Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde İyonya Medeniyeti varmış.
Yazıya her ne kadar masal gibi girdiysek de İyonyalılar gerçektir. Milattan önce Anadolu’da yaşamış ve o çağın en ileri medeniyetini var etmiş bir toplumdur. Bu medeniyetin en önemli özelliği filozofların doğayı esas almaları, doğayı inceleyerek teorilerini gözlem ve deneye dayandırmalarıdır. Bunlardan bazılarını söylersek, örneğin Milattan önce 625-545 yıllarımda yaşamış olan Milet’li Thales her şeyin ilk maddesinin yani kaynağının ‘’su’’ olduğunu belirtmiştir. Milet’li Aneximenes ( M.Ö. 588-524 ) doğadaki her şeyin kaynağı ‘’Hava’’ demiştir. Efes’li Herakleitos ( M.Ö. 540-480 ) ‘’Ateş’’ derken; İzmir’li Ksantophanes ( M.Ö. 569-477 ) ‘’Toprak’’ olduğunu ileri sürmüştür. Sicilya’lı Empedokles ise ( M.Ö. 492-432 ) bunların dördünün de ilksel eleman olduğunu kabul eden ve Dört Öge Teorisi’ni ( Su-Hava-Ateş-Toprak ) ilk ortaya atan düşünürdür. Bütün canlılar bu dört ögenin değişik bileşimleridir. Yüzyıllar boyu bu teori bazı eklemelerle birlikte gerek maddeci görüş okullarında gerekse idealist görüş okullarında anlatılmıştır.
Aradan geçen 2500 yıl içinde bilimde ve felsefede birçok yaklaşımlar ortaya atılmış; o zamanlar bilinmeyip de bugün bilinen elementleri tanıdıkça yukarıdaki gibi tümden gelim yerine tüme varım yaklaşımıyla maddeyi atomlarından başlayarak bütünü inceleme yöntemi benimsenmiş olsa da hayatın kaynağı olan bu dört öge değişmemiştir. Canlıların varlığı suya, havaya, ateşe (geniş anlamda ateş, her türlü enerji demektir) ve toprağa bağlıdır. Anadolu topraklarında filizlenmiş olan İyonya Medeniyeti o dönemde pek çok eser ortaya koymuş, bu eserler hala günümüzde ‘’Antik Çağ Uygarlığı’’ olarak hayranlıkla incelenmektedir. Bilindiği gibi Avrupa’yı Ortaçağ karanlığından çıkaran Rönesans hareketi de doğaya dönüşü temel alarak Antik Çağ Uygarlığı üzerine bina edilmiştir.
Milattan sonra da Anadolu’nun bağrında Antik Çağ Uygarlığı gibi uzun soluklu olmasa bile başka yenilikler de ortaya çıkmıştır. Bu yenilikler bir çağın kapanıp başka bir çağın açılmasına neden olmasa da büyük değişimler oluşturan süreçlerdir. Bunlardan en sonuncusu on yıl içinde ülkesinin kaderini değiştirdiği gibi başka ülkelerin araştırmacılarının da dikkatini çekmiş ve çalışmalarına kaynaklık etmiştir. Peki, nedir bu oluşum?
Zaman bin dokuz yüz otuzlu yıllar. Bir ülke düşünün ki nüfusun yüzde sekseni köylü ve okuma yazma bilmiyor. Ellerinde sermaye yok. Tek sermayeleri toprakları. Ancak toprağı verimli işleyecek ve değerlendirecek bilgi birikimi de yok. Okuma yazma olmadığı için okuyarak öğrenmeleri mümkün değil. Köylerde şimdiki gibi telefon, radyo, televizyon gibi iletişim imkânları da yok ki dinleyerek öğrensinler. Böyle bir durumda ülkeyi yönetenlerin önünde ilk akla gelen seçeneklerden birisi ve kolay olanı bu köylüleri kendi hallerine bırakıp şehirlerin kalkınmasını ön plana almaktır. Ancak bu seçenek nüfusun yüzde seksenini göz ardı edeceği için ülkenin hızlı ve topyekûn kalkınmasını sağlamayacağı açıktır. Öyleyse kalkınmayı köyden başlatmak gerekir ve bunun yöntemi bulunmalıdır. Zamanın yöneticileri de aklı ve bilimi temel alarak bu yolu seçmiş ve köylülere ulaşmanın; sorunları, eksikleri gidermenin yollarını aramışlardır. Köylünün o günkü koşullarda eksikleri, ihtiyaçları akılcı bir yaklaşımla tespit edilerek bunları giderecek doğru ve etkili yol nedir diye düşünülmüştür. Köylünün sermayesi olmadığına göre toprağı işlemek için gerekli aleti (saban, pulluk v.b.) kendisi yapmalıdır. Tarım ve hayvancılık bilgisine sahip olursa işini doğru yöntemlerle verimli olarak yapabilecektir. Kısacası o günün koşullarında köyde yapılması gerekli ve zorunlu olan bilgileri köylünün ayağına getirip köyde öğretmek gerekir. Hatta o kadar ki köylünün sağlık hizmetine ulaşması o günlerde nerdeyse imkânsız olduğu için tedavisini de kendisi yapmalıdır. Bütün bunları hem yapacak hem öğretecek birilerini yetiştirip köylere göndermek en akılcı yoldur. Bu kişiler öyle yetişmeli ki hem teorik hem uygulama bilgilerine sahip olmalı. En önemlisi de köylere gönüllü gitmeli ve oranın koşullarına uyum sağlayabilmeli, en ufak bir sıkıntıda kaçıp şehre gelmemelidir. Kısacası tarımı, sağlığı, hayvancılığı, marangozluğu demirciliği ve en az bunlar kadar önemli olan öğretmenliği bilen kişiler yetiştirip köylere göndermek gerekir. İşte bu modelin adı Köy Enstitüleridir.
