20.yy’ın ikinci yarısından itibaren modernist anlayış yerine postmodernist anlayış hâkim olmaya başladı. Postmodernizm modernizme bir tepki veya bir tavır olarak ortaya çıktığı söylendiği gibi tam bir tanımı olmayan, kuralsız, belli ilkeleri bulunmayan, hatta herkesin kafasına göre davrandığı bir düşünce ortamı olarak da ifade edilmiştir. Batı toplumlarında ikinci dünya savaşı sonrasında Ülkemizde ise 1990’ların başında sorgulanmaya başlayan Postmodernizmi Uludağ Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. Metin Becermen’e soracağız.
Aygül Balkın: Hocam öncelikle “Postmodernizm” üzerine röportajımızı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Bize kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz?
Metin Becermen: İlk ve orta öğrenimimi Bitlis’te, lise öğrenimimi ise Bursa’da tamamladım. Çeşitli işyeri ve fabrikalarda işçi olarak çalıştıktan sonra Çankırı Meslek Yüksek Okulu’nda okudum. Kazandığım hayat deneyimiyle birlikte Lisans eğitimini 1993-1997 yılları arasında Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yaptım. Yüksek Lisans eğitimini aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı’nda 1998-2001 yılları arasında tamamladım. Doktora eğitimimi de 2002-2009 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı’nda yaptım. 1999-2002 yılları arasında Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde, 2002-2009 yılları arasında ise doktora eğitimi için gittiğim Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak görev yaptıktan sonra tekrar Uludağ Üniversitesine döndüm. 2012 yılı Nisan ayına kadar Doktoralı Araştırma Görevlisi olarak çalışmıştım. 2012 yılı Nisan ayında Yardımcı Doçent, Haziran ayında da Doçent unvanı aldım. Ocak 2020 tarihinde ise Profesör unvanı aldım. 2001-2019 yılları arasında Kaygı Dergisi’nin editörlüğünü yürüttüm. Kitaplarım: Hakikatten Yoruma, İktidardan Diyaloga Felsefi Bir Serüven (2011), Ali Taşkın ile birlikte Felsefe Tarihi II (2013) ve İzler ve Patikalar (2017).
Aygül Balkın: Postmodernizm kavramı birçok kişinin kafasını karıştıran bir kavram. Hem kavramlarla hem de filozofların düşünce sistemleriyle size sorup anlamaya çalışacağız ama tam olarak ne olduğunu anlayabilmemiz için öncelikle onyedinci yüzyıl hatta biraz daha gerilere gitmemiz gerekiyor sanıyorum. Postmodernizm öncesinde bize “Modernizm” ve “Modernizm Öncesini” değerlendirir misiniz?
Metin Becermen: Antikçağdan beri felsefe, hep kesin, değişmez bilgiler ve doğrular peşinde koşmuştur. Bu bilgiler ve doğrular da teorik düşünmeye bağlı olarak akılsal olmak zorundadır. Bu bilgilerin elde edilebileceği alanlar ise teoloji, kozmoloji ve metafiziktir. Bu bağlamda felsefe, her zaman çokluğun arkasındaki birliği, tekil olanların arkasındaki tümeli araştırmakla metafizik olmaktadır. Oysa Modern Çağ’da kesinlik doğa bilimlerinden beklenir. Bu andan itibaren algılanan şeyin önemi ön plana çıkar. Bilgi de artık algılama ve algıları düzenleyen zihinsel yetilerin birlikte çalışmalarının bir ürünüdür. Algıların ötesinde bir “mutlak hakikat” düşüncesi artık tartışmalıdır. Böylece, hakikat, deneyimi de hesaba katan epistemolojik bir özne tarafından ortaya konacaktır.
Descartes, “cogito ergo sum” önermesiyle Tanrı-özne düşüncesini eleştirmiş ve insan-öznenin inşası sürecinde önemli dile getirmelerde bulunmuştur. Onyedinci yüzyılda cogito bağlamında akla yapılan vurgu Locke’un zihin araştırması ile insan-özne’nin zaferini getirmiştir. İnsan, bu şekilde, kendi aklı sayesinde artık var olan her şeyi kavrayıp bileceğini düşünür. Bunda kendisine yardımcı olacak şey de sayılabilirlik ve hesaplanabilirlik bağlamında bir düşünme olan matematik ve matematik-fizik’ti. İnsan, böylece, kendi aklıyla doğaya ait hakikatleri keşfedebileceğini düşündü. Aslında, bu dönemdeki düşünürlere göre, tanrısal olanla akılsal olan, yani insani olan arasında bir aykırılık yoktu ve doğanın dili (Tanrı tarafından) matematikle yazılmıştı. Bu dili bilen biri de hakikatlere ulaşabilirdi. Bu bağlamda, hem düşünsel hem de toplumsal alanda elde ettiği başarı, insanın, tarihin öznesi olduğunun farkına varmasını sağlamıştır. İnsan, böylece, tarihe bir yön verebileceği inancıyla düşünmeye ve eylemeye başlar. Bu şekilde düşünmenin doruğa çıktığı yüzyıl Aydınlanma yüzyılıdır. Aydınlanma, özne (birey, kişi) ile doğayı birbirinden kesin çizgilerle ayırma yoluna gitmiştir.
Aydınlanma’da, Tanrı’ya duyulan imanın yerini insan aklına duyulan imanın (yani başka bir imanın) aldığı sık sık söylenmiştir. İnsanın kendi aklı ile kendi yaşamını ve toplumsal yaşamı düzenleyebileceğine, bireysel ve toplumsal yaşamı kendi aklından çıkardığı ilkelere (özellikle: eşitlik, özgürlük, kardeşliğe) göre şekillendirebileceğine duyulan inanç, gerçekten de iman düzeyindedir. Bir yandan Aydınlanmanın ötesine uzanan, diğer yandan aydınlanmayı içine alan modern dönemde insan, bilim ve teknoloji aracılığıyla doğa üzerinde bir egemenlik kurmuştur. Doğa, Bacon’dan başlayan bir sürecin geldiği noktada, yalnızca, üzerinde egemenlik kurmak için hakkında bilgi edinilecek bir nesneye dönüşmüştür. İnsanın doğa üzerindeki bu egemenliği ise, insanın kendisinin üzerinde bir egemenlik yaratmıştır.
