Nirvana Sosyal

Anasayfa Künye Danışmanlar Arşiv SonEklenenler Sosyal Bilimler Bilimsel Makaleler Sosyoloji Fikir Yazıları Psikoloji-Sosyal Psikoloji Antropoloji Tarih Ekonomi Eğitim Bilimleri Hukuk Siyaset Bilim Coğrafya İlahiyat-Teoloji Psikolojik Danışma ve Rehberlik Felsefe-Mantık Ontoloji Epistemoloji Etik Estetik Dil Felsefesi Din Felsefesi Bilim Felsefesi Eğitim Felsefesi Yaşam Bilimleri Biyoloji Sağlık Bilimleri Fütüroloji Edebiyat Sinema Müzik Kitap Tanıtımı Haberler Duyurular İletişim
Eğitim Politikalarının Ürettiği Eşitsizlikler Üzerine Söyleşi

Eğitim Politikalarının Ürettiği Eşitsizlikler Üzerine Söyleşi

Eğitim Bilimleri 15 Ağustos 2020 12:27 - Okunma sayısı: 3.228

Birol Alğan

Eğitim Politikalarının Ürettiği Eşitsizlikler Üzerine Söyleşi
Birol Alğan Tarafından Dr. Ayhan Ural ile Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Adına Yapılan Röportaj
28 Temmuz 2020
Dr. Ayhan Ural, Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, urala@gazi.edu.tr

