Babası, oğlunu uyuturken her gece ona masal anlatıyormuş. Bu çocuğun ilk anlamlı cümleler kurduğu günden beri böyleymiş.
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde (…) diye başlayan hayal âleminin kahramanları, her gece, bıkmaksızın onları ziyaret ediyormuş. Bu masalımsı karamanlar kimi zaman keloğlan, kimi zaman Hoca Nasrettin, kimi zaman kral aslan, kimi zaman Kelile ve Dimne kılığında çıkıyormuş karşılarına. Ama her defasında, tarihin derinliklerinden süzülerek gelen kahramanlar, hem dili kullanma yetileri hem de eylemlerini yönlendiren ahlaki ilkeleriyle şimdiki zamanı selamlıyorlarmış.
Zaman su gibi gelip geçmiş ve çocuk okula başlamış. 1.,2.,3., sınıf derken dördüncü sınıfa kadar gelmiş. Derslerin, bilgisayarların, tabletlerin ve akıllı telefonların egemenliğindeki yeni dünyada, masallar unutulmaya yüz tutmuş. Kahramanlar sözle gelmez olmuş. Sadece animasyonlar egemenmiş. Oysa masallar dilde var olurmuş, animasyonlarda değil. Bu yüzden anlatılmayınca ölürmüş masallar. Anlatı, zihnini zinde tutarmış, hayal gücünü geliştirmiş. Artık ne baba oğlunu masal anlatıyormuş, ne de oğlu masal anlat diye tutturuyormuş.
Tabi yaşın büyümesi, hayalle gerçeğin ayırdına varılmasının da masal kahramanlarının gizemli dünyasına gölge düşüren önemli unsurlar arasındaymış. Çizgi filimler, diziler, bilgisayar oyunları, akıllı telefon vb.nin renkli dünyası, daha büyülüymüş.
Babanın oğlunun bilgisayar oyunları, telefon ve televizyon tutkusu dikkatinden kaçmamış.
Ama ne yapacağını bilemiyormuş.
Bir gün oğlu yattığında, usulca yanına sokulmuş.
-Hatırlıyor musun, bir zamanlar, her akşam masalların büyülü dünyasında gezinirdik; sen uyumamak için direnir, bir tane daha anlat, bir tane daha anlat diye tuttururdun. Ben de, dayanamaz bir tane daha anlatırdım. Bazen sen anlat der, benden duyduğun masalları birbirine karıştırarak kurduğun yeni kurgulu masallarını dinlerdim.
-Evet, hatırlıyorum. Güzel günlerdi onlar. Ancak artık ben büyüdüm. Masallar hayali şeyler. Gerçek değil ki onlar.
-Artık masalların yerini sanal oyunlar, çizgi filimler aldı. Onlar daha eğlenceli.
Baba, oğluna, sana son bir masal daha anlatacağım demiş. Ancak beni iyi dinlemelisin, madem büyüdüğünü düşünüyorsun, madem hayali şeylerden sıkıldığına inanıyorsun, o zaman kıssadan hisseyi sen çıkaracaksın demiş ve başlamış anlatmaya:
-Bir zamanlar, Eski Yunan’da Eflatun diye bir filozof yaşamış. Çok akıllı bir adammış. Bir sürü kitaplar yazmış, hem de bilgeliği herkes anlasın diye diyaloglar halinde. Devlet adlı bir diyaloğunda şöyle bir öykü anlatmış:
“Bir zamanlar tüm insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş oturmaya mahkummuşlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların, hayvanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemekteymişler. Onları gerçek sanıyorlarmış. Bu mahkumların sahip oldukları bilgi, onların gözleriyle ve kulaklarıyla kazandıklarından ibaretmiş ve bu görsel bilgi duvardaki gölgelerin, yani duvara yansıyan gölgelerin bilgisiymiş. İçlerinden birisi, bir gün zincirlerinden kurtulmuş, mağaranın dışına çıkmayı başarmış. Önce güneşin etkisi gözlerini kamaştırmış, sonra güneşe alışınca her şeyin gerçeğini görmüş. Mağarada yıllardır gördüklerinin gerçek değil gölgeler olduğunu anlamış. Sevinçle mağaraya dönüp, zincirli insanlara gördüklerinin gölgelerden ibaret olduğunu, gerçek şeylerin ve gerçek hayatın dışarıda güneşin aydınlattığı dünyada olduğunu söylemiş. Onu kimse dinlememiş, onunla alay etmişler ve delirdiğini sanmışlar. Ona delisin sen demişler.”
Baba oğluna, sence Eflatun bu öyküyle ne anlatmış olabilir, diye sormuş.
Oğlu, öykü insanların mağarada tutuklu olduklarını, sadece duvardaki gölgeleri izlediklerini anlatıyor. Sonra zincirlerinden nasıl kurtulduğu bilinmeyen ve dışarı çıkan bir deliden söz ediyor demiş.
Baba devam etmiş: Mağaradaki zincirlenmiş insan, sürünün parçası olan bireyselleşmemiş, farkındalığı gelişmemiş, gölgelere mahkûm olan kişiyi temsil diyormuş. Mağara ise toplumu simgeliyormuş. Zincir, toplum içerisinde bireyi sınırlayan kalıplar, önyargılarmış. Bunlar zihnin özgürleştirilmesini engelliyormuş. Zincirlerini kıranlar, kendi yolunu bulanlar, düşünenler bu gölgeleri aşarlarmış. Akıllı insan, kendini bu zincirlerden kurtararak her ne kadar zor ve acı verici olsa da yüzünü cesaretle gerçeğin ışığına dönerek hayatın gerçek anlamını ve doğruyu görebilen insanmış. Işık gözleri kamaştırdığı ve acıttığı için nasıl göze yavaş yavaş veriliyorsa, gerçeğin bilgisi de zihne yavaş yavaş veriliyormuş. Işığı gören kimselerin, zincirli kimselere hakikati anlatmaları ve onları inandırması daha da zormuş; çünkü esaret, bağlılık ve karanlık rahat, oysa gerçekleri görmek ve ışığa bakmak cesaret istermiş.& quot;
Baba oğluna dönüp, bunları neden anlattım, diye sormuş.