Öte yandan Frankfurt Okulu düşünürlerine göre, Aydınlanma düşünürlerinin ileri sürdüğü gibi, akıl sadece ilerleme, özgürleşme değildir. Akıl aynı zamanda bir iktidar, egemenliktir. Modern özne de, modernliğin öznesi olduğu için modern olmaz; o, modernliğin ürettiği özne olduğu için modern olur. Egemenlik bireylerin karşısına tümel olan olarak, gerçeklikteki akıl olarak çıkar.
Aydınlanma bağlamında yapılan akıl eleştirisi, bireyin kendisinin tümel olan akıl tarafından, yani Aydınlanmada söz konusu olan akıl tarafından geri plana itilmesini de ifade eder. İnsanın ötekisi olan doğa üzerindeki egemenliği, kişilerin birbirleri üzerindeki, iktidara sahip olanların diğerleri üzerindeki egemenliğine dönüşür.
Berman modernitenin tarihsel olarak biçimlendirildiğini savunduğu üç aşama üzerinde yoğunlaşır. 16. ve 18. yüzyıllar arasında, bireyleri geleneksel bağlarından koparılmış yeni bir hayat örüntüsünü deneyimlemeye zorlayan modernliğin toplumsal formları gelişmiş; Fransız Devrimi siyasal ve iktisadi olarak bu örüntüye katkıda bulunmuş, bireylerin yeni ve bağlayıcı kimlikler edinmesini sağlamıştır. Nihayet modernizasyonla birlikte kapitalizmin ve Pazar ekonomisinin yayılması modern deneyimin nihai aşamasını oluşturmuştur. Calinescu iki ayrı ve birbiriyle çatışan modernitenin bulunduğunu söyler: Bunlardan birincisi, bütün batı medeniyeti içerisinde bir aşamadır ve bilimsel, teknolojik ve endüstriyel başarımları içerir. İkincisi, bütünüyle kültüreldir, estetizasyonu giderilmiş modernite tarafından betimlenen burjuva modernliğini reddeder. Berman moderniteyi bir deneyim olarak koyarken, modern melankolinin doğasını aydınlatıyor gibidir. Modern melankoli, modern deneyimin içindedir, ondan ayrılamaz. Moderniteden edinilir, modernite tarafından zenginleştirilip yoksullaştırılır, giderek moderniteye de meydan okur. Moderniteye nüfuz etmiş bütün tartışmalı eğilimleri barındırır.
Bauman ise moderniteyi Aydınlanma’nın ürünü bir kültürel proje, kapitalizmin sonucu olarak toplumsal bir biçimde yerleşmiş bir hayat tarzı olarak anlamaktadır. Moderniteyi, modernizmle özdeşleştirmez, çünkü modernizm modernite içerisinde sadece bir eğilimi ifade eder ve bir durumun temsilidir, ki orada, modernite bakışını kendisine çevirmiş ve giderek imkansızlığını bilinir hale getirmeye, böylece postmodern değerlendirmeye yol açan özbilincini ve açık görüşlülüğünü elde etmeye girişmiştir. Genellikle modernitenin onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda başladığı kabul edilirken, modernizm sanatlarda ondokuzuncu yüzyılın sonunda başlayan paradigma değişikliği olarak görülür.
Aygül Balkın: Birçok felsefi terim ve kavramı Batı toplumlarından alıyoruz, Modernizm de bu kavramlardan bir tanesi. Modern Toplum, Modern İnsan, Modern Sanat, Modern Tıp… -listeyi daha da uzatabiliriz- dediğimizde aslında tam olarak neyi kastediyoruz?
Metin Becermen: Modern araçlar ve mahkemeler, hastaneler, sanat atölyeleri ve bilimsel kurum ve kuruluşlar aracılığı ile yapılan kurumsal faaliyetleri dile getirmek istiyoruz.
Aygül Balkın: Modernizmin Descartes ile başladığı kabul edilir. Descartes’ın “ Aklı ”ve “Düşünen Ben”i ya da Özne’yi merkeze alan görüşü daha sonraları “Aklın İlahlaştırılması” olarak değerlendirilip, akla yüklenen bu metafiziksel anlam eleştirilecek. Modernizm dediğimizde Aklın ön planda olduğu, Rasyonalizm neden bu kadar önemli bir yere sahiptir?
Metin Becermen: Denebilir ki, Descartes’tan itibaren bilen, anlayan ve kuran özne olarak insanın icadı süreci ondokuzuncu yüzyılda dile getirilenlerle başka bir boyut kazanmış ve toplumun, devletin gelişen ekonomik koşullarla birlikte hayatımızın içine girmesine ve hayatımıza yön vermesine katkı yapmıştır. Dünyayı bilmeye, olan-biteni anlamaya çalışan insan kendini inşa etme sürecinde dünyaya ve kendine egemen olma yönünde bir çabanın hem belirleyicisi, yani öznesi, hem de maruz kalanı yani nesnesi olmuştur. Bu şekilde insan, bilinmesinin yanında bilinen, yani nesne edinmesinin yanında nesne olunan, oluşturan olmasının yanında oluşturulan ve bu şekilde kurulan bir “özne” olarak varolmaya başlamıştır. Modern öznenin kuruluşu bu süreçte ve bu süreçle birlikte gerçekleşmiştir.