Birol Alğan: Sayın Ural, görüşme talebimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Ayhan Ural: Ben teşekkür ederim, bu fırsatı verdiğiniz için.
Birol Alğan: Toplumsal bir olgu olan eğitim, içine kurulduğu toplumsal zeminin özellikleri ile yakından ilişkilidir. Bu bağlamda eğitimin toplumu oluşturan farklı sınıf, grup ya da kimliklerin ihtiyaçlarına ne derece yanıt verebildiğinin değerlendirilebilmesi, eğitimin içeriğiyle birlikte toplumsal yapının da bilinmesiyle mümkündür. Size göre eğitimin içine yerleştirildiği zemin olarak Türkiye toplumunun özellikleri nelerdir?
Ayhan URAL: Türkiye toplumunun özelliklerini belirlemek için genel kabul görmüş toplumsal çözümleme yöntemlerine başvurabiliriz. Bunlar ise ekonomik ve sosyal göstergeler olarak gruplandırılabilir. İfade edilen iki alanda da ulusal ve uluslararası düzeyde, resmi ve resmi olmayan -bağımsız-, sürekli ve kesikli birçok bülten, rapor türünden birçok bilimsel çalışma, yayın yapılmaktadır. Ayrıca çeşitli bilim dallarında yürütülen bilimsel çalışma sonuçları, herhangi bir toplumun özelliklerini anlamamız için yeterli veriyi sunmaktadır. Burada dikkat etmemiz gereken nokta, toplumsal yapının bir bütün olduğudur. Toplumu sadece ekonomik göstergeler üzerinden okumamalıyız. Ekonomi ve kültürü, coğrafi etkenleri, siyasal yapıyı birlikte değerlendirmeliyiz. Bu bütüncül yaklaşım çeşitli biçimlerde ihmal edilmektedir. Bu durum şu anda gözlemlediğimiz toplumsal özelliklere ilişkin verilerin yorumlanmasına ilişkin bilimdışı –öznel- yorumlamaların kapısını sonuna kadar açık tutmaktadır. Gerçekliğin bilgisine dayalı, nesnel tartışmalar doğal olarak gölgelenebilmektedir. Örneğin Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir miktarına ilişkin Ticaret Bakanlığı, Türkiye İstatistik Kurumu, emek örgütleri ve uluslararası örgütlerce yapılan hesaplamalar, farklı kişi ve kurumlarca farklı yorumlanabilmektedir. 2020 yılı verilerine göre kişi başına düşen milli gelirin 200.000 Amerikan Doları seviyesine yaklaşan ülkelerin yanında Türkiye’nin 10.000. Amerikan Doları seviyesinin altına düşmüş olması -yirmi kata yakın bir fark- bazıları için bir sorun teşkil etmeyebilmektedir. Açlık ve yoksulluk sınırı hesaplamalarının altında aylık gelirle yaşam sürmeye çalışanlara ilişkin verilerin yorumlanmasında da bu gibi farlılıklar olabilmektedir. Uluslararası eğitim araştırmalarının sonuçları -PISA, PIAAC, TIMMS, ABİDE gibi- üzerinden yapılan yorumlarda da benzer sorunlar gözlenmektedir. Türkiye eğitim sistemine ilişkin bunca olumsuz sonuç bütün çıplaklığıyla ortadayken, elmastan kıymetli bir eğitim sistemimizin olduğu yorumu yapılabilmiştir. Hatta şöyle çıkarımlar dahi yapıldığını gazetelerden okuyabildik: “Türkiye dünya üzerinde ekonomik büyüklük açısından ilk 20 içinde olan bir ülkedir. Dolayısıyla eğitimde ilk 20’nin içindedir.”
Toplumların -ülkelerin- temel özelliklerini ortaya koyma ve karşılaştırmaya dönük farklı araştırmalar yapılmakta. Bu yayınlara, toplumsal güven düzeyinden mutluluk düzeyine, yolsuzluk düzeyinden yönetim biçimi düzeyine, sağlıklı yaşam olanaklarından doğal kaynakların kullanım düzeyine birçok alanda rastlamak olanaklı. Dolayısıyla bir toplumun temel özelliklerine ilişkin belirlemeler yapmak çok sorunlu bir iş olmaktan çıkmış durumda. Kendi gözlem ve araştırmalarınızla olduğu kadar mevcut çalışmalardan yararlanarak her hangi bir toplumsal özelliğe ilişkin genel bir uzlaşı sağlayabileceğimiz kanaatlere varabiliyoruz.