Köy Enstitülerinin kuruluş amacı kadar oluşturulması da başlı başına dâhiyane bir akılcılıkla yapılmıştır. Her şeyden önce seçilecek kişiler köye uyum sağlayabileceklerden, yani köylerden ve eğitilebilecek yaşta olanlardan, yani okul çağındaki yetenekli çocuklardan seçilmiştir. Bunlar, belli büyük merkezler yerine yurdun her yanına adeta eşit dağılımı esas alırcasına yedi bölgede 21 noktada kurulan eğitim merkezlerine serpiştirilmiştir. Günümüzde nüfusun az sayıda merkezlere toplanıp mega kentler oluşturmasının yaşanan sıkıntıları düşünülünce bunun önemi anlaşılmaktadır. Bu merkezler için özellikle tren yollarının olduğu ulaşımı kolay, yüzlerce dönüm uygulama arazisi olan yerler seçilmiştir. Köylerden gelerek bu eğitim kurumlarında yetişip yurdun dört bir yanındaki en ücra köşelere giden bu kişilerin adını siz koyun. Onlar birer öğretmen, birer sağlıkçı, birer ziraatçı, veteriner, birer zanaatkâr olarak çalışmış, aralarından nice sanatçı, yazar, şair çıkmıştır. O günün koşullarında sorunun bu denli doğru analiz edilip çözümün bu denli etkili yöntemle yapıldığı bir örnek dünyanın bir başka yerinde rastlanmamıştır. Bu nedenle Anadolu’nun bağrında hayat bulmuş son yüz yılın örnek oluşumlarındandır. Bu eşsiz oluşumun yani Köy Enstitülerinin aynısını günümüzde tekrarlamak elbette söz konusu değildir. Zira koşullar o günkü koşullar değildir. Ancak çıkarılacak çok ders, alınacak çok örnek vardır.
Yeryüzündeki canlı yaşamı sağlayan dört öge (hava-su-ateş-toprak) günümüzde de değişmemiştir. Yaşamın kaynağı bu dört ögeyi bir fen bilimciye sorarsanız tek kelimeyle ‘’fotosentez’’ ile açıklar. Yeşil bitkiler TOPRAĞI, SUYU, HAVAYI (havanın karbondioksidini) ve ATEŞİ (güneş enerjisini) kullanarak besinimizi, enerjimizi ve oksijenimizi, sağlamaktadır ki, hayatın kaynağı bu değil midir? Öyleyse insanlık bunu azaltacak girişimlerden kaçınıp artırmanın yollarını bulmalıdır.
İnsanlık, bugünlerde Dünya’nın içinde bulunduğu ‘’korona’’ felaketini en az hasarla atlatmanın mücadelesini verirken; bunun sonunda oluşacak felaketleri nasıl göğüsleyeceğinin hesaplarını yapmaktadır. Bekleyen en büyük tehlikelerden birinin açlık olduğunun farkına varan ülkeler bu virüs ortamında gıda temin kanallarındaki çalışmaların durmaması bir yana artırmanın yollarını aramaktadırlar. Tarım bakanımız bu bağlamda hazine arazilerinin köylünün kullanımına açılacağını belirtmektedir. İster istemez düşünüyorsunuz bu kararın üretimi artırmaya katkısı olur mu diye? Köylerimizden biliyoruz ki maliyet yüksek, ürün ucuz olduğu için köylü kendi arazisini ekmekten vazgeçmiş; bu yüzden ellerindeki arazinin bir kısmı boş kalmıştır. Bu koşullarda köylüye yeni arazi versen ne çıkar. Öte yandan ‘’hala kullanılmayan hazine arazisi var mıdır, varsa neden kullanılmamaktadır’’ konusu ayrı bir sorudur? Belki Köy Enstitülerinin arazileri duruyorsa, birlerine verilmediyse onlardan söz ediliyor olabilir.
Aklın yolu birdir yeter ki akıl kullanılsın. Aç kalmamak için üretmek, üretmek için üretim maliyetini azaltmak ve verimi artırmak gerekir. Bunun için de köylü, toprağını işleyebilir duruma getirilmelidir. Tohum, ilaç, gübre, mazot gibi girdi maliyetlerini destekleyerek teşvik gerekir. Ayrıca yeni topraklar vermek mümkünse elbette verilsin. Sözün özeti üretim, üretim, üretim; toprak, toprak, toprak.