Genel olarak, modernite, endüstrinin, kentlerin, Pazar kapitalizminin, burjuva ailesinin doğuşunun, sekülerleşmenin, demokratikleşmenin ve toplumsal yasa koyuculuğun güç kazanması anlamına gelir. Kilise ve kralın düzeni, sadece Fransız Devrimi ile Endüstri Devrimi tarafından değil, modernleşmenin yol açtığı kurumsal ve değerle ilgili değişimler tarafından da dönüşüme uğratıldı. Modernleşme, farklı bir dünya yaratmıştı. Toplumlar artık, eski geleneklerinin insan hayatına her zaman olduğu gibi rehberlik ettiği küçük, homojen, akrabalığa dayalı (genellikle kırsal) cemaatler değildi. Modern dünya, giderek artan ölçüde yabancıların, büyük nüfusların ve devasa coğrafi alanların, din ve kültürde çoğulluk ve heterojenliğin, kentsel afet ve yoksulluğun toplumudur. Bizim bildiğimiz şekliyle modern toplumlar, ondokuzuncu yüzyılda başladı.
Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca, başta geleneksel ailenin ve Kilisenin çöküşü ve bilinçli birliklerle meslek gruplarının doğuşu olmak üzere, birçok değişiklik meydana gelmiş olsa da, modernleşme, özellikle Fransız Devrimi’yle İngiltere’deki ilk Endüstri Devrimi’nin sonucunda ortaya çıktı. Onyedinci yüzyılın bilimsel devrimleriyle mdoern burjuva devleti, ekonomisi ve toplumunun ortaya çıkışı, modernleşmenin en erken başlangıçlarına işaret eder. Dünya rasyonelleşmiş, büyüsü bozulmuş, karmaşık ve belirsiz anlamlı hale gelmiş olup, modern iktisadi hayat da giderek daha çok insansızlaşmaktadır. Bununla hiç kuşku yok ki, geleneksel ailenin, moral değerlerin ve Kilisenin –kısacası, bütün teselli kaynaklarının- yok olup gitmekte olduğunun veya büsbütün etkisiz hale geldiğinin fark edilmesi eşleşir.
Aygül Balkın: Modernizm getirdiği temel özelliklerden bir tanesi de Auguste Comte’ın düşünce sistemi içerisinde belirttiği “ Düzen ” ve “ İlerlemeci ” anlayıştır. Bize bu anlayıştan ve bu anlayışın postmodernizmde yerini nasıl bir anlayışa bıraktığından bahsedebilir misiniz?
Metin Becermen: Auguste Comte tarihte, doğadaki gibi bir yasalılık olduğunu söyler. Bunu da “üç hal yasası” olarak bilinen teorisiyle açıklar. Buna göre insanlar ve toplumlar bu üç hal’in en üst seviyesi olan pozitif evreye veya hal’e zorunlu olarak gelecekler ve toplum da bu şekilde hurafeden kurtulup bilimin ışığında yaşayacaklardır. Bu görüş postmodern düşünürler tarafından eleştirilir.
Aygül Balkın: Modernizme ilişkin en geniş analiz ve eleştirilerin yapıldığı gelenek olarak bilinen Frankfurt Okulu’nun, Modernizm temel özelliklerine - Aydınlanma, Aklın yozlaşması, Pozitivizm, Kitle endüstrisi, Kapitalizm ve Totalitarizm- yönelik eleştirileri bulunmaktadır. Eleştirel Teorinin önemli temsilcilerinin ortaya koyduğu “Kültür Endüstrisi” ve “Araçsal Akıl” kavramları ile eleştirilen neydi?
Metin Becermen: Frankfurt Okulu düşünürlerine göre Aydınlanma, sonunda, kendi kendini imha etmeye kadar varır. Aydınlanmanın aklı getirdiği nokta ise, bireyin ortadan yok olmasıdır. Aklın yalnızca amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlarla tanımlanır olması tümelin -akıl yoluyla- tikel üzerinde egemenliğini yaratmıştır. Bu da, tümelin bireyin aklını işgal etmesi demektir. Böylelikle birey, kendi varlığını tümelin kendisi için öngördüğü rollerin dışında tanımlayamaz olmuştur.
Bununla birlikte, Aydınlanmanın ileri sürdüğü gibi, akıl sadece ilerleme, özgürleşme değildir. Akıl aynı zamanda iktidar, egemenliktir. Modern özne de, modernliğin öznesi olduğu için modern olmaz; o, modernliğin ürettiği özne olduğu için modern olur. Adorno ve Horkheimer’a göre, egemenlik bireylerin karşısına tümel olanla ilişkisinde gerçeklikteki akıl olarak çıkar. Bu şekilde tümelin tikel olan, yani birey üzerinde bir egemenliği görülür ve bu egemenlik zamanla totaliter bir yapıya dönüşür. Çağımız bütün bu olup bitenlere tanıklık etmiştir. Bu nedenle, Marx’ın aksine -ki onun diyalektik metodu gerçek tarihsel ilerlemenin olanağıyla çakışır- Horkheimer ve Adorno Aydınlanma sürecinin kendisini ona karşıt diyalektik bir zıtlıkta meydana gelen bir yenilenme olarak kavrarlar.
Aygül Balkın: Tarihin en önemli filozoflarından Friedrich Nietzsche modernizmi işaret ederek, meşhur “Tanrı Öldü” sözü ile bize ne anlatmak istemiş ve Nietzsche’yi modern ve aydınlanmacı görüşlerden uzaklaştıran düşünceleri neler olmuştur?
Metin Becermen: İnsan-öznenin ölümü bağlamında, “eski” felsefenin, “eski” felsefi söylemin öldüğü konusundaki düşünceler epeyce yaygınlaşmıştır. İnsan-öznenin ölümü bir yönüyle –Nietzscheci bir dile getirişiyle- Tanrının ölümü söylemiyle anılmaktadır. Bu noktada Foucault şunu söyler: “Eğer geri dönüş gerçekten felsefenin sonuysa, insanın sonu da, felsefenin başlangıcının geri dönüşüdür.”
