedensel ve toplumsal-ruhsal özelliklerimizin gücüne bağlı olarak gerçekçi bir bakışla kendimizi tanımamızı düşündürüyor bana. Geliştirmiş olduğumuz yetenekler çerçevesinde nelere gücümüzün yettiğini, nelere yetmediğini anladığımız ölçüde, ne olduğumuzu ve ne olmadığımızı kavrıyoruz.
Bir de “olmak istediğimiz kendimiz” söz konusudur. Çünkü biz, hep gelişmek, daha iyi bir kendimiz haline gelmek istiyoruz. Bu isteğimiz doğrultusunda gelişimimizi başarmamız da var olan kendimizi; yani gerçek kendimizi doğru tanımış olmamıza bağlıdır. Gerçek benliğimizi doğru tanıdığımızda, düşlediğimiz o daha yetkin kendimizi oluşturma olasılığını artırmış; kendimizi olduğumuzdan daha yetersiz algıladığımızda ise var olan gücümüzü kullanmaktan yoksun kalmış oluyoruz. Kendimizi, bulunduğumuz düzeyin üstünde bir yerde sandığımızda ise Donkişot gibi davranıyoruz.
Sonuç olarak; kendimizi bilmemiz, bize hem kendimizle ve başkalarıyla barışık bir yaşam sürdürme hem de düşlediğimiz kendimizi yaratma olanağını sağlıyor.
Hülya Kandemir Yavuz: Freire’e göre; eğitimin özündeki amaç, “bilinçlenme” ya da bilincin gelişmesinde aracı olmaktır. Sizce bu amaca nasıl ulaşılır?
Rasim BAKIRCIOĞLU: Freire, bu sözüyle çağdaş eğitimin önde gelen amaçlarından birini, belki de birincisini dile getiriyor. Bilinçlenme, çevremizdeki olayları, nesneleri, beynimizde oluşan duygu ve düşünceleri bilmemiz, kavramamız demektir. Karşılaştığımız sorunları çözerek ya da karşılaşabileceğimiz sorunları çözmeye hazır duruma gelerek bir başımıza ya da birlikte daha iyi yaşama olanaklarını yaratabilmemiz, bilinçlenme ile olasıdır. Bu da çağdaş eğitimle sağlanabiliyor. Bilinçlenmeyi sağlamak ya da bilincin gelişimine aracı olmak için davranış bilimleri bize, öğrenci odaklı eğitimi gerçekleştirmeyi öneriyor.
Öğrenci odaklı eğitim uygulamasında öğrenciler, ele alınan konunun öğrenilmesine, öğretmenin gözetiminde, etkin olarak katılıyorlar. Ele aldıkları konuyu niçin öğreneceklerini, konuyu öğrenmek için neler yapmaları gerektiğini bilerek işe başlıyorlar. Öğrenmeyi, yaparak, deneyerek, tartışarak, kümede ortak kararlar alarak sürdürüyorlar. Bu uygulamada öğrenciler, kendi sorularına yanıt buldukları için öğrenmeye tam olarak güdüleniyorlar. Bu eğitim, dıştan içe doğru değil; içten dışa doğru gelişen bir öğrenme süreci olarak yaşanıyor.
Öğrenci odaklı eğitimle aynı zamanda, demokrasi eğitimi verilmiş oluyor. Öğrenciler, bir kovandaki arılar gibi iş bölümü ve işbirliği yaparak, birbiriyle etkileşerek hem öğrenmeyi öğreniyorlar hem de haklarının, bireysel ve toplumsal sorumluluklarının bilincine varıyorlar. Her öğrenci, her türlü baskıdan uzak, özgürce, kendi ilgi ve yeteneği doğrultusunda, tama yakın bir duygusal, düşünsel ve davranışsal gelişim gösterme olanağını buluyor. Eğitimin özünü oluşturan bilinçlenme ya da bilincin gelişiminde aracı olma amacına ulaşmak için, kendilerine bu işin gerektirdiği yetkinlik kazandırılmış öğretmenlerin yönetim ve gözetiminde, öğrenciyi odak alan bu özgür eğitimin uygulanması, tek çare olarak görünüyor.