Bu genel düşünceden hareketle Türkiye toplumunun özelliklerine ilişkin kısa bir değerlendirme yapmam gerekirse şöyle bir genel özellikler listesi oluşturabilirim. Bu listeyi oluşturan özelliklerin tarihsel bir arka planı olmakla birlikte, ifade edeceğim özellikler 2020’lerin Türkiyesine ait olacaktır. Ulusal ve uluslararası kamuoyunun bilgisi dahilinde olan bu özellikler, sorunuza açıklık getirebilir düşüncesindeyim.
a. Türkiye ekonomik görünüm olarak, neoliberal politikaların doğrudan ve dolaylı etkilerinin yoğun yaşandığı bir toplum özelliği göstermektedir. Döviz ve faiz baskısındaki üretim olanak ve kapasitesinin daraldığı, emek sömürüsünün yoğun olduğu bir çalışma yaşamı, bölüşümün sorunlu olduğu, kişi başına düşen ulusal gelirin uluslararası alanda görece düşük olduğu ve son yıllarda önemli bir gerileme gösterdiği, işsizlik ve enflasyon seviyelerinin görece yüksek seyrettiği, nüfusun önemli bir kesiminin yoksulluk ve açlık sınırının altındaki koşullarda yaşam mücadelesi verdiği bir ülke özelliği göstermekte.
b. Sosyal ve kültürel görünüm olarak temel göstergelere bakıldığında da maalesef ekonomik görünüme koşut koşulların mevcudiyeti söz konusu:
• Kamu yönetimi anlayışından yeni kamu yönetimi anlayışına geçildiği-kamu yararı yönetim anlayışından iktidarın yararına anlayışı-,
• Demokratik yaşamın kurum ve kurallarının görece zayıfladığı,
• Değiştirilen hükümet sisteminin beklentileri karşılayamamış olması,
• Sağlık ve eğitim hakkı gibi alanlarda temel hak ihlallerinin yaşandığı,
• Uluslararası ilişkilerin sorunlu bir görünüm arzettiği,
• Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin yoğunlaştığı,
• Şiddet ve istismarın görece arttığı,
• Hukuk sisteminin sorunlu görünümü,
• Seküler yaşamın tehdit edildiği,
• Ulusal ve uluslararası nüfus hareketlerinin -göç- yoğun yaşandığı,
• Dinsel grupların iktidar paylaşımına ilişkin ulusal güvenliği tehdit eden demokrasi dışı girişimleri gibi birçok özellik ifade edilebilir.
Türkiye eğitim sisteminin politika üretimi ve uygulamaları, bir kısmı yukarıda ifade edilmeye çalışılan toplumsal koşullarda gerçekleştiğini ifade edebiliriz.
Birol Alğan: Türkiye toplumunda eğitim zeminini oluşturan toplumsal yapıda eğitim alanına yansıyan, eğitimin niteliğine etki eden eşitsizlikler olduğu ve bu eşitsizliklerin öğrencilerin okula erişebilse bile eğitimden yeterince yararlanmasına engel olduğu alan yazında belirtilmektedir. Sizce Türkiye’de eğitim alan kişileri etkileyen yanı sıra eğitim ortamları ve nitelikleri üzerinde de etkili olan hangi tür eşitsizlikler bulunmaktadır?
Ayhan URAL: Toplumsal yaşama ilişkin bütün eşitsizlikleri son tahlilde sınıfsal olarak kökenlendirerek açıklayabiliyoruz. Neoliberal yaşamın içinde gerçekleşen eğitim eşitsizliklerini farklı biçimlerde gözlemleyebiliyoruz. Örneğin eğitimin piyasalaştırılması, seçkinci bir eğitim anlayışının benimsenmesi, okulların nitelikli ve niteliksiz olarak ayrıştırılması, göçlerden etkilenen aile ve çocuklar, çocuk işçiliği ve mesleki eğitim adı altında meşrulaştırılan çıraklık, öğretmen yetiştirme ve istihdam politikalarından kaynaklı eşitsizlikler bunlardan bazıları. Özellikle eğitimin piyasalaştırılması ile yaratılan hak ihlalleri ve örtülü eşitsizlikler normalleştirilerek yaygınlaştırılmaktadır. Bu durumdan rahatsızlık duyan eğitimcilerin ise -özellikle öğretmenlerin- kamusal eğitimi anlama ve isteme eylemlerinde önemli görüş ayrılıkları yaratılmıştır. Oysa eğitim hakkı konusu hiçbir karışıklığa mahal vermeyecek düzeyde açık ve nettir. Eğitim, temel bir insan hakkıdır ve devlet tarafından herkese eşit ve parasız olarak sunulması gerekir. Dolayısıyla piyasalaştırılan her türden eğitim süreci veya uygulaması, açık bir hak ihlali ve eşitsizliktır.