Ancak, şunu belirtmek gerekir ki, postmodern düşünürlerin dile getirdikleri –insanın ölümü bağlamında- modern epistemik öznenin ölümüdür. Yoksa özne kavramından bir vazgeçiş söz konusu değildir. Bu noktada, postmodern düşünürlerin modern özne kavrayışını eleştiriye tabi tuttukları bir dönemde –postmodern eleştirilerin sıkıntılarını da hesaba katarak- modern özneyi çağırmanın ya da modern özneye sarılmanın anlamı –eğer varsa önemi- nedir?
Sanıldığının aksine postmodern düşünürler/filozoflar ne bir şey söylemekten kaçınıyorlar ne de temelsiz hareket ediyorlar. Ancak onların hareket ettikleri temel artık “eski” felsefi bakışın anladığı anlamda bir temel değildir. Adorno’nun da dediği gibi, felsefenin kuşatıcı olma ve diğer disiplinlere egemen olma düşüncesini bir tarafa bırakıp, mutlak bilgi ve mutlak hakikat düşüncelerine şüpheyle yaklaşması gerekir. Ancak Adorno, her şeye rağmen, hakikatten vazgeçmemek gerektiğini söylüyor. Bu hakikat de artık o eski hakikat olmayacaktır. Bu, daha çok, Nietzsche’nin perspektifli hakikat dediği şey bağlamında düşünülmesi gereken bir hakikat görüşüne daha yakındır. Öyle ki, Nietzsche’ye göre hakikat, varolan ve bulunacak, keşfedilecek bir şey değil, yaratılacak bir şeydir; oluşan bir şeye, dahası, aslında sonu olmayan bir fethetmeyi istemeye ad sağlayan şeydir: Bu bir procesus infinitum (sonu olmayan süreç) dur. Bilgi denen her şey de, “sayılabilen, tartılabilen, ölçülebilen şeylerin alanıyla, yani bizim "hakikatlerimiz”le, bizim olan perspektifli “hakikatler”le, sonuna kadar “bilinemeyecek hakikatler”le” ilgilidir.
Nietzsche, Descartes’tan başlayıp Aydınlanma üzerinden Hegel ve Marx’a kadar uzanan ve akılsallık temelinde işleyen bir bilgi/hakikat görüşüne çok ciddi eleştiriler yöneltir. Ebedi doğruluk, evrensellik, akılsallık, Nietzsche’ye göre, hep uydurulmuş şeyler olarak var olmuştur. Bunların yanına -bunlarla birlikte düşünülen- mutlak hakikat varsayımını da koymak gerekir. Nietzsche bunların hep bir güç isteminin kendini göstermesi olduğunu söyler. Dolayısıyla hakikatin, hakikat söyleminin kendisi bir güç istemidir. Çünkü hakikati istemek, beraberinde hakikat çevresinde iş gören ve bir iktidar zemini oluşturan bir söylemi de getirir. Bu söylem çerçevesinde her şey akılsallaştırılır ve insanlara ve insan dünyasına nüfuz eder. Hayatın bütün alanlarında görülen güç istemi, insani yaşamda bir hakikat istemi ve buna bağlı olarak bir iktidar istemi şeklinde kendini gösterir.
Bu bağlamda, değerlerin -özellikle çağında hâkim olan Hıristiyan değerlerin- yeniden değerlendirilmesi gerektiğini düşünen Nietzsche, mevcut yapıyı yoğun bir eleştiriye tabi tutar. Bu çerçevede o, “çekiçle felsefe yapma” ifadesini kullanır. Bu ifadeyle dile getirdiği şey, Hıristiyan değerleriyle şekillenen ve bu değerlerin her noktasına nüfuz ettiği Avrupa toplumunun yaşayış biçiminin yeniden gözden geçirilmesi ve dönüşüme uğratılmasıdır. Bu da, değerlerin yeniden değerlendirilmesiyle, bu işi yapacak kişilerin -filozofların- çabasıyla gerçekleşecektir. Çekiçle varolan putları parçalayarak yeni değerler ortaya koymak; bu değerleri ortaya koyarken de mevcut hakikat söylemlerini ve bu söylemler bağlamında şekillenen iktidar yapılarını yıkmak gerekir. Mutlak hakikat söylemini eleştirip perspektifli hakikat görüşünü geliştiren Nietzsche, perspektifi yorumla bağlantısı içerisinde ele alır. Her hakikat söylemi bir yorumu dile getirir ve başka yorumların da varolabileceğini ima eder.
Eğer hakikat istemi bir güç/iktidar istemiyse, o zaman güçlü olmak gerekir; bu da, mevcut bakışlardan başka bir bakış geliştirerek, değer diye sunulan şeyleri yeniden değerlendirerek olur. Bu değerlendirme etkinliği perspektif sahibi kişiler, yani filozoflar, yaratıcı insanlar tarafından sürekli olarak yapılmıştır ve yapılacaktır. Bu bağlamda Nietzsche, yeni değerler levhası yaratmaktan söz eder (Nietzsche, 2005: 752). Ancak yeni değerler levhasını yaratacak ve farklı bir bakış açısı geliştirecek kişilerin ortaya çıkması sanıldığı kadar kolay değildir. Bunu yapacak olan üstinsan “Tanrının ölümüyle” ortaya çıkan yarıkta iş görür. Çünkü tanrının ölümü insanın ölümünün habercisidir. Bu da modern insanın insanın modern kurumlar aracılığıyla oluş(turul)masının altının oyulmasıdır. Çünkü Nietzsche, modern kurumların en ciddi eleştiricisi ve altını oyucusudur.
Aygül Balkın: Postmodernizm terimi ilk olarak mimaride kullanılmaya başlandığı biliyoruz, bu terim nasıl oldu da mimari dışında sanattan edebiyata hukuktan siyasete diğer tüm alanlar da kullanılmaya başlandı. Böyle bir ihtiyaç tüm alanlarda nasıl doğdu?