Düzenli ve amaçlı öğrenmeyi sağlayan, tüm öğrencilerin ve her öğrencinin ilgisini çeken etkinlikleri düzenleyen, sorularını yanıtlamaya her an hazır olan öğretmen de öğrencileri, engellemeden yönlendirme işlevini üstleniyor.
Ancak toplumların, tümüyle bilinçlendirilmesi için, okullardaki çağdaş eğitim uygulamasına koşut olarak, yoksulluk içinde yaşayan ve doğru dürüst okuryazar bile olmayan halk yığınlarını da eleştirel düşünebilme yeteneğini kazanabilecek, kendi yazgısına egemen olabilecek duruma getiren bir eğitimi yürürlüğe koymak zorunlu görülüyor. Bu, Freire’in özgün buluşu olan eleştirici değerlendirme, diyalog yöntemi ve gereksinim duyulan başka yöntemler de kullanılarak sağlanıyor. Toplumlar, özlenen çağdaş yaşam düzeyine ancak, o zaman erişebileceklerdir, diye düşünüyorum.
Hülya Kandemir Yavuz: Freire, toplumsal yaşamın hedefinin dünyanın insanileştirilmesi olduğunu ileri sürer. Sizce toplumsal yaşamın hedefi nedir?
Rasim BAKIRCIOĞLU: Bildiğiniz gibi bu sözü söyleyen Freire, kendi buluşu olan, dünyaca tanınmış, yoksul halkı özgürleştirmeyi amaçlayan bir okuma yazma yöntemi geliştiriyor. Okumayı öğretirken bu insanların günlük yaşamını konu alan metinler kullanarak onları, siyasal açıdan bilinçlendirmeyi hedefliyor.
Toplumsal yaşamın hedefinin, dünyanın insanileştirilmesi olduğunu ileri süren Freire, ezilenlere yönelik çalışmalarını hem ülkesi Brezilya’da hem de az gelişmiş başka birkaç ülkede uygulamaya koyuyor. Bunu kimi zaman bir başına kimi de bir akademisyen kimliği ile ya da devlet katında sorumluluklar üstlenerek ve birçok zorlukla savaşmayı göze alarak sürdürüyor. Ülkesinde 45 günde 300 tarım işçisine okuma yazmayı öğretmeyi başarınca 1963-1964 yıllarında, Brezilya Hükümeti adına benzer ülkelerle çalışan 20 bin kültür merkezi oluşturuyor. Bu uygulamada görev alacak öğretmenlerin yetiştirilmesi için 8 aylık kurslar açtırıyor. Ancak, tutucu çevreler, bu programla halka, bir şeyleri değiştirme düşüncelerinin aşılandığını öne sürüyorlar.
& quot;
Bu tepkiler karşısında Freire, ironik bir yaklaşımla bu uygulamanın gerçek suçlusunun, okuma yazmanın, eleştirel bilinçle bağlantısını kurarak halkın özgürleşmesine yardım etmeye çalışmak olduğunu söylüyor. Olayın arkasından, yine bildiğiniz gibi 1964’te gelen askeri darbe ile bu girişime son verilip Freire, tehlikeli kişi (!) olarak tutuklanıyor. Bir süre sonra kendisine Bolivya’ya sığınma hakkı tanınıyor. 1980’de dönebildiği ülkesinde altı yıl, Yetişkin Eğitimi Sekreterliği yapıyor ve Güney Amerika ve Afrika ülkelerinin eğitimi üzerinde çalışıp birçok yapıt ortaya koyuyor. Önemli yapıtlarından biri olan Ezilenlerin Pedagojisi, ülkemizde de birkaç kez yayımlanmış bulunuyor.