Birol Alğan: Türkiye de eğitim sisteminin toplumsal beklentileri karşılamadığına ilişkin eleştiriler söz konusudur. Örneğin eğitim programlarının öğrencilerin yaşam şartları ile uyuşmadığı, kendi problemlerini tanıma ve çözmelerine hizmet etmediği, ezberci ve bireyin yaşam koşullarıyla ilişkisizliği sebebiyle öğrencilere anlamlı gelen konulardan oluşmadığı, eğitim de verilen bilgilerin onların yaşam koşullarını değiştirmesine katkıda bulunmadığı, bu nedenle de bireyin, eğitim almasına rağmen, ailesinin ekonomik ya da kültürel mirası kadar bir yaşam sürmek zorunda kaldığı bunun da sınıflı toplumsal yapının yeniden üretilmesi sonucuna yol açtığı eleştirileri söylenebilir? Sizin eğitim sistemine yönelik bu eleştirilere ilişkin görüşleriniz nelerdir?
Ayhan URAL: Bu ve benzeri saptamaları Türkiye eğitim sisteminin bir sorunu olarak görmüyorum doğrusu. Bu gün eğitim sistemiyle ulaşılan sonuçlar, istenilen -beklenen- sonuçlar olduğu için bunları sorun olarak tanımlamanın sorunlu bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla benimsenen ve uygulanan eğitim politikalarının sonuçları, hiçbir sorun olmaksızın ortaya çıkmaktadır. Kapitalist eğitimin yeniden üretim işlevine ilişkin yapılan eleştiriler Türkiye eğitim sistemi için de yapılabilir. Ancak, Türkiye’deki neoliberal eğitim politikaları tam da bu sınıfsal eşitsizlikleri korumak ve derinleştirmek üzere oluşturulmuş ve uygulanmakta olduğundan toplumun bir kesimi tarafından -iktidar çevresi- özellikle bilinçli bir şekilde desteklenmektedir.
Birol Alğan: Hem Dünya’da hem Türkiye’de yaşanan kamu hizmetlerinin piyasalaşması ve ticarileşmesi gibi süreçler nedeniyle artık farklı gelir düzeyine sahip ailelerin çocuklarının farklı eğitimsel niteliklere sahip okullarda eğitim aldığını görmekteyiz. Bu süreç kentlerdeki mekânsal bölünme ile daha da görünür hale gelmiştir. Bu durumun nedenlerini ve sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ayhan Ural: Son dönemlerde Türkiye kentleşme pratiği açısından önemli sorunlar yaşamaktadır. Merkezi yönetimce yaratılan sorunlar yanında toplumsal belediyecilikten uzak yerel yönetimlerce yönetilen her büyüklükteki yerleşim alanları, özellikle toplumsal yaşamın uyumunu yok edecek şekilde ayrıştırıcı unsurları öne çıkaracak biçimde tasarlanmış ve uygulamaya sokulmuştur. Ülkemizde kentleşme, kent kimliği ve bunun için gerekli planlama ve düzenlemeler üzerinden gerçekleşmemektedir. Tamamen çevredeki iş gücünün, sermayenin toplandığı, biriktirildiği David Harvey’in kentle ilgili analizlerini burada hatırlamalıyız- ve bunun yarattığı rant üzerine kurulu biçimde gelişmektedir. Bunun doğal sonuçlarından biri de kent kimliğinin, kentte yaşayanların kimliğine dönüşememesidir. Türkiye’de hangi kentte giderseniz gidiniz, orada bir yaşam kurunuz, sizin kimliğiniz için belirleyici kent doğduğunuz kenttir. Hatta çocuklarınız için bile bu durum geçerlidir. Çünkü kentlerimizde yaşam kentin kendi dinamikleri yurttaş A olarak yaşanmaz. Yaşam orada, göç edenlerin kendileriyle birlikte getirdikleri kimliklere ve kültüre göre şekillenir. Neoliberal politikalar için, yurttaşların değil toplulukların yaşam alanı olarak kent bulunmaz fırsatlar sunar. Topluluk, içine aldığı insanlar oranında hazır müşteridir. Kent rantının kolayca dönüştürüleceği yapıdır. Kendi içinde var ettiği önderler üzerinden siyasal davranışı kolayca yönlendirilebilecek olan insanlar topluluğudur. Durum böyle olunca örneğin farklı toplumsal kesimlere uygun olarak ayrı bölge ve alanlarda üretilen toplu konut projeleri, toplumsal ayrıştırmanın somut ve yaygın örneklerinden biri olmaktadır. Bu mekânsal ayrıştırmalar, toplumsal yaşamın