İster kabul edelim, ister etmeyelim, kanımca postmodern bir çağda yaşıyoruz. Bu çağ, modern ulus devletlere, modern kültüre ve modern değerlere ve hatta modern bilime bile meydan okuyor. Artık modernin, bilim, laiklik ve insani değerler adına baskıladığı her şey görünür halde; epistemik bir kriz var, neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğu belirsizleştirilmiş durumda. Zemin oldukça kaygan ve demokrasi adı altında birbirine karşıt şeyler aynı anda meşruiyet talep ediyor.
Sanırım ülkemiz de bu süreçten geçiyor ve tüm siyasal ve ideolojik tartışmalarımızın ekseni burada yatıyor.
İçinde yaşadığımız bu postmodern süreçte, çok-kültürlülük ve çoğulculuk talepleri de yükseliyor. Her yerel alt kültür temsiliyet istiyor, farklılığını ön plana çıkartıyor. Bunu da çoğulcu demokrasi talebine dayandırıyor. Bu durum, bize, postmodernizmin kültürel göreceliliğinin bir armağanı gibi görünüyor.
Modern ulus devletler, daha 20. yüzyılın başında ulusal kültür yaratmayı hedeflerken, bugün ulusal kültür baskıcı ve totaliter olarak kabul ediliyor. Yani anlayacağınız ulus devletlerin başı belada. Onlar, ulusal kültürü gelişmişlik ve ilericilik ekseninde örerken, ötekini geri sayıyorlar ve karşı duruyorlardı. Ancak, postmodern epistemik kriz, kültürel göreceliliği dayatmaya başlayınca geri-ileri kavramları buharlaşmaya başladı. Artık çok-kültürlülük ve çoğulculuk talebiyle ortaya çıkanlar, modernizmin, modern ulus devletin tekçi ve tek-kültürcü anlayışına meydan okuyorlar. Onlara göre, modernizm ve modern ulus devlet, ortaya koyduğu kültür anlayışını tek doğru olarak sunmaktadır; hatta evrensel kültürle iç içe konumlandırmaktadır ve dünyadaki tüm toplumların ve kültürlerin kendilerini bu evrensel kültüre göre değiştirmelerini veya bu kültüre uyum sağlamalarını talep etmektedir. Onların deyişiyle bu evrensel kültür mitosu, kendine göre, kültürleri, yüksek ya da alt-kültürler veya gelişmiş, gelişmekte ve geri kalmış kültürler vb biçimde sınıflamaktadır ve evrenselci bakış açısıyla insanlığa kültürel açıdan tek bir hedef göstermektedir. Yine insanları, kendi kültür imgesi doğrultusunda, değer içeren ilkel, yarı ilkel ve modern gibi kavramlarla sınıflamaktan kaçınmamaktadır. Modern kültür ideali olarak ise batılı kültürü ön plana koymaktadır. Modern ulus devletler, bu yüzden modernleşirken Batılılaşmış, diğer bir deyişle Batının kültür emperyalizmine maruz kalmışlardır. Hatta Batı, kendi kültürünü biricik üst kültür, evrensel kültür saydığı için, geri kalmış toplumlara bunu dayatma cüreti bile göstermiştir.
Bu ve buna benzeri eleştirilerden yola çıkan postmodern düşünürler, her türden sınıflamaya karşı oldukları için yüksek kültürle, alt-kültür ve kitle-kültürü arasındaki ayrımı da kaldırmayı talep etmektedir. Buna göre, postmodernizmle birlikte artık kültür mekanikleşmiştir; tüm kültürler aynı düzeyde geçerlidir ve her kültür medyanın, internet ağlarının konusu haline gelmiştir ve güncellik kazanmıştır. Bu postmodern dünya, kültürel zıtlıkların, çelişkilerin, eklektik yapıların birbirine karıştığı bir dünyadır. Postmodern kültürde toplumun bütünlükçü yapısı ve eşgüdümlü bir sistem olduğu, her parçasının birbiriyle ilişkili olduğu düşüncesi terkedilmiştir. Çünkü toplum, gelişen konumların birbirlerine bağlılıklarının tasarlayabilmelerine uygun şekilde, yamalı bir bohçaya dönüşmüştür. Fakat bu amacı gerçekleştirmek için karşıt görüşleri, farklılıkları, yerellikleri hem koruyan hem de reddeden söylem teşvik edilmelidir. Bu haliyle kimliklerde parçalanma ve öykünme geleneğini başlatan postmodernizm, durağan bir gerçekliğe yapılan tüm göndermelerden yoksundur; o bütünüyle dinamik, parçalı, bütünlükten yoksun, eklektik, farlılıkları kutsayan, her şeyin iç içe geçtiği bir toplumsal-kültürel yapıya gönderme yapmaktadır.
Bu evrensel ve ondan beslenen ulusal kültürün dışlanması ve kültürel göreceliliğin kutsanması demektir.