Bu çabalarından on yıl kadar önce “Türkiye’de başlatılan eğitmenli okul uygulamasından; bu okullarda okutulan Birinci Yıl, İkinci Yıl ve Üçüncü Yıl kitaplarındaki okuma parçalarının tümünün köy yaşantılarını anlatan metinler olduğundan Freire’in haberi var mıydı, acaba? O metinleri okuyan benim kuşağımın ve benden sonraki birkaç kuşağın, o metinlerde kendilerini ve çevremizdeki yaşantıları bulup etkilendiğini Freire, biliyor muydu? 1940’ta açılan köy enstitülerinde de kendi buluşunu çağrıştıran bir yaklaşımın yaşama geçirildiğini duymuş muydu? Nedense Freire’in yaptıkları, bu soruları aklıma getiriyor. Her iki girişimin de paydası, birbirine çok yakın duruyor: İki girişim de tutucu, gerici çevrelerin hışmına uğruyor, bir yerden sonra.
Bunu şu nedenle söz konusu ettim: Güçlü bir örgütsel alt yapı oluşturulmadan, kişilere bağlı çabalarla ne denli güçlü ve haklı girişimlerde bulunursanız bulunun, bu tür çabaların önü kesilebiliyor. O nedenle bence, büyük halk kesimlerinin insanlaştırılmasının gerekliliğine inanan kişiler, girişimlerinin kesintiye uğramaması için bu konuda denenmiş birçok tekil düşünce ve çabalardan da esinlenerek güçlü bir örgütlenme ile sağlam bir dayanak oluşturduktan sonra uygulamaya geçmelidirler. Dünyanın barış içinde mutlu olması, bir yandan, bütün dünya halklarının tüm bilinçsiz kesimlerinin, uzun süre isteyen, güç ve karmaşık bir süreç olan gerçek (çağdaş) eğitimden yararlandırılmasına; öte yandan da yetişmekte olan tüm çocukların, eleştirel düşünceyi geliştiren yöntemlerle eğitmesine bağlı bulunuyor. Tüm ulusların aydınları, ilerici öğretmen örgütleriyle de güç birliği yaparak bu amaç doğrultusunda, bütün dünyayı kucaklayan örgütlü ve bilinçli bir savaşıma girişebilirler, diye düşünüyorum.
Hülya Kandemir Yavuz: Gelişen teknolojilerin hayatımızı kolaylaştırdığı bir gerçek.Fakat sanki giderek robotlaşıyoruz. Bir Eğitim Mucizesi adlı kitabında öğretmen yetiştiren okullarda ve üniversitelerde öğrencilere konferans verdiği zamanlar, çok kez bu kafaları yararsız bilgilerle dolu genç erkek ve kızların büyümemişliklerine şaştığını söyler Neill. “Bir sürü şey bilirler; ama yaşama bakış açıları yönünden çoğu çocuktur. Çünkü onlara sadece bilmek öğretilmiştir; ama hissetmelerine izin verilmemiştir. Bu öğrenciler dostturlar, nazik ve isteklidirler; ama aksayan, eksik olan bir şey vardır; duygu eksiktir, düşünmeyi hissetmeye bağlama gücü eksiktir.” Onlarla kaçırdıkları ve kaçırmayı sürdürdükleri bir dünya hakkında konuştuğunda, ders kitaplarının insan kişiliği ile, sevgiyle, özgürlükle ya da kendi kendisini, yazgısını çizmeyle bir ilgisinin olmadığını ve sistem böyle, yalnızca kitaptan öğrenme standartlarını amaçlayarak kafayı yürekten ayırmayı sürdürdüğünü söyler. Sizce hissetmeyi okullarda nasıl öğretebiliriz?
Rasim BAKIRCIOĞLU: Eğer robotlaşıyorsak, bence bunun nedeni, gelişen teknoloji değil, bizim, kendi doğamıza yabancılaşmamızdır. Teknoloji, tam tersine bize, gönlümüze göre kullanabileceğimiz zaman kazandırıyor. Biz, kendimizi tanır, kendimiz olarak yaşamayı bilirsek, hem kendimizi çok daha iyi gerçekleştirir hem de daha mutlu yaşayabiliriz.