bütün alanlarına yansıyarak birçok sorun yaratmıştır. Bu uygulamalar, özellikle eğitim ve okulların toplumsallaştırma ve toplumsal kaynaştırma işlevini de tehdit etmiş ve birçok yerleşim bölgesinde tamamen ortadan kaldırmıştır. Kentleşme ve konut üretimi sosyolojik bağlamdan bağımsız olarak ele alınmış ve toplumsal sınıflar arasındaki ayrışma açık bir şekilde desteklenmiştir. Kenar mahalle, varoş, gecekondu ve banliyö şeklinde adlandırılan yerleşim alanlarına terk edilen alt toplumsal kesimler, kent yaşamının gereksinim duyduğu altyapı ve sosyal donatılardan yoksun, kendisini özne olmaktan alıkoyan topluluk üyesi olarak yaşamaya mahkûm edilmiştir. Üst ve orta toplumsal kesimlerin görece daha uygun koşullarda yaşadığı ortamlarda eğitim ve okul olanakları da görece daha etkili olarak sunulmaktadır. Bütün bu yaşananlar, benimsenen sosyal politikaların sonucudur ve tamamı genel ve yerel iktidarların bilinçli seçimleridir.
Birol Alğan: Eğitim sistemine yönelik eleştirilerden bir diğeri sınavların fazla oluşudur. Eğitim alanının bütün tarafları sınav odaklı eğitim sistemine ilişkin hem süreç hem de sonuçlarına dair eleştirilerde bulunmaktadırlar. Sizce sınavlar hangi işlevleri yerine getiriyor ve toplumda sınavlardan duyulan rahatsızlığın ve bu nedenle de sisteme yönelen tepkinin temel nedenleri neler olabilir?
Ayhan Ural: Bu olgu ve yönelim sunulduğu kadar karmaşık değildir. Çok yalın bir açıklaması vardır. Bu denli karmaşık ve anlaşılmaz gösterilmesinin nedeni ise hizmet ettiği ideolojinin bir kurgusudur. Kapitalist bir toplumda meritokrasiyle ilişkilendirilen eğitim süreci, insanları toplama, seçme ve belgelendirme eylemleriyle kendini var etmektedir. Bu süreç, alanyazında makine metaforuyla açıklanmıştır. Bu metafor ile toplum, düzenli işleyen bir makinaya benzetilmiş ve eğitime insanları bu makinanın düzenli ve verimli işlemesine uygun olarak yetiştirmesi görevi verilmiştir. Bu tip toplumlarda sınavlar, sözde adalet ve eşitlik algısı yaratmak için de kullanılmaktadır. Bir sosyal hareketlilik sağlayacağı beklentisiyle daha çok ezilenler tarafından desteklenen bu uygulamalar, maalesef yine üst ve orta toplumsal sınıfların lehine sonuçlar doğurur. Sorunuzda belirtildiği şekliyle Türkiye toplumunda sınavlardan duyulan rahatsızlık ne yazık ki bir toplumsal tepkiye dönüşmüş değildir. İnsan bir şeyden rahatsız ise ondan kurtulmak ister. Sınavların bu kadar belirleyici olmasının özellikle temel eğitimde kabul edilebilir hiçbir nedeni yoktur. Duyulan rahatsızlığın tepkiye dönüşmemesi üzerinde mutlaka durulmalıdır. Bunun kültürel kodları açığa çıkarılmalıdır. Çünkü toplumların değişiminde insanların isteme bilinci önemli bir etkendir. Daha iyiyi istemek, isteyene bir sorumluluk verir. Bu sorumluluk, isteği doğrultusunda onun mücadele etmesi demektir. Oysa bizde rahatsızlıklar karşısında isteme bilinci zayıftır. Kişi tepki duyduğu durum karşısında problem çözücü bilinç oluşturma araçlarından ve bilgisinden yoksundur. Dolayısıyla onun istemesi, birinin onun adına bunu yapması biçiminde olmaktadır. Ya da kendi kişisel olanaklarıyla bir çözüm yaratmaktan ibarettir. Örneğin sınavlara itiraz edip çözüm için mücadele yerine çocuğunu özel okula göndermek gibi. Her iki durumda -birinden beklemek ya da kişisel seçenek yaratmak- aslında kazanan neoliberal politikalar olmaktadır.