Peki felsefi olarak bu doğru mu? Kısmen evet, kısmen de hayır demek zorundayım.
Kısmen evet; çünkü postmodernizmin, Batı merkezciliğin bir uzantısı olarak modernizmin en yetkin kültür olarak Batı kültürünü göstermesini eleştirmesini felsefesi açısından anlamlı bulmak mümkündür. Zira başka yetkin kültürler de bulunabilir. Ayrıca bir kültür (Batı kültürü) toptan iyi olamayabileceği gibi diğer kültürler (Batılı olmayan tüm kültürler) de toptan kötü olamazlar.
Kısmen hayır; çünkü kültürel görecelilik adına, kültürler arasında alt-üst, ilkel-yarı ilkel-gelişmiş vb. türden yapılan ayrımların yadsınması, felsefesi açıdan pek doğru olmasa gerekir. Nitekim gerek tarihsel bir araştırma gerekse günümüzde yaşayan toplumlar üzerindeki basit bir gözlem, kültürler arasındaki gelişmişlik farkının yadsınamayacak kadar açık olduğunu göstermektedir. Zira kültür, bilim, sanat, felsefe, teknik, eğitim, hukuk, ahlak, örf ve adet gibi pek çok unsuru barındırmaktadır ve insanın doğayla girdiği ilişkinin bir sonucudur. Kuşkusuz kültürün barındırdığı anılan unsurlar, yaşam tarzını belirleyici niteliktedir ve üretim biçiminden izler taşımaktadır. Bu haliyle bilim, sanat, felsefe, teknik vb. olgular açısından toplumların farklılaştığı, anılan alanlarda gelişmiş toplumların daha mutlu ve refah içinde yaşadıkları ortadır.
Tüm bunları görmezden gelip, ‘zina edeni taşlayarak öldüren, hukukun üstünlüğünü hiçe sayan, kadını eve ve örtüye hapseden, tek özgürlüğün inanma özgürlüğü olduğunu sanan, tarikat adı altında insanın insana kul olduğu, el etek öpmeyi dayatan, sanatsal zevklere ket vuran, hükümdarı Tanrı’nın seçilmiş kulu sayan, halkı yönetilmesi gereken bir sürü olarak gören, kan davasını, namus cinayetlerini olumlayan, kadının cinsel gücünü azaltmak için klitorisini kesen (kadın sünneti)’ bir kültürle, ‘insan haklarını, çevreyi, hayvanları önemseyen, demokratik açılımları olan, bilim, sanat ve felsefeyi ön plana çıkartan’ kültür arasında, birinin diğerinden üstün ya da aşağı olmadığını ileri sürmek, gerçek karşısında gözleri yummak demektir.
Öte yandan kültürlerin sınıflandırılmasını yadsımak ve onları eşit düzeyde saymak ve bunu gelecek kuşaklara aşılamak, hem kültürün hem de toplumun kendini geliştirmesine ket vurmak demektir. Çünkü kültürlerin gelişimi, kültürel etkileşim kadar, kültürel rasyonel hedefleri de gerekli kılar.
Çok-kültürlülüğü, farklı kültürlere saygı anlamında yorumlamak ve onların gelişimi için insanlığın ve bilimin seferber olmasına olanak sağlamak, dünya ulusları arasında işbirliği yapmak anlamlı görülebilir. Ancak kültürel olumsuzlukların, geriliklerin, insan onuruna ve özgürlüğüne yakışmayan durumların, çok-kültürlülük adına onanması felsefesi açısından hiçbir şekilde kabul edilemez. Eğer kabul edilirse, insanlığın aydınlanması ve ilerlemesi askıya alınmış olur. Bu açıdan benim tezim, sürekli kültürel aydınlanma şeklinde özetlenebilir.
Oysa postmodern epistemik kriz, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü kültürel görecelilik adına yadsıdığı için, pek çok olumsuzluk meşruiyet kazanıyor. Ayrıca bu keşmekeşlik içinde, ulus devletlerin akla ve bilime dayalı bir kültür politikası uygulama şansları da kalmıyor. Durum, anı kurtarma odaklı her şey gidere dönüşüveriyor. İnsanı insan yapan, yine ulusu ulus yapan değerler bir bir parçalanıyor. Evrensel ve ulusal değerlerin hırpalanması sonucu doğan boşluğu ise, maalesef inanç grupları, mezhepler, cemaatler, tarikatlar ve etnik merkezli değerler dolduruyor; tam da bu bağlamda çatışmalar gözleniyor.
Acaba içinde yaşadığımız dönemde, dinsel, mezhepsel ve etnik kavgaların atbaşı gitmesiyle, postmodern kültürel görecelilik arasında bir bağ yok mu?
Elbette var ve bize ve bölgemize postmodern kültürel göreceliliği ve çok-kültürlülüğü dayatanlar, kendilerini daha da evrenselleştiriyorlar.
Tabi teknolojileri, AVM’leri ve büyük şirketleriyle…