İnsan dediğimizde, onun duyguları, düşünceleri ve bunların belirlediği davranışlarının bütünü (kişiliği) akla geliyor. Öyleyse, okul, öğrenciyi yaşama hazırlamakla görevli olduğuna göre, onu bu üç yönden, bir bütün olarak geliştirmek zorundadır. Çağdaş; yani özgür eğitim, bunu gerçekleştirmeyi amaçlıyor.
Neill’in yakındığı eğitim, kendi ülkesi İngiltere’de, o sözleri söylediği dönemde hâlâ uygulanmakta olan, insan doğasına aykırı ezberci eğitimdir. Bizde ise hâlâ ağırlıklı olarak bu eğitim uygulanıyor. Sosyal Bilimler Sitesinde yayımlanan “Eğitimimizdeki Kördüğüm: Ezberci Eğitim” başlıklı ilk yazımda, Neill’in yakındığı eğitim ile ona seçenek oluşturan çağdaş eğitimin ne olup olmadığını satır başlarıyla belirtmeye çalışmıştım.
Biliyorsunuz; Neill, 1883-1973 yılları arasında yaşamış bir psikolog ve eğitimcidir. Yakındığı, çocuğun doğasına aykırı eğitimin yerini nasıl bir eğitimin alması gerektiğini, eşiyle birlikte 1921’de kurduğu Summerhill adlı küçük bir yatılı okulda, 5-15 yaş arası 45 çocuğa uygulamaya başlıyor. O, çocuğun, doğuştan iyi doğduğuna inanıyor; ancak onun yaramaz, sorumsuz, karıştırıcı ve bencil olduğunu da unutmuyor ve devrimci bir yaklaşımla “okula uyan çocukları eğitmek için değil; çocuklara uyan bir okul kurmak” için yola çıkıyor. İlk iş olarak, tasarladığı bu eğitimi uygulayacak olan öğretmenleri yetiştiriyor. Özgür bir çalışma, özgür bir yaşam ile bu kafa yapısına sahip öğretmenlerin elinde, okulun da ev kadar sevileceği bir yer durumuna getirilebildiğini kanıtlıyor. 1978’de dilimizde de yayımlanmış olan Bir Eğitim Mucizesi adlı yapıtından, Summerhill Okulunun kuruluş ve yaşayış öyküsünü öğreniyoruz. Bu okul, “özgür ortamda, demokratik ilişkilere ve özyönetime dayalı alternatif bir okulun ilk örneği” özelliğini taşıyor. Bu okulda zorlama, baskı, yasak ve ceza olmadığı için çocuklarda korku, gizli-açık düşmanca duygular, saldırganlık gelişmiyor. Oyun, çocuğun özgürlüğünün doğal sonucu olarak görülüyor. Bu okulda çocuklar, bağımsız bir kişilik geliştirerek kendileri olma olanağını elde ediyorlar. Hiçbir öğrenci, yeteneğinden daha üst bir düzeye çıkmaya zorlanmıyor. Herkes, özgür bir ortamda, kendi yeteneğinin doruğuna tırmanıyor, dengeli ve mutlu bir insan oluyor. Özgürlük, başıboşluk olarak değil; sorumluluk olarak algılanıyor. Neill, 52 yıllık bu uygulamasıyla sevgi, anlayış özgürlük ve özyönetimle eğitim yapılarak bağımsız kişilikli insanların yetiştirilebileceğini kanıtlıyor.
Neill’in iki kişilik bir öncü çaba ile gerçekleştirdiği, duygusal, düşünsel ve davranışsal gelişimle öğrencilerin ulaştırıldığı sağlıklı kişilik bütünlüğü, ulusal eğitim düzleminde ve ülkenin olanak ve koşullarına uygun olarak çok daha kolaylıkla gerçekleştirilebilir, diye düşünüyorum. Yeter ki Neill gibi insan doğasına saygılı bir anlayışla konuya yaklaşılsın.