Birol Alğan: Eğitim alanında demokratik eğitim ortamlarının bulunmayışı rahatsızlık yaratan bir diğer husus olarak öne çıkmaktadır. Özellikle ilk orta ve lise eğitimlerinde katı disiplin uygulamalarının olması, ödül ceza eksenli davranışçı yaklaşımın yaygın oluşu, öğrencileri güçlendirecek diyalog yerine emredici, tek yönlü ve otoriteryen eğitim ortamlarının varlığı rahatsızlık yaratmaktadır. Sizce eğitim sisteminde bu tür uygulama ve yaklaşımların varlığı hangi nedenlerle açıklanabilir, öğrenci, öğretmen ve toplumsal yaşam açısından hangi sonuçlara yol açabilir?
Ayhan Ural: Her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de eğitim sistemi genel olarak toplum tasarımının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Uygulanan eğitim politikaları ve buna bağlı olarak ortaya çıkan okul süreçleri, itaatkar bir toplum ve hegemonik bir yönetim anlayışına koşut yapılandırılmıştır. Bir bütün olarak toplum, devlet, siyaset demokratik değil ise eğitim demokratik ilişkilere sahip olamaz. Çünkü eğitimi düzenleyen kararlar o yapıdan çıkmaktadır. Bu durumda sadece eğitimin demokratik olması için mücadele edilir ve bütüncül bir demokratik yaşam kurma ideali gerçekleştirilemez. Louis Althusser’in de vurguladığı şekliyle kapitalist devlet eğitimi -okulu- ideolojik aygıta dönüştürerek, insanı kapitalist hedeflere uygun olarak biçimlendirmek için araçsallaştırmaktadır. Bu duruma ilişkin en somut örnek, okullarda uygulanan baskı sonucu yaratılan korku ile özellikle öğretmen ve öğrencilerin pasifleştirilmesi gösterilebilir.
Birol Alğan: Toplumlarda eğitimden beklenen yararlar farklı olabilir. Örneğin kadınlar, işçiler, farklı etnik gruplar, ya da farklı cinsel kimlikler hem ülkenin bir yurttaşı olmaları nedeniyle ve hem de zaten temel bir evrensel insani hak olan eğitim hakkı çerçevesinde kendilerinin de eğitim yoluyla güçlenmelerini ummaktadırlar. Sizce, eğitimin, sürece dahil olan bütün bireyleri güçlendirebilmesi için neler yapılmalıdır?
Ayhan Ural: En genel anlamıyla eğitim bireyin özgürlüğünü ve özgünlüğünü desteklerken toplumsallaşmasını da desteklemek işlevine sahiptir. Özellikle temel eğitim süreci, tam da bu işlevleri hiçbir ayrım göstermeksizin bütün bireylere eşit ve parasız olarak sunulması gerekmektedir. Böylece eğitimli demokrasi olarak adlandırılan demokratik bir topluma ulaşma olanağı doğabilecektir. Dolayısıyla devlet, insan onuruna yaraşır bir yaşama sahip olma ve onu sürdürme hakkına sahip olan bütün üyelerinin temel yaşam becerilerini destekleyecek bir eğitim sunmak zorundadır. Özgürleşme ve toplumsallaşması desteklenen her birey, gönenç içinde bir toplum hedefinin en güçlü bileşenidir.
Birol Alğan: Topluma baktığımızda hem eğitim alanında hem de toplumsal yaşamın diğer alanların da bireyler, kendisi dışında hazırlanmış paket bilgi ya da veri setleri yoluyla hayatla ilişkilen-diril-mektedirler. Bu bağlamda verilen bilginin, kanıt olarak gösterilen argümanların doğru olup olmadığına ya da verili olanın “oluşturulan gerçeklik” olup olmadığına ilişkin bir araştırma ve sorgulama becerisinin toplumda yeterince gelişmediği ve sözlü kültür temelli ilişkilenme ile ilerlendiği söylenebilir. Sizce söylenen bir sözü tek doğru olarak kabul eden dogmatik ya da sadece verili kanıta bakarak o kanıtı ortaya çıkaran toplumsal ilişkileri göz ardı eden- pozitivist yaklaşımlar dışında hakikate bütünsel olarak erişebilmek nasıl mümkün olabilir?
Ayhan Ural: Çağdaş yaşam, bilimi yaşamın bütün alanlarına egemen kılmayı gerektirir. Bilimsel bir yaşam pratiği ise ancak bilimin işlevlerine -anlamak, açıklamak, yordamak ve kontrol etmek- uygun bir yaşamla olanaklı olabilecektir. Bilimsel bir yaşam için asgari becerilerin toplumun bütün üyelerine kazandırılması, temel yaşam becerilerin desteklendiği -özgürleşme ve toplumsallaşma becerilerin desteklendiği-, bir eğitim anlayışı ve eğitim sistemiyle olanaklı olacaktır.

