Hep heyecanlandırmıştır beni yeni başlangıçlar.
Bilmediğim yerler, tanımadığım insanlar, duymadığım kavramlar…
Her yenilik; beni meraklandırmış, hedefe ulaşmak için gayretimi artırmış, enerjimi tavan yapmıştır.
Okullarda görev yaptığım uzun yıllar bana şunu öğretti: Hedefi olan insanlar başlangıçlara önem verirler. Publilius Syrus bir kitabında “Eğer en yükseğe ulaşmak istiyorsan en aşağıdan başlamalısın.” der. En aşağıdan, en başından başlamalı.
Daha dün gibi hatırlıyorum öğretmenliğe başladığım ilk günleri. Yıl 1995, Kasım ayının 7’si. Aksaray ilinin, Güzelyurt ilçesine bağlı, Akyamaç köyündeki “Akyamaç İlkokulu”.
Göreve başladığım gün izin alıp eşyalarımı getirmek için Samsun’a geri dönmüş, hazırlıklarımı hızla tamamlamış ve 3 gün sonra kardeşimle birlikte yeni yuvama geri dönmüştüm. Sabah hava aydınlanmadan köye gelmiş ve köydeki herkesin kalkmasını beklemiştik. Her taraf bembeyaz kar örtüsü ile kaplı, 1700 metre rakımlı şirin bir köydü. Köy yaşantısına alışık olduğumdan zorluk çekmeyeceğimi biliyordum. Okul müdürünün, bizi gördüğündeki ilgisi hâlâ aklımda. O günler, bana insan ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu öğretti. Okulda üç öğretmen vardı ama lojman iki odalıydı. Bir odasını iki öğretmen kullanmıştık. Eşyaları yerleştirirken kardeşimin bana yönelttiği “Abi gerçekten burada kalmayı düşünüyor musun?” sorusuna karşılık “Benim bir yerden başlamam gerekiyor.” cevabını vermiştim. Ben bu “başlangıç”a öyle tutundum, verilen her görevi öyle sahiplendim ve çevreyi, okulu, öğrencileri hızlı bir şekilde tanıdım ki anlatamam.
Okulda bir müdür ve iki öğretmendik. O zamanlarda günde beş ders yapılıyor ve sabah üç ders, öğle arası ve ardından iki ders yapılıyordu. Bana da 4 ve 5. sınıfları vermişlerdi. O okuldaki İlk günümü ve ilk dersimi asla unutamam. Küçük bir sınıfta 36 öğrenci vardı. Soba yanıyordu. Kapının kenarında kömür ve geven vardı. Gevenin, kırlardan toplanılan ve sobayı yakmak için kullanılan bir bitki türü olduğunu öğrencilerden öğrenmiştim. Aynı sınıf içinde 4. sınıflar sağ tarafta, 5. sınıflar sol tarafta oturuyorlardı. Yoklama alırken gözlerinin içine bakmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Heyecandan ayaklarım titriyordu. Merakla bana bakan gözler, şehirden gelmiş yeni öğretmeni sorguluyordu.
Kuralsız ve haşarı iki öğrenci vardı. Hem de biri adaşımdı. “Bu Kadirler öğrencilik zamanında hep böyle mi olurlar?” diye geçmedi değil aklımdan. Ben de yaramaz bir öğrenciydim. Yerimde hiç durmaz sürekli öğretmenden azar işitirdim.
Okuldaki ilk günümü tamamladıktan sonra “Haydi, gidiyoruz!” dediler. “Nereye?” diye sorduğumda, “Bizi takip et, burası şehir değil; gidecek tek bir yer var, oraya gidiyoruz.” denildi. Hiç sesimi çıkarmadan çömez olmanın ruh hâli ile “gör ve tespit et” mantığını kullanarak beş dakika içinde üzerimi değiştirdim. Onları bekletmemeliydim. İlk günden olumsuz bir intiba vermemeliydim. Az konuşuyor ve sadece dinliyordum. Aralarındaki iletişimde mesafeli olmaya da gayret ediyordum. Okuldan uzaklaştıkça köyün evlerine doğru ilerledik. Müdürüm ve diğer meslektaşım; kimi görsek selam veriyor, hâl hatır soruyor ve köy halkıyla beni tanıştırıyorlardı. Sanki tüm gözler bende, sanki herkes bana bakıyordu. Okuldan çıkıp, eve girmeden sokaklarda önlükleriyle oynayan öğrenciler de beni gördükçe gülüyorlardı.
Köyün iki tane kahvesi vardı. Bir gün birine, bir gün diğerine gidiyorlarmış. O gece on bire kadar oyun oynadılar, ben de yanlarında oturup onları izledim. Eve geç vakitte döndük. Yarının planını yapmalıydım. Hızlı bir şekilde plan defterini de yazıp ilk günü tamamlamıştım. Artık ikinci güne de hazırdım. Yine büyük bir heyecanla ikinci gün de derslerimi tamamladım. Dersler bitince yine aynı sözcükler döküldü öğretmenlerden: “Haydi, gidiyoruz!”. “Nereye?” diye sordum dünü unutarak. “Bu sefer diğer kahveye gidelim.” denildi. Üçüncü gün de dersler bittikten sonra, tekrar gidiyoruz denildiğinde “Zaten iki kahve vardı ve ikisini de gördük!” diye geçirdim içimden. Dördüncü günün sonunda da tekrar kahveye gitme hazırlıklarını görünce “Her gün böyle mi geçecekti, burada yaşam böyle mi?” düşüncesi sarmıştı zihnimi. Ben “Bugün gelmeyeceğim, ilçede işlerim var.” dedim. İlçeye inip kendime bir televizyon aldım. Maaşım 15.600.000 TL iken 36.000.000 TL’ye televizyon aldım. Şimdi düşünüyorum da maaşla oranladığımızda gerçekten çok pahalıymış. Televizyon getirildikten sonra anteni çatıya asmam, kırılan kiremitler, kırılan kiremitlerin yerine yenilerini koymam birkaç günümü almıştı. Televizyon sayesinde farklı programları izleyerek dünyadan haberdar olmaya başlamıştım.
Üç gün dayanabilmiştim. Harekete geçmeliydim. Yeni başlangıçlar heyecan verirken bizleri olumsuzluklara da itebilir. Ya düzene uyacaksınız ya da dur demeyi, hayır demeyi bileceksiniz. Elbette ilerleyen günlerde kahveye tekrar gittim. Ancak kendime zaman ayırdım. Kitap okudum. Derslere hazırlıklar yaptım. Hizmetiçi eğitimlere katıldım. Kendimi geliştirmenin yollarını aradım. Bu arayışımı, yazdığım sürece sizlere aktarmayı düşünüyorum.
Sevgili okur, şimdi yine aynı heyecanı yaşıyorum. Bu ailenin bir ferdi olma heyecanı, göreve ilk başladığım zamanki duygularımı anımsattı, bu heyecan bana.
Yazarak üreten insanların arasında olmak muhteşem bir duygu. Düşüncelerin şekle dönüşmesi ve bunların okurlarla buluşması gerçekten heyecan verici.
Saygılarımla.