Hülya Kandemir Yavuz: Gerçekten anladığımız ve kendi istediğimiz yaşamı mı yaşıyoruz, yoksa bize sunulan yaşamı mı? Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Kendi yaşamımızı yaşayabilmek için ebeveyn, öğretmen ve topluma nasıl görevler düşmektedir?
Rasim BAKLIRCIOĞLU: Eleştirel düşünce, bağımsız kişilik geliştirmiş bir birey olmayı başarmış olsak bile, acımasız kapitalizmin egemen olduğu bir toplumda, en azından, bize sunulanların bir bölümünü yaşamak zorunda kalabiliyoruz. Ancak o zaman, bize dayatılanların etkisinden kendimizi önemli ölçüde koruyabiliyoruz. Anne baba olarak sağlıklı bir kişilik geliştirebilmişsek, yolunu yöntemini öğrenerek çocuklarımızın da olay ve olguları, eleştirel düşünme yoluyla değerlendirmeyi öğrenmelerine yardımcı olabiliyoruz.
Öğretmen isek sorumluluğumuz daha da artıyor. Önce, çağdaş eğitimi tüm ayrıntılarıyla öğrenmiş olmamız gerekiyor. O zaman, bugünkü çarpık eğitim sistemi içinde bile, ezberci eğitimden olabildiğince uzaklaşabiliyor, sınıfımızda çağdaş eğitimin ilke ve kurallarına uygun bir eğitimi önemli ölçüde uygulayabiliyoruz. Bir yandan da üye olduğumuz meslek örgütü aracılığı ile bozuk eğitim sisteminin çağdaş bir temele oturtulması savaşımını sürdürüyoruz.
Kendi yaşamımızı yaşayabilecek bilince ulaşmamızda sorumluluğun büyüğü ise topluma düşüyor. Bunun için toplumun laik, sosyal hukuk devletinden yana olan demokrat insanlarının, aydınlarının bir araya gelerek (örgütlenerek) her alanda olduğu gibi eğitimde de gerekli ileri adımları atacak güçlü bir siyasal erki var etme çabasına girişmeleri ve bunu gerçekleştirmeleri, tek sağlıklı çaba olarak görünüyor bana. Her çocuk ve gencimizin eğitimden eşit koşullarda yararlanabilmelerinin ve her bireyimizin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda istedikleri kadar kendilerini geliştirmesinin önünün açılması, bence, en etkili biçimde bu yolla sağlanabilir.
Laik, karma ve öğrenci odaklı eğitimden, ayırımsız, bütün çocuklarımızı yararlandırdığımız, özgür ve bağımsız kişilikli bireylerin yetişmesini sağladığımız, toplumumuzu demokratik, laik, sosyal hukuk devleti kimliğine kavuştuğumuz zaman yaşam, çok güzelleşecektir. Çünkü o zaman, her bireyin kendi özgür iradesiyle insanca yaşayacağı bir toplumsal düzen kurulmuş olacaktır. O zaman, örneğin, televizyonlarda, bir azınlığın çıkarına uygun yayınlar yerine büyük çoğunluğun çıkarını gözeten programlar yayımlanacaktır.
Ancak, bunun yerine, çocuğun gelişim görevlerini hesaba katmadığımız; Piaget’nin bütün dünyaca benimsenen bilişsel gelişim kuramını yok sayarcasına, 4-6 yaş çocuklarına anlaması olanaksız birtakım dogmaları belletmeye kapılarımızı açık tuttuğumuzda, kendini yöneten bir insan olma yerine, başkalarının güdümünde yaşamaya mahkûm bir insan olarak tüketiriz ömrümüzü.
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam, sizce başarı, akademik başarı elde etmek midir, yoksa hayatta kalma becerisi kazanabilmek midir?