Birol Alğan: Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
Ayhan Ural: Ben teşekkür ederim, dayanışmayla.

Yorumlar (0)

SON EKLENENLER
ÇOK OKUNANLAR
DAHA ÇOK Eğitim Bilimleri
EĞİTİM KAMPÜSÜ OKULLARI

Eğitim Bilimleri17 Kasım 2024 19:20

EĞİTİM KAMPÜSÜ OKULLARI

Kasım Ara Dönem Önerileri

Eğitim Bilimleri05 Kasım 2024 20:23

Kasım Ara Dönem Önerileri

Gelecekte Eğitim Sistemine Yönelik Stratejiler ve Öneriler-2

Eğitim Bilimleri01 Kasım 2024 14:01

Gelecekte Eğitim Sistemine Yönelik Stratejiler ve Öneriler-2

ÖĞRETİM SİSTEMLERİNİ YENİDEN Mİ PLANLAYALIM?

Eğitim Bilimleri31 Ekim 2024 11:46

ÖĞRETİM SİSTEMLERİNİ YENİDEN Mİ PLANLAYALIM?

OKULLARIMIZDAN ÖĞRENCİLERİ SOĞUTMA YÖNTEMİ OLARAK ÖDEVLER

Eğitim Bilimleri26 Ekim 2024 15:50

OKULLARIMIZDAN ÖĞRENCİLERİ SOĞUTMA YÖNTEMİ OLARAK ÖDEVLER

Milli Eğitim (Öğretmen Yetiştirme) Akademisi ve Sistem Yaklaşımı

Eğitim Bilimleri24 Ekim 2024 13:53

Milli Eğitim (Öğretmen Yetiştirme) Akademisi ve Sistem Yaklaşımı

Mesleki Ortaokulların Açılmasının Hukuki Bir Analizi

Eğitim Bilimleri22 Ekim 2024 01:48

Mesleki Ortaokulların Açılmasının Hukuki Bir Analizi

MEB, o konuda öğretmenlerin özgün fikirlerini sordu...

Eğitim Bilimleri09 Ekim 2024 10:39

MEB, o konuda öğretmenlerin özgün fikirlerini sordu...

Gelecek Eğitim Sistemine Yönelik Öneriler ve Stratejiler-1

Eğitim Bilimleri09 Ekim 2024 01:01

Gelecek Eğitim Sistemine Yönelik Öneriler ve Stratejiler-1

Ebeveynlerin Endişeleri

Eğitim Bilimleri01 Ekim 2024 22:48

Ebeveynlerin Endişeleri