Hakikati görmem, özgür bir kişi olmam için anlattın sanırım demiş.
Evet, ama başka bir amacım daha vardı demiş, baba ve sözüne devam etmiş:
-Her öykü, anlam katmanlarıyla doludur. Birincil, ikincil, üçüncül anlam katmanları içerir. Eski deyişle, her zahirin bir batını, her batının bir batını vardır. Bu yüzden öyküler, mitler ölümsüzdürler, her döneme bir şeyler fısıldarlar insana.
Sonra oğluna, bugün neler yaptın diye sormuş. Oğlu, okula gittim, yemek yedim, eve gelince duş altım, çizgi film izledim, telefonda oyun oynadım, biraz da ders çalıştım demiş.
Baba sorusunu sürdürmüş:
-Boş zamanının çoğunu neyle geçirdin?
-Televizyon izleyerek ve telefonda oyun oynayarak.
Oysa oyunu gerçek çocuklarla oynamalıydın; yaşantılarını kurgulayıp yazıya dökmeliydin, bazı anlarını yaşamdan çıkarsadığın sorulara ayırmalı ve onlara yanıt bulmaya çalışmalıydın. İşte demiş baba, ben Eflatun’un anılan öyküsünü okuyunca hep aklıma, televizyon, bilgisayar ve telefon oyunlarıyla zincirlenmiş mahkûm edilmiş, tüketen ama üretmeyen, hiçbir şey kurgulayıp yazmayan, yeni sorular sormayan, başkalarının kurguladıklarını yaşayan ve onları gerçek sanan çocukları düşünüyorum. Üretmeyen, yazmayan, kurgulamayan her insan, başkasın ürettiğine, kurguladığına yönelir ve kendisi yaşamını seçmek yerine, sunulan hayatı yaşar. Başkasının kurgusunu yaşayan insana özgür insan diyemeyeceğimiz gibi, başkasının seçimlerini hayata geçirene de kendisi yaşıyor, kendini yaşıyor diyemeyiz. Bana öyle geliyor ki, modern çocuklar, gerçekleri bırakıp gölgeleri izlemekle, simülasyonları gerçek sanmakla geçiyor yaşamlarını. Oysa dışarıda başka bir dünya var, gerçek insanlarla oynanan oyunlar, gerçek ilişkiler, gerçek varlıklar var. Başka olanaklar var; kendin oyununu kurgulama, kendi oyuncağını kendin yapma ve üretme. Bilir misin, biz çocukken, oyuncaklarımızı kendimiz yapar, yeni oyunlar uydururduk. Çok da mutlu olurduk, çünkü ürettiğimiz her şey bizi yansıtırdı. İşte modern topumun ve teknolojinin başkalarının ürettiği şeylerle bizi özgürleştirdiğini savunurken, bize sürekli yeni zincirler eklediğini fark edemiyoruz. Hep üretilmişi sunuyor; oyuncağımızı kendimizin üretmesini engelliyor; başkasının düşüncesine ve yapıp etmelerine bizi esir ediyor. Böylelikle aslında, kendimize, kendi doğamıza bizi yabancılaştırıyor. İnsan özü gereği, düşünen, soru soran, üreten ve tasarlayan bir varlık. Her şeyi hazır bulan modern çocuk, hayal kurmayı unuttuğu gibi, üretmenin, keşfetmenin, yapıp etmenin, kendisi karar vermenin hazzından da mahrum kalıyor.
Düşün bir kere demiş babası oğluna, gerçek çocuklarla oynanan oyunlar, senin kendin tasarlayıp yaptığın oyuncaklar nere de, bilgisayar ya da telefonda başkalarının kurguladığı oyunlar nerede? Gerçek yaşama katılıp gerçek insanları toplum içinde izlemek nerede, televizyonda kurgulananları izleme nerede? Onlar gerçeğin sadece gölgeleri değil mi? Tüm bunlar seni edilgin kılmıyor mu? İnsan demek üretmek, keşfetmek, kendin yapıp etmen demek değil mi?
-Ne demek istediğini anladım sanırım baba. Gerçeğin yerine geçen her şey aslında farkına varmadan bizi hakikatten uzaklaştırıp, gölgelere mahkûm ediyor. Bizim hayal kurmamız, tasarlayıp üretmemize engel oluyor. Bizi başkalarının hayal ve kurgusuna bağımlı kılıyor.
-Teknoloji kötüdür demek istemiyorum; beni yanlış anlama. Ama salt tüketici olmak kötüdür. Her şey, hayal gücümüzü, üretici yanımızı, yeni şeyler kurgulamamızı, yeni sorular sormamızı sağlıyorsa yarar sağlar. Zihinde karanlığa, edilginliğe ve tüketime mahkûm ediyorsa kötüdür.
-Eflatun’un dediği gibi, mağaradan çıkmak, ışığa yönelmek ve zincirleri kırmak gerekiyor.
Korona virüs salgınından kısa sürede kurtulmak dileğiyle...