Hasan GÜNEŞ: Aydınlanmanın esas aldığı şey, aklın dogmaya ve dinsel inanca üstünlüğünü vurgulayarak dünyayı değiştirmede ona gerekli önemi vermektir. Bu anlayış bakımından Doğu toplumlarının gelişmemişliğini aydınlanma kuramı açısından açıklar mısınız?
Dr. Eylem YENİSOY: Öncelikle Batı toplumunun gelişmişliği üzerinden Doğu toplumlarının geri kalmışlığını üstelik düşünsel, kültürel, toplumsal ve yaşam tarzı bakımından tespit etmenin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Sorunlu olduğu kadar tehlikelidir de çünkü gelişmeye direnen “barbar” ülkelerdeki engelleri kaldırmak için Batı “modernitesi”nin şiddet kullanmasını meşrulaştırmak gibi hatalı bir düşüncenin de önünü açar. Doğu toplumlarının bugünkü durumunda dogma ya da dinsel referansların belirleyiciliğine ek olarak başka ekonomik-sosyolojik nedenler vardır.
Bu gerekçeyle, Doğu toplumlarının içinde bulunduğu durumu bilimsel/düşünsel gelişmelere iştirak edememe ya da katkı yapamama ve ekonomik/siyasal bir güç olamama ya da Batıya bağımlılık şeklinde ifade edersek soruya şöyle bir yanıt verilebilir: Aydınlanma esas olarak yalnız bilim ya da düşün dünyasında meydana gelen bir sürecin adı değildir. Aynı zamanda Rönesans döneminin coşkulu atılımları ile başlayan on yedinci yüzyılın rasyonalizminde olgunlaşan ama on sekizinci yüzyılın duyumsalcılığı ile taçlanan toplumsal kurumlar da dahil olmak üzere tüm yaşam alanlarında meydana gelen kültürel bir dönüşüm döneminin adıdır. Devlet yönetim anlayışından toplumsal dinamiklerine, bilimsel yönteme, bireye bakıştan hakikat algısına kadar geniş bir cephede izleğini bulur.
Aydınlanma için Kant’ın “Aydınlanma Nedir Sorusuna Yanıt?” makalesinde geçen “aklını kendin kullanma cesareti göster” sözü ön plana çıkar ve bir yönüyle toplumsal-ahlaki-düşün yaşamının akla uygun ilkelerle belirlenmesi demektir. Bu çerçevede Doğu toplumları Batıyla eş zamanlı olmasa da toplumsal-ahlaki yapıları bakımından Aydınlanmanın akıl vurgusunu ve buna eşlik eden laiklik, hukuk devleti, özgürlük gibi kavramlarını daha sonradan biçimsel olarak benimseme girişiminde bulunmuştur. Buradaki sorun hem bunun yalnız biçimsel olması yani içerikten yoksun olması hem de ve bence esas önemlisi bu Aydınlanma aklını ya da kavramsal içerikleri Batıya özgü olmaları nedeniyle özümseyememiş olmaları belki de bunların Doğu toplum-kültür-sosyolojisine uygun olmamasıdır. Doğu kendi aydınlanmasını gerçek anlamda kendi dinamiklerini sorgulamadan onlarla hesaplaşmadan yapamaz.
Hasan GÜNEŞ: Frankfurt Okulu’nun kuruluş amacını düşünürlere göre açıklar mısınız?
Dr. Eylem YENİSOY: Bu çevre düşünürlerini etkileyen durumlar arasında I. Dünya Savaşı sonrası başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki işçi sınıfı devrimlerindeki başarısızlıklar ve Sovyet deneyimi sayılabilir. Bir diğer önemli etken Almanya’da Nazizm’in ve üçüncü dünya ülkelerinde otoriter yapıların yükselişidir. Devrimlerdeki eksikliklerin/başarısızlıkların ve Aydınlanma tasarısındaki daha mutlu ve özgür dünya idealine rağmen yaşanan barbarlık durumlarının teorik, pratik, psikolojik, sosyolojik nedenlerini araştırmak ve bunları disiplinler arası bir çalışmayla açıklamak ya da yeni çıkış yolları aramak temel hedefleri olmuştur. Bu doğrultuda yalnızca bir felsefe okulu olarak görmek yanlış olur.