Rasim BAKIRCIOĞLU:“Başarı”, bence bu iki şeyden birine bağlı olarak açıklanamaz. Ben bu kavramın temel anlamını Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğünde, “Eğitimde, akademik çalışmada, genel alanda ya da okuma, matematik gibi özel bir beceri alanında ortaya konulan yeterlik düzeyi” olarak tanımladım. İkinci anlamını da“ Kendisine standartlaştırılmış bir dizi test uygulanan kişinin (öğrencinin) gösterdiği olumlu tepkilerle ortaya koyduğu sonuç.” olarak açıkladım. Sonra da şu cümleye yer verdim: Gerçek başarı, her bireyin kendi ilgi ve yetenekleri yönünde ve oranında en iyi biçimde gelişmesine olanak veren toplumsal-ruhsal ortamda ortaya koyabildiği edimdir.”
Bu satırlar, sorunuza ilişkin görüşümü açıklıyor, sanıyorum.
Hülya Kandemir Yavuz: Son sorum, günümüzde yaşanan pandemi ile ilgili mücadelede bizleri sosyolojik, psikolojik ve ekonomik olarak neler bekliyor?
Rasim BAKIRCIOĞLU: Bu konu ile ilgili olarak, biliyorsunuz, çok söz söylendi ve çok şey yazıldı. O söylenen ve yazılanlardan öğrendiğimiz önemli bir şey var: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bir değişim gerçeği vardı ve var olacak zaten, yaşamda; ama bu kez daha hızlı bir değişimin içine girmiş olduk.
O ayrıntılı biçimde anlatılanlardan birkaçını, sorunuz nedeniyle ben de yinelemeye çalışayım:
Pandeminin, toplumsal-ruhsal yapımızı, ekonomimizi etkilediği ve etkilemeyi sürdüreceği kesin. Ancak, birey ve toplum olarak, bu konudaki olumsuz etkileri azaltmaya çalışırken, gerekli olumlu adımları da atmak zorundayız.
Birey olarak özellikle o ünlü üç kuralı (maske takmayı, toplumsal uzaklığı ve el temizliğini) bir kez bile aksatmadan uygulamayı alışkanlık haline getirmemiz, uygulamayı savsaklayanları uyarmamız ve bu önlemleri, beklenen aşının bulunup yaygın biçimde uygulanışından bir süre sonrasına dek sürdürmemiz gerekiyor. Bunlarla birlikte, bu ölümcül tehlikenin yarattığı kaygı, aşırı korku gibi ruhsal durumlara karşı da önlem almamız söz konusudur. Aşırı olmayan korku, bizi önlem almak üzere uyardığı için yararlı bir duygudur. Ancak, ortada belirli, somut bir tehlike olmadığı halde kötü şeyler olacakmış gibi bir düşünceden kaynaklı duygumuz olan kaygıyla (anksiyete ile) baş etme yollarını mutlaka bulmalıyız. Aklımızı, düşünme yeteneğimizi iyi kullanarak olumsuz düşüncelerimizin zararlarından kendimizi kurtarma gücü var, bizde. Ama bunu başaramıyorsak, bir uzmandan destek almamız gerekebilir.
Pandemi dönemi, bir de yüz yüze iletişimi kısıtlıyor. Oysa insan, toplumsal bir varlıktır. Başkalarıyla iletişim, insanın önemli bir gereksinimidir. Bu kısıtlanmanın zararlarından korunmak için de yalnızlıkla barışık yaşamaya alışmak; okuma, müzik dinleme, resim yapma gibi kendimize uygun uğraşlar edinmek zorundayız. İletişin araçları ile eşimizi dostumuzu aramak, onlarla söyleşmek de bu dönemde insana iyi geliyor.
Üst yetkililerin ise, işi yalnızca bireysel önlemlere bırakmayıp hem bu acımasız virüsün yayılmasını önleyici hem de eve kapanma, iş yerlerinin kapanması gibi nedenlerle ekonomik sıkıntı yaşayanlara soluk aldırma konusunda etkili çözümler üretmeleri gerekiyor.
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam, değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için hem Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi hem de okuyucularımız adına çok teşekkür ederiz.
Rasim BAKIRCIOĞLU:Bana görüşlerimi açıklama olanağı verdiğiniz için ben de size teşekkür ediyorum.