Metin Becermen: Altuğ postmodernizmin, insanın dünya karşısında oluşturduğu yeni bir duruşa, bilgi, ahlak, politika, estetik alanlarında öznenin yaşama soktuğu yeni bir tavra işaret ettiğini belirtir. Bu duruşun ayırt edici özelliği, kendisini kavramsallaştırmaya izin vermeyişi, hatta kavramsallaştırma girişimlerine meydan okumasıdır. Postmodern adı verilen kültürel pratikler ve yaşama biçimleri, bize, dünyayı deneyimleme biçimimizin değiştiğini gösterir. Akıl, bir bütün olarak dünyayı mümkün kılan öznellik olarak, birlik verici merkezi konumundan edilir. Öznenin birlik verici kategorilerinin totaliter ve hegemonyacı yönü eleştirilir. Özne, dünya içindeki sarsılmaz konumunu kaybeder ve kendini belirlenimsiz bir özgürlük alanında bulur.
Postmodernistler modernist dil ve iletişim kuramlarını, modellerini sorgulayarak onların nasıl yöresel ve yapay olduklarını, insanlar tarafından üretildikten sonra kalıplaştıklarını öne sürer. Dahası postmodernistler bu kuramların asıl amaçları olan iletişim işlemini gerçekleştirmek yerine insanlara kendi kalıplarının, modellerinin ortaya çıkardığı bakış açılarını aktardıklarını söylerler; bu görüşlerini çeşitli dillerde ve dönemlerde üretilmiş metinleri ve onlara getirilen çok farklı yorumları inceleyerek kanıtlamaya çalışırlar.
Postmodern dönemde, özdeşliğin ayrım üzerindeki ayrıcalığını ve önceliğini kaybettiğini görüyoruz. Ayrım özdeşliği tesis eder; ancak bu özdeşlik artık eski özdeşlik değil, dili –yani deneyimi-, beni ve dünyayı mümkün kılan trasendental koşuldur.
Baktığımızda postmodern durumun özünde bir dil durumu olduğu görülebilir. Deneyim teriminin yerine dilin geçirildiğini görüyoruz. İnsan deneyimi özünde dilseldir. Dil, artık, dünyayı betimlemede kullandığımız elverişli bir araç değil, dünyanın betimlenebilirliğinin imkânının koşuludur. Bu nedenle dilsel bir dünyada, biçimini dilin belirlediği bir dünyada yaşıyoruz. Postmodern dil durumunun özelliğini gösteren dilsel olgu, göstergenin yapısal konumunun yerinden edilmesidir; yani gösteren-gösterilen arasındaki ayrımın çözülüme uğratılmasıdır.
İhab Hassan’a göre postmodernizmin belirleyici nitelikleri belirsizlik ya da daha doğrusu belirsizlikler; parçalılık; yetkelerin çözülmesi; ben’in, derinlik’in yitirilmesi; gösterilemeyen, gösterime sunulamayan; ironi; melezleştirme veya tür değişimlerinin yeniden üretimi; karnavallaştırma; performans; katılım; kurma karakter; içkinlik’tir
Öte yandan pstmodern düşünce söz konusu olduğunda özellikle Feyerabend önemli bir yerde durmaktadır. Onun “anything goes”, yani ne olsa gider/ne olsa olur sözü bazı kesimler tarafından postmodern düşüncenin sloganı olarak kabul edilir. Ancak postmodern düşünürleri ve Feyerabend’in düşüncelerini bu söze indirgemek ve postmodern ve postyapısalcı düşünürleri ve filozofları bu söze dayanarak anlamaya çalışmak bana doğru görünmüyor.
Bu bağlamda bir önemli nokta da postmodernizm ile postyapısalcılığı, her ne kadar kimi noktalardaki değerlendirmelerde ortaklık olsa da, aynı çerçevede değerlendirmemek gerekmektedir. Hatta düşünürlerdeki/filozoflardaki farkları görerek bir değerlendirme yapmak doğru olacaktır.
Aygül Balkın: Jean François Lyotard terimi icat etmese de Türkçe’ye “Postmodern Durum” olarak çevrilen eserinde ileri kapitalist toplumlarda yaşayan insanların en azından 1960’ların başından itibaren postmodern bir dünyada yaşadıklarını ilan etmiştir. Ne olmuştu da böyle bir tanımlama yapmıştır?
Metin Becermen: Lyotard’a geçmeden önce, onun düşünce gelişiminde etkili olmuş olan Wittgenstein’ın dil oyunları görüşüne bakmak yararlı olacaktır. Felsefe tarihinde birçok filozof, kendi düşünce serüvenleri içerisinde, farklı dönemlere ayrılarak ele alınmaktadırlar. Bu filozoflardan birisi de Ludwig Wittgenstein’dır. İkinci dönem Wittgenstein’ın dil kavramsalı birincisinden tamamen farklıdır. Bu dönemde Wittgenstein dili, dünyanın bir resmi olarak değil, dünyanın kendisi aracılığıyla anlaşıldığı bir araç olarak görmeye başlamıştır. Yani dil, belirli yaşam biçimleri sonunda ortaya çıkan uylaşımlarla iç içe oluşmaktadır ve ancak o yaşam biçimleriyle beraber düşünüldüğünde bir anlam ifade etmektedir. Bir sözcüğün anlamı ise, onun dildeki kullanımıdır. Buna bağlı olarak, bir anlamı kavramak, onunla ilgili kullanım tekniklerini edinmek, onlara hâkim olmak demektir. Bir dile hâkim olmak, çok kapsamlı bir yetililiktir. Bir dil tasavvur etmek de bir yaşam biçimi tasavvur etmek demektir.