Farklı dönem ve eğilimlerine bakmak gerekirse: Frankfurt Okulu 1923 yılında “Toplumsal Araştırma Enstitüsü” adıyla kurulur. Kurucu üyelerden Felix Weil’in bir tahıl tüccarı olan babası sayesinde kuruluş aşamasında finansal sıkıntı yaşanmamış ve önemli hedeflerden biri olarak Enstitü üniversitelerin katı ve hiyerarşik yapısından bağımsız şekilde inşa edilebilmiş ve sonradan Frankfurt Üniversitesi’ne bağlanmıştır. 1923-1930 yılları arasında Carl Grünberg başkanlığında geçen ilk dönemde, ekonomik temelden düşünsel-kültürel üst yapıya tüm toplumsal yaşamın bilgisi ve kavranması hedeflenir. Grünberg’in Enstitü’nün açılış konuşmasında net bir Marksist eğilim gözlenirken, bu eğilimin tarih ve topluma dair bilimsel çalışmalar kapsamında ve teorik düzeyde kalacağının vurgulandığı belirtilmelidir. 1930-1953 arasında, bir dönemi Amerika’da sürgünde geçecek olan Max Horkheimer Dönemi söz konusudur ki bu dönemde tarih ve ekonomi çalışmalarından ziyade Theodor Adorno ve Herbert Marcuse’un da Enstitü’ye katılmasının etkisiyle felsefe çalışmaları ön plana çıkar. Ayrıca Erich Fromm’un katılımıyla psikanaliz başat bir rol üstlenir. Aydınlanma ve pozitivizm eleştirisi, kültür endüstrisi ve kitle kültürü kavramları, Marksizm eleştirileri özellikle bu döneme özgü çalışmalardır. Bu dönemde toplumsal koşulların derin ve çok yönlü analizi hedeflenmekle birlikte teori etkinliğinde eleştirinin önemini vurgulanmıştır. Hatta Horkheimer’in 1937 yılında yayınladığı “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” başlıklı makaleden sonra okul “Eleştirel Teori” adıyla anılmaya başlamıştır. Enstitü’nün Frankfurt’a döndüğü 1953 yılından 1970’e kadar geçen süre üçüncü dönem olarak görülür. Bu dönemin ayırıcı özelliği Yeni Solun ortaya çıkışı ve 68 öğrenci hareketleri ile okulun siyasal ve düşünsel alanda en büyük etkiye sahip olduğu dönem olmasıdır. Habermas’ın öncülük ettiği son dönemde ise dil ve iletişim konuları çerçevesinde, kapitalist toplumun olası dönüşümünü onun “meşruluk krizleri” üzerinden konumlandırma gayretini görürüz.
Hasan GÜNEŞ: Eleştirel teorisyenlere göre, Marcuse’un deyişiyle insanı “tek boyutlu” hale getiren ve totalitarizme kaynaklık eden modern teknolojinin söz konusu süreçteki belirleyici rolünü ayrıntılı açıklar mısınız?
Dr. Eylem YENİSOY: Eleştirel teoriye göre bilim ve teknoloji doğaya tahakkümün bir aracı olarak hizmete başlayıp kaçınılmaz bir sonuç olarak insana tahakkümün aracına dönüşmüştür. Modern devlette somutlaşan bu tahakküm totaliter bir yönetim aracılığıyla toplumsal hayatın ve insanın şeyleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. İnsanlar bu döngünün içine farkına varmadan kapılır, teknolojinin yarattığı toplumsal-kültür fenomenler aracılığıyla belirlenir ve özgünlüklerini yitirip “tek boyutlu” hale, aynı şeyleri arzulayan ya da kendini teknolojinin ona sunduklarını tükettiği biçimde tanımlayan bireyler haline gelir. Bu çerçevede Adorno teknoloji ve teknolojik bilincin yönetim biçimlerini şekillendiren ideolojilere dönüştüğünü ve eleştirel aklı imkansız kılan tek biçimli bir kitle kültürü ürettiğini söyler.
