Yirmibirinci yüzyıl yeni bir çağın başlangıcı olabilir mi? Tarih derslerinde çağları anlatırken yazının icadından sonraki çağların dördünün adı ilk çağ, orta çağ, yeni çağ ve yakın çağ olarak tescillemiş; bundan sonrasının bir adı olacak mı, olacaksa atom çağı mı, bilgi çağı mı, iletişim çağı mı olacak diye fikir yürütürken 2019 yılının sonunda kendini insanda gösteren ve covit-19 adı verilen bir virus dünyayı öyle etkiledi ki henüz etki boyutunu şu günlerde kestiremeden bile ‘’artık Dünya bu virüsten sonra eskisi gibi olmayacak’’ denmeye başlandı. Bence de olmayacak. Onun için beşinci çağın adını koymak isterken buna göre de düşünmek gerekir kanısındayım. Belki insanlık bambaşka bir yöne evrilecek.
Tarih gösteriyor ki insanlar olanlardan, özellikle de ders alınması gereken büyük felaketlerden yeterince ders çıkarmıyor. Çünkü ülkeleri yöneten zihniyet kolay değişmiyor. Bir başka deyişle o zihniyeti değiştirebilecek ivmeyi topluma kazandırabilen liderler kolay çıkmıyor. Aynı zihniyette liderler aynı felsefeyi devam ettiriyor. Örneğin ABD ‘’Tarih tekerrürden ibarettir’’ sözünü ispatla görevliymiş gibi aynı hataları tekrarlıyor. Kore savaşından ders alsaydı Vietnam savaşını; bundan ders çıkarsaydı Irak savaşını ve hala devam eden Ortadoğu savaşını çıkarmazdı diye düşünüyorum. 11 Eylüldeki ikiz kulelere yapılan terör saldırısı sonrasında ABD’nin terör konusunda ve uluslar arası ilişkilerde yeni bir politikaya evrileceği beklenirdi ve öyle de oldu. Benim iyimser yaklaşımım şu temeldeydi: ‘’Bu saldırı gösterdi ki ne kadar güçlü olursanız olun, savunmanızı güç üzerine dizayn ederseniz mutlaka bir açığı bulunabilir. Öyleyse karşılaşılacak tehditleri ve tehlikeleri göğüslemenin yolu güç dışında başka bir yöntemle ele alınmalıdır.’’ Ama öyle olmadı ve tam tersi ‘’terör kaynağında yok edilmelidir.’’ taktiğini benimseyip istediği yerde istediği bahaneyi terör kaynağı olarak gösterme yolunu seçti. Bu durumda ABD yönetimi insanlığı felaketten önceki anlayıştan daha vahim noktaya taşıdı. Oysa insanlık gittikçe daha hümanist bir noktaya evrilmeliydi. Gönlüm bunu istiyordu. Henüz yirmili yaşlarda iken de bu idealist duygularla şiirler yazıyordum kendimce:
Pınar gür akmalı ki gür,
Susuzluğum gitsin.
Sevmeli ki insan,
Düşmanlık bitsin.
Nedir ülke, sınır,savaş.
Sınırsız Dünya olamaz mı?
İnsanlığın kurtuluşu,
Açlığın yok oluşu için
Silah yapıp silahlanma
Son bulamaz mı?
Bunca halkların çektiği yetsin.
O günlerde açlık sorunu belki en önemlisiydi. İnsanlık birbirlerini öldürmeye harcayacağı çabayı açlığı gidermek için harcamalı diye düşünürdüm. Şimdi geldiğimiz noktada sadece açlık değil başka etkenler de yaşamsal tehdit oluşturabiliyor. Virus gibi normal mikroskopla bile görülemeyecek küçüklükte bir yaratık bütün ülkeleri altüst etti. Hiç sınır tanımadı. Ülkeler arasına duvar da örseniz engellemedi. İnsanlığı çaresiz bıraktı.
Sözü uzatmaya gerek yok. Benim söylemek istediğim bu virüs ile nasıl başedilebileceği değil. Zira bugün korona, yarın başka virüs veya başka bir yaratık ya da olay bunun gibi hatta bundan da kötü bir biçimde gezegenimizi (dünyayı) etkileyebilir. İnsanlık kendi aralarındaki rekabetten önce böyle durumlara hazırlanmanın yollarını aramalı. Bunu yaparken ‘’ben’’ kaygısı değil ‘’biz’’ kaygısı ön planda olmalı. İnsan denen varlık gördü ki herhangi bir kişi, bölge veya ülke kendini dünyadan soyutlayıp felaketten kurtulamıyor. Dünyada insanlar ve diğer canlılar hatta cansızlar iç içe yaşamak durumunda. Kendinin yaşamı için diğerlerinin yaşamını da gözetmek zorunda. Kendi kaygılarımız için çıkarlarımızı ön plana almakla her zaman kurtulamayacağımızı görmüş olmalıyız. Sadece kendimizi değil başkalarını da düşünmek bir zorunluluktur. Bu zorunluluk gerek kişiler, gerek ülkeler için olduğu gibi insanlar ile diğer canlılar için de geçerlidir. Bu zorunluluğu kabullendikten sonra kaygılarımızın sıralamasını doğru yapmanın önemini belirtmeye gerek bile yok. Örneğin işler yapılırken bir ülkede siyasi kaygı ekonomik kaygının önüne geçerse ülke ekonomisi tehlikeye girer. Ekonomik kaygı yaşam kaygısının önüne geçerse yaşam tehlikeye girer. Tersi ise yani yaşamı ekonominin, ekonomiyi siyasetin önüne geçirirsek üçü için de doğru yapmış oluruz. Ben ve biz kaygısı da böyledir. Biz kaygısı ben kaygısının önünde olursa bütün toplumun yararına işler yapılır ve her bir kişi yararlanır. Ben kaygısıyla yapılan işler bencillikten öteye geçmez. Dileğim, bu virus belası sonrası insanlık doğru yöne evrilir ve daha otoriter, daha kişisel hırsları ön plana çıkaran yönetim biçimine savrulmaz.