Dil ile dilin örüldüğü eylemlerden oluşan bütüne “dil-oyunları” diyen Wittgenstein, alet kutusu örneğini verir. Bir alet kutusundaki bir çekiç, kerpeten, bir testere, bir tornavida, bir cetvel, bir tutkal kutusu, tutkal, çiviler ve vidalar gibi aletleri düşünelim. Sözcüklerin işlevleri, bu nesnelerin işlevleri kadar çeşitlidir. Dolayısıyla aletlere baktığımızda farklı olduklarını ve farklı işlevlere sahip olduklarını görebiliriz. Dil-oyunları değişince, kavramlar değişir ve kavramlarla birlikte sözcüklerin anlamları
Dil-oyunlarına baktığımızda, hepsinde ortak olan bir şeyi görmeyecek, ama benzerlikleri, bağıntıları ve onların bütün bir dizisini göreceğiz. Bu benzerlikleri nitelendirmek için Wittgenstein “aile benzerlikleri” ifadesini kullanır. Bir ailenin üyeleri arasındaki yapı, çehre, göz rengi, yürüyüş, huy gibi çeşitli benzerlikler üst üste gelir ve çapraşıklaşır. Böylece, oyunlar bir aile oluşturur. Ancak oyun(lar) kuralsız mı oynanır; yoksa oyunun belirli kuralları var mıdır? Wittgenstein’a göre, nerede bir anlam varsa orada yetkin bir düzenin olması gerektiği açık görünüyor. Öyleyse en belirsiz tümcede bile yetkin bir düzen olmalıdır. Öte yandan Wittgenstein dilin temelde olan bir şey olduğunu söyler. Dolayısıyla dil temellen(diril)emez. Biz, dil olmasa birbirimizle iletişim kuramayız. Buna ek olarak, dil olmasa başkalarını belirli şekillerde etkileyemez; yollar ve makineler de inşa edemeyiz. İnsanlar konuşmayı ve yazmayı kullanmaksızın iletişim kuramazlar. Sözcüklerin yaşam bulduğu yer de günlük/gündelik dildir.
Bütün bunlara bağlı olarak Lyotard “modern” ve “postmodern” söylem bağlamında “söylem” ve “anlatı” arasında bir ayrım yaparak “anlatıların işleyişi”nden söz eder. Lyotard “söylem”i “anlatıların işleyişi” açısından ele alır, söylemlerle aktarılan anlatıların işleyişinin nasıl olduğunu sorar ve bu işleyiş ile söylem arasında bir ilgi kurar. Bunun yanında söylemi, bir de yapı bakımından inceler.
Lyotard “anlatıların işleyişi”nden, bir “anlatıcı”nın, “dinleyenler”e bir “anlatılan”ı –“gönderi”yi- aktarmasını anlar; bu üç öge, anlatı işleyişinin ögeleridir. Anlatılar işleyişi bakımından, ana hatlarıyla dile getirilecek olunursa, “modern söylem”, anlatıcısı bir “üst anlatıcı” olan, anlatılanı dinleyicilere bu üst anlatıcının tamamen kuşatıcı bakışıyla sunan söylem biçimidir; postmodern söylemdeki fark ise, bu “üst anlatıcı”nın –kendisini tarihin ve hakikatin anlatısı olarak gören “anlatıcı”nın- ortadan kalkması, üst anlatıcının olmamasından kaynaklanan bir “anlatılanların tekleşmesi” durumuna geçilmesidir.
Lyotard’ın, “üst anlatıcı” terimini “devlet” ya da “üniversite” gibi kurumlar için kullandığı düşünülürse, “üst anlatıcı”yla ne kastedildiği açıklık kazanacaktır. “Üst anlatıcı”, bir yandan, bir öykü anlatan “biri” gibi “gerçek” bir kişi değildir; öte yandan, “gerçek” bir kişi olmaması nedeniyle, anlattığının kapsamını ve dinleyicilerinin sayısını, “gerçek” bir öykü anlatıcısından çok daha farklı bir biçimde genişletebilir: öyküsünü “bütün insanlığın öyküsü”, dinleyicilerini de “bütün insanlar” kılabilir.
Lyotard, “modern söylem”den, bir bakıma herkesin olan bir bakıma da hiç kimsenin olmayan bir söylemi anlar ve bu söylemi “üst anlatı” ya da “büyük anlatı” olarak adlandırır, öte yandan Lyotard’a göre, “postmodern söylem”, tek tek “küçük anlatılar”a, gerçek bir anlatıcıya belirli yer ve zamanda anlatıcıları tek tek kişiler olarak ortaya çıktığı bir söyleme işaret eder. Modern söylemin üst anlatıcısının bütünlüğü ve birliği karşısında, postmodern söylem, tek tek gerçek anlatıcılarından ötürü bir çokluğun, küçük anlatıcılar çokluğunun ortaya çıkmasını sağlar.
Modern söylemin anlatıcısının baş özelliği, kendisinin de içinde bulunduğu tarihsel bir bütünü, kendi adına değil, bu bütün adına anlatan anlatıcı olmaktır. Öte yandan postmodern söylemde anlatı, anlatıcının niteliğinden ötürü bir sınırlılık gösterir; anlatıcı, dinleyen konumundayken kendisine bir bütün olarak sunulmuş olan “anlatılan”ı, üst anlatıcının kuşatıcı ve tüketici öyküsünü değil, yalnızca kendisine ait bir öyküyü, kendisine özgü küçük anlatıda –ya da dil oyununda- anlatılanı sunar. Elbette ki, burada kastedilen, ne postmodern söylemdeki bu sınırlılığa dayanılarak, her “dile getirme”nin bir söylem sayılmasıdır, ne de postmodern söylemin “söylem olma” kuralını değiştirdiğidir, postmodern söylemin ya da küçük anlatıların da söylem olmanın temel koşulunu taşıyor olması gerekir. Bu temel koşul, “anlatan”ın bir “anlatılan”ı –ya da bir “gönderi”yi- “dinleyenler”e sunmasıdır.