Aynı doğrultuda Marcuse Tek Boyutlu İnsan’da üretim sürecindeki teknolojik gelişme ya da mekanikleşmenin, yalnızca proletaryayı kendi içinde tek-tipleştirmemiş aynı zamanda el ve kafa emeği arasındaki ayrımı silmiş olduğunu ve işçinin sömürülen, kapitalistin ise sömüren kimliğini sönükleştirmiş olduğunu tespit eder. Marcuse ayrıca bu tek-tipleştirme neticesinde bireylerin teknolojik öğelerin egemenliği altında yapay ihtiyaçlarını doğal ihtiyaçlardan ayıramayacak duruma gelmiş olduğunu ekler. Us ve Devrim’de ise totaliter sistemlerin kaçınılmazlığını vurgularcasına endüstriyel tekelleşme ve demokratik sistem arasındaki çelişkili yapıya değinir. Buna göre, teknolojik gelişmenin gelinen noktasında politik sistem tüm bireysel ve toplumsal ilişkiler üzerinde totaliter bir denetim olmaksızın varlığını ve gelişimini sürdüremez durumdadır. Demokrasi kaçınılmaz bir son olarak salt görünüş halini almıştır. Sonuç insanın en mahrem yaşam alanları dahil gündelik hayatı belirleyen teknolojik akıl ve onun ürettiği totaliter sistemlerdir. Öyle ki bu sistemler mevcut toplumsal işleyişi değil geleceğe ilişkin tüm olasılıkları dahi kendi hesabına belirlemektedir.
Hasan GÜNEŞ: Frankfurt Okulu’nun kültür endüstrisinin bilinçli bir şekilde kendi çıkarlarını savunacak özerk ve bağımsız bireylerin gelişmesine engel olduğu yönündeki görüşünü nedenleri ve sonuçları bağlamında açıklar mısınız?
Dr. Eylem YENİSOY: Horkheimer ve Adorno’nun ortak çalışması olan Aydınlanmanın Diyalektiği’nde özel bir bölüm ayrılan “kültür endüstrisi” kavramı önemlidir. Özellikle kitabın yazıldığı ABD gözleminden hareketle teknoloji ürünü radyo, sinema, dergiler üzerinden kültürel metaların seri üretimi ve bu metaların kitlelerin bağımlılığını sürekli kılmak için onları manipüle etmeye yönelik olduğu anlatılır. İzleyicinin olayların sıralanışına kendini bırakması hedeflenen polisiye ya da uzay konulu filmler ya da dinleyiciyi, okuru tek biçimli mantık çerçevesinde düşünmeye alıştırmak isteyen radyo programları ve dergiler kültür endüstrisinin araçlarıdır. Bunlar aracılığıyla bireyler nasıl düşünmesi, neye üzülmesi ya da neyle, nasıl mutlu olması gerektiğini öğrenir. Bu yolla üretilen popüler kültürle insanların isyan eğilimi kontrol altına alınmakta ya da ortadan kaldırılmaktadır. Oysa serbest zaman meşguliyetleri kültür endüstrisinin dayattığı biçimde stres atmak, rahatlamak ve dolayısıyla sisteme yeniden adapte olmak amacıyla değil daha nitelikli bir yaşama doğru ilerleme, bağımsız bireyler haline gelmek hedefiyle yapılmalıdır. Örneğin politik konulu kitaplar okumak, kolektif yaşam örgütlemede özgün fikirler verecek sanat etkinliğinde bulunmak bunlar arasındadır. Böylece kültür endüstrisinin vermeye çalıştığı sahte rahatlamaya kapılmama ya da otonom bireylerden silmeye çalıştığı isyan ruhu ile bağımızı koparmama yolunda adım atabiliriz.
Hasan GÜNEŞ: Frankfurt Okulu’nun Marksist teoriye yönelik eleştirisini haklı ve haksız yönleri bakımından açıklar mısınız?