Lyotard’ın Wittgenstein’dan aldığı “dil oyunu” terimi, bu temel işleyişin, postmodern söylemde aldığı biçimi nitelemeye son derece uygun olmasından ötürü önemlidir; oyunu oyun yapan şey, “oyuncular arası bir anlaşmanın nesnesi olan kurallarla” anlatılanın anlatılmasıdır. Yani postmodern söylemde –ya da dil oyunlarında- anlatılan, yalnızca anlatılanın ve dinleyenlerin uyduğu kurallarla aktarılan bir şeydir; kurallar olmadığında oyun da anlatılan da yoktur. Kuşatıcı bir üst anlatıcının yokluğunda bu oyuna katılmak “keyfi”dir.
Görüldüğü üzere, Lyotard’da “söylem” ile “anlatı” birbiriyle yakından ilgilidir; “söylem”den bir şeyin “kavramlar sistemi” aracılığıyla sunulmasını anlayan Lyotard, “anlatı”dan da bu söylem yapısıyla ortaya konulan içeriği anlar. Söylemde, yani bir şeyin bir “kavramlar sistemi”yle sunulmasında, anlatılanların işleyişine uyulur; anlatı işleyişinin ögeleri aynı zamanda söylemin de ögeleridir. Lyotard’da, anlatıların işleyişi bakımından, modern söylemin diğer adı büyük anlatı ya da üst anlatı iken, postmodern söylemin diğer adı küçük anlatılar ya da dil oyunlarıdır.
Aygül Balkın: Postmodernizm üzerine olan çalışmalarıyla ünlü, içinde yaşadığımız yüzyılın filozoflarından Jean Baudrillard “ Postmodern bir toplumda hiçbirşeyin orjinali yoktur, yalnızca kopyaları (simulacrumla) vardır” sözü (simülakr kavramı) ile bize ne anlatmak istemiştir?
Metin Becermen: Postmodernistlerin neredeyse tamamı hakikati bir amaç ya da ideal olarak görmeyi bile reddederler; çünkü hakikat modernliğin en özlü ifadesidir. Hakikat aydınlanmaya ait bir değerdir ve sırf bu gerekçeyle bile bir kenara atılabilir. Hakikat düzene, kurallara ve değerlere gönderme yapar; mantığa, rasyonaliteye ve akla bağımlıdır ki postmodernistler bunların hepsini sorgularlar. Modern dünyada bilgi üretme girişimleri bir tür hakikat iddiasına, hakikatin esas olduğu varsayımına bağımlıdır. Boudrillard’a göre gerçeklik çökmüştür ve bugün sadece imgeden, yanılsamadan ya da simülasyondan ibarettir. Model temsil ettiği varsayılan gerçeklikten daha gerçektir. Hiper gerçek çoktan yeniden üretilmiş şeydir. Kökeni ya da gerçekliği olmayan bir gerçekliğin modelidir.
Aygül Balkın: Michel Foucault insanların iktidar peşinde koştuklarını savunmuş ve Mutlak doğruyu reddetmiştir. Mutlak doğruyu neden reddetmektedir? Foucault’ya göre modern ve aydınlanma felsefelerinin temel kavramları ile tikel iktidar mekanizmalarının nasıl bir ilişkisi vardır?
Metin Becermen: Foucault’nun iktidar sorununu söylem ve hakikat arasında kurduğu bağ çerçevesinde ele alır. Bu bağı ele alırken kapatılmaya bağlı olarak çeşitli kurumlarda iktidarın nasıl işlediğini araştıran Foucault, iktidar sorununu iktidar ilişkilerinden hareketle incelemektedir. Bu noktada merkeze aldığı şey kapitalizm ve onun kurumsal yapılanmasına bağlı olarak ortaya çıkan birey, yani öznedir. Ona göre modern kurumsal yapılanma modern özneyi de üretmiştir. Dolayısıyla iktidar, Foucault için, üreticidir. Yani iktidarın ürettiği bireye, özneye ihtiyacı vardır; çünkü iktidar bu bireyler, özneler üzerinden kendisini var eder. Bu ise iktidarın dikey olarak değil, yatay olarak ve derinlemesine yayıldığını, her noktaya nüfuz ettiğini gösterir. İktidar ailede, fabrikada, okulda, hapishanede, hastanede, kışlada, vs. farklı şekillerde kendini gösterir. Bu nedenle, iktidarı, ortaya çıktığı her ilişkide analiz etmek gerekmektedir. Ancak iktidarın söz konusu olduğu her yerde bir direniş imkânı da bulunmaktadır. İktidar alanı nasıl bu kadar yaygınsa, direniş alanı da o kadar yaygındır. İktidara göründüğü her noktada direnmek mümkündür. Direnmek ise iktidar oyununun dışında bir oyunu hayata geçirmek, “iktidar olmayan bir iktidar” oyununu oynamak demektir. Bu oyun, bir hakikat söylemine bağlı bir oyun değil, bilgisel çerçeveden uzak, varoluşsal bir zeminde gerçekleşen bir oyundur. Yani kapitalizmin hâkim olmadığı ve ona bağlı olarak gelişen kurumların "yapıbozuma” uğratıldığı bir oyunu oynamak gerekir. Bunun için de, mevcut iktidar oyununun dışına çıkmak, devleti oyunun dışında bırakmak gerekir. Çünkü devletin oyunun içinde olduğu bir yerde iktidar kurumsallaşır ve gündelik hayatın her alanına nüfuz eder. Bu noktada, Foucault felsefeye önemli bir direnme mevzii olarak bakar. Ona göre felsefe, hakikati elde ettiğini iddia etmediği, kuşatıcılık üstlenmediği, tahakkümcü olmadığı, kendini peygamber olarak görmediği, en önemlisi iktidarın kurucusu ve sürdürücüsü olmayı arzulamadığı zaman, iktidara karşı bir karşı-iktidar olarak rol oynayabilir. Bu, felsefenin eleştirel olması ve her zaman hayatın içinde önemli bir yere sahip olması demektir.