Dr. Eylem YENİSOY: Bu soruya doğrudan Marcuse üzerinden yanıtlamanın yerinde olacağını düşünüyorum, bunun en önemli nedeni Batıdaki 68 hareketlerinde onun Tek Boyutlu İnsan’ını bir amentü kitabı olarak görmemiz. Ama öncesinde diğer okul üyelerine dair şunlar söylenebilir: Horkheimer özellikle yaşamının sonlarına doğru kolektiviteye dayanan köklü bir toplumsal değişime dair umutsuzdur ve hayıflanarak “hümanizm” olarak adlandırdığı bir sonuca varır. Adorno ise “eleştiri” ve “ütopya”yı böyle bir değişimin unsurları olarak belirleyip, “kurtuluş” için iki alan tespit eder: İlki etik alandır ve “öyle düşün ve eyle ki bir daha Auschwitz olmasın” şeklinde formüle edilebilecek bir kategorik buyruk sunar; ikincisi biriktirilmiş acının tanığı/taşıyıcısı olan sanat/estetik düzlemdir. Her iki düşünür de daha ziyade teori alanında çalışmış, teori-praksis birliğini savunsalar da son kertede umudu bireyde görüp praksis felsefesinden uzak düşmüşlerdir. Erich Fromm’un katkısıyla psikolojinin Marksizm’e eklenme çabası geniş anlamda bu sonucun ilk sinyallerindendir. Ayrıca bu düşünürlerin Marksizm’e yönelik eleştirilerinden biri basitçe ifade edecek olursak Marksist teoride alt yapının yani ekonominin belirleyici olmasına yöneliktir ve böyle bir önceliği reddederler. Bu eleştiriye topyekun ne haklı ne de haksız denebilir çünkü Horkheimer ve Adorno’nun teknoloji, kültür endüstrisi, kitle kültürü, yığınlaşma ve otoriter eğilimler çerçevesinde öne sürdükleri görüşler ihmal edilebilir nitelikte değildir. Ayrıca zaten Marx’ın kendisi de tek yanlı bir şekilde alt yapının belirleyici olduğunu iddia etmez, aksine üst yapı ile etkileşimli bir belirleme sürecinden bahseder.
Marcuse ise bir yönüyle praksis felsefecisidir. Öncelikle onun Marksist teoriyi eleştirmesi, teorinin kavram ve kategorilerinin diyalektik ve tarihsel özelliğiyle tutarlı şekilde günün koşullarına göre değerlendirilmesi gerektiği yönündeki fikrine dayanır. Öyle ki Marksist kuramın tarihsel bütünlüğü korumaya çalıştığı için soyut olduğunu ve pratik koşullarla bağının kurulması gerektiğini savunur. Ona göre mevcut durumu değiştirmenin öngereği uygulanacak stratejinin nesnel koşullara uyumudur. Önemli bir eleştirisi sosyalizm kavramının Marksist teorideki algılanışına dairdir ki bunu Yeni Solu eleştirmek için dile getirir. Yeni Sol, Marcuse’a göre sosyalizmi üretim güçlerinin daha geniş ve rasyonel gelişimine, işgücünün verimliliğinin artırılmasına ve daha rasyonel bir dağıtımına indirger. Oysa sosyalizm varolan toplumsal biçimden niteliksel olarak farklıdır, sosyalist toplum ahlaki ve estetik kaygıların belirleyici olduğu, gerçek anlamda duygusal, rasyonel ve etik ihtiyaçların giderilmesi neticesinde özgürlüğün söz konusu olduğu toplumdur. Marcuse, Yeni Solun bu farkı göz ardı etmesi neticesinde ileri kapitalist toplum ve sosyalizm arasında bir süreklilik yaratmış olduğunu ve bu bağlamda Marksist teorinin yeterince ve gerçek anlamda özgürlükçü olmadığını bildirir.