Aygül Balkın: Gilles Deuleze Arzu kavramı üzerine durmuş ve psikolog Felix Guattari ile yazdığı iki eserde Sigmund Freud’un görüşlerine karşı çıkmıştır? Modern bilginin çoklu ve hiyerarşik bir çerçevede sunulmadığını ve bu nedenle boşlukta kaldığını savunarak, Köksap (Rhizome) kavramını geliştirmiştir. Bize bu kavramı açıklayabilir misiniz?
Metin Becermen: Köksap kavramı, kök durumunda toprak altında gelişen, her yıl toprak üstüne yeni tomurcuklar ve sürgünler çıkararak toprak altında da yatay olarak büyüyen kalın kök gövdeyi anlatmak için botanikte kullanılan bir kavramdır. Buna aynı zamanda rizom da denmektedir. Deleuze bu kavramı botanikten felsefeye taşıyarak, kökünden başlayıp hiyerarşik bir biçimde dallanan ve devlet iktidarlarını temsil eden çizgisel ağaç mantığının tersi olarak kullanır. Köksap, çizgisel olarak görülmeyen, merkezi olmayan, göçebe, bir noktası herhangi bir başka noktasına bağlanabilen bir ağ tarzındadır ve bu anlamıyla muhalif çokluğu anlatır.
Aygül Balkın: Modern felsefenin tüm evrensel ve zorunlu gerçeklik ve doğruluk savlarını temelsiz bulan bir diğer filozof Jacques Derrida’dır. Derrida, kendi felsefe yöntemini ‘yapısöküm’ ya da ‘yapıbozum’ (deconstruction) olarak adlandırır. Derrida’nın ‘yapısöküm’ yöntemi hakkında genel olarak ne söylenebilir?
Metin Becermen: Derrida’ya göre, düşünülür olan-duyulur olan karşıtlığı Batı metafiziğini belirlemiştir. Metafizik gelenek göstergeyi bu iki alan arasındaki bir köprü olarak görmüştür. Postmodern bakış açısından problem, gösterilenin kendiyle özdeşliğini gösterenini kendine indirgeyerek sağlamasıdır. Postmodern çözülme bunu tersine çevirir ve dil, gösterenlerin sonsuzca bir yerini alma oyununa dönüşür. Bunun sonucunda anlam artık gösterenler arasındaki bağıntıda dilsel ayrım olarak vardır. Bu, gösteren altında gösterilenin sürekli kayıp gittiği bir durumdur.
Modernist kopma, yani göstergenin göndergesinden bağımsız kılınması Saussure ile olur. Ona göre dil bir göstergeler dizgesidir ve her şey dil içinde olup biter. Dilin ögesi olan gösterge, gösteren- gösterilen arasındaki yapısal ilişkiden oluşur. Gösterilen nesnenin zihinsel tasarımı, gösteren ise zihindeki işitim imgesidir. Bunlar arasındaki bağ keyfi ve uzlaşımsaldır. Yani gösterge nedensizdir. Her gösterge dilsel değerini, dilin yapısı içinde, diğer göstergelerle olan ayrımsal konumundan alır. Bu dilsel değer görüşü postmodern dil düşüncesine zemin hazırlar.
Gösterilenin bu yerinden edilişi, göstergenin metafizik sorunsalını oluşturan ikiliği tersine çevirme işlemiyle olur. Bu işlemi, Derrida, yapıçözümü olarak adlandırır. Ona göre geleneksel felsefedeki düşünülür olanın duyulur olan üzerinde bir baskısı vardır. Bu karşıtlığı yapıçözüme uğratmak ilişkiyi tersine çevirmektir. Böylece gösterilen merkezli dizge yapıçözüme uğratılır. Bu bağlamda Derrida, modern analizin konuşma ve konuşma metni üzerinde odaklandığını ileri sürer. Konuşulan söze özel statü tanıma yolundaki bu eğilimi eleştirerek söz merkezci olarak niteler. Derrida yazılı sözün konuşulan sözden üstün olduğunu savunur.
Aygül Balkın: Modernizmde Ulus Devlet görüşü hâkim ve emperyalist öğeler mevcutken, postmodernizmde ulusal sınırların ortadan kalktığını küreselleşmenin ve paranın serbestçe dolaştığı bir ekonomi anlayışını görmekteyiz. Bize bu konuyu değerlendirir misiniz?
Metin Becermen: Bu konuda söyleyebileceğim şey, Ulus-Devlet fikrine körü körüne bağlanmamaktır. Sonuçta, her şey gibi bu fikir de tartışılabilirdir. Herhangi bir durum ve yönetim insanların özgürleşmesinin, özgür, bağmışız ve kendi başına düşünmenin önünde bir engel oluşturuyorsa eleştirilebilir olmalıdır.
Aygül Balkın: Hocam konuyla ilgili çok daha fazla soru sorulabilir ama sizi daha fazla yormak istemiyorum son sorumda sizin görüşünüzü merak ediyorum; sizce Modernizmde mutlu olamayan hayal kırıklıkları olan birey yeni bir anlayış olarak getirdiği Postmodern bakış açısıyla mutlu olabilecek mi?
Metin Becermen: Sorunu mutlu olup olmama olarak belirlemek doğru olmaz diye düşünüyorum. Çabamız çağımızı -çağımızda olup bitenleri- anlamaya çalışmak olmalıdır. Ben böyle düşünüyorum ve böyle de yapıyorum. Anlamaya çalışıyorum; dünyayı, olan biteni, insanı anlamaya çalışıyorum. Bunu da, hiçbir görüşe bağlanmadan, sadece felsefenin içinde kalarak yapmaya çalışıyorum.
Aygül Balkın: Sayın hocam, zaman ayırıp postmodernizmi daha iyi anlamamızı sağlayan değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için tekrar çok teşekkür ediyorum.