Bir diğer eleştirisi toplumsal değişimin öznesine dairdir: Marcuse’a göre artık proletaryanın dönüştürücü gücü yoktur çünkü bir yandan artık kaybedeceği şeyler zincirlerinden daha fazlasıdır, erken kapitalizm dönemindeki gibi son derece kötü koşullarda çalışmaz ve yaşamaz, koşullarında görece iyileşme söz konusudur. Ayrıca modern teknolojinin ona sunduğu ve onun da kabullendiği ideolojik yanılsamalar neticesinde dönüştürebilme yeteneği zayıflamış, kapitalizme geniş ölçüde entegre olmuştur. Üstelik iktidar yapısı artık yalnız bilinci değil bilinçaltını da manipüle edebilmektedir. Buna ek olarak, Marcuse’a göre, işçilerin parti ve sendikaları mevcut düzenin otoriter eğilimlerini ve hiyerarşi biçimlerini yinelemesi nedeniyle toplumsal dönüşüme değil mevcut yapıyı korumaya ve kalıcılaştırmaya hizmet eder niteliktedir. Karşı Devrim ve İsyan’da otoriter işçi örgütleri yerine yerellerde öz yönetim örgütleri olarak “konsey”lerin önemine vurgu yapar; hedefi otoriter kitle partilerinin yerine kendi kendine benimsenen bir disiplin ve otoritedir. Özgürlüğe giden yol Marcuse’a göre bireysel değil toplumsaldır ancak öncelikle bireylerin söz konusu entegrasyonu, kölelik bilincini reddetmesi, mevcut düzenin nesnesi olmaktan vazgeçmesi gerekir ki direniş imkânı bu zeminde doğabilir. Bu noktada Marcuse Horkheimer ve Adorno’dan uzaklaşmıştır ve Benjamin’e daha yakındır. Benjamin şimdiyi kuran çelişkilerin analizine dayanan siyasal bir tarih anlayışı ve ütopya için uygun bir mekân haline gelen süreksiz bir zaman kavrayışı ortaya koyar. Onun hukuk alanında mevcut yasayı kuran mitsel şiddet ve yasa-yıkıcı, tahrip edici ilahi şiddet arasında yaptığı ayrım, Marcuse’un tarihsel materyalizm düşüncesini etkilemiş ve “direniş”i meşru hak ve olanaklı olarak belirlemesine zemin sağlamış gibi görünmektedir. Son söz olarak, her ne kadar hem Marcuse’da hem Adorno ve Horkheimer’da Marksist kuramın temel unsurlarından biri olan toplumsal dönüşüm ve dinamikleri belirsizleşmiş olsa da, söz konusu tespitler teorinin geliştirilmesi ve praksis açısından oldukça ufuk açıcıdır.
Hasan GÜNEŞ: Frankfurt Okulu’nun sosyoloji karşıtlığını haklı ve haksız yönleri bakımından açıklar mısınız?
Dr. Eylem YENİSOY: Frankfurt Okulu’nun sosyoloji karşıtlığını pozitivizm karşıtlığı/eleştirisi üzerinden okumak gerekir. Öncelikle pozitivizmin değerden ve çıkardan bağımsız nesnellik iddiasının en büyük yalan olduğunu ileri sürerler. Bu eleştiriye göre Aydınlanma tahtından indirdiği mitoloji/din/büyünün yerine her şeyi açıklamaya kadir gördüğü bilimi/tekniği çıkarmıştır. Bu bakımdan Eleştirel Kuram düşünürleri sosyolojiye değil pozitivist sosyolojiye karşıdır. İlk olarak August Comte’un ortaya koyduğu pozitivist sosyoloji sosyal ya da toplumsal gerçekliğin kavranışını doğanın kavranışına denk tutarak doğa bilimlerinin yöntemini toplum araştırmasının yöntemi olarak doğrudan benimser. Frankfurt Okulu düşünürlerine göre doğa ve toplum arasında araştırma yöntemindeki monizm ile ortaya konan bu özdeşlik toplumsal olguların şeyleştirilmesi sonucunu doğurur. Pozitivist sosyolojide toplum verili hali ile analiz edilir. Toplum donuk bir nesne haline getirilir ve araştırma neticesinde elde edilen yasalar mutlak bilgi olarak sunulur. Böylece toplumun insan ürünü olduğu ve dolayısıyla değişebileceği gerçeği görmezden gelinir.
Eleştirel teorisyenlere göre ise sosyolojinin amacı, mevcut durumu eleştiriye tabi tutmak, ondaki ideolojik yanılsamaları, tahakküm ilişkilerini ve olumsuzlukları ortaya çıkarmaktır. Yaptıkları “tarihsellik” vurgusu ve benimsedikleri tarihsel materyalizm yöntemi ile toplumsal örüntüde sürekli bir değişimin söz konusu olduğunu ortaya koyarlar. Eleştirel teori açısından toplumsal yapılar tarihseldir, insan deneyiminin ürünüdür ve mutlak değil, değişebilirdir.