" Bu yazı, 19 Eylül 2019 tarihli yazımın devamı olarak da okunabilir."
Daha önceki yazımda konuyla ilgili sorunları ortaya koymuştum. Ana dil ile anadil ayrımına, dilin ne olduğuna, bir anadilin varlığını sürdürebilmesinin koşullarını irdelemiş, sezdirme yöntemiyle de sorunun nasıl çözülmesi gerektiğini vermeye çalışmıştım.
Bu yazımda da, çok uluslu bazı ülkelerde, anadil sorununun nasıl ele alınıp çözümlendiğine bir göz atacağız!
Bazıları, iç içe geçmiş bir demografik yapılarda anadildeki eğitimin zorluğundan ve olanaksızlığından söz edip duruyorlar. Haksız da değiller! Zordur ama imkânsız değildir.
Kapalı ekonomilerin hüküm sürdüğü feodalite dönemlerinde ortak bir dile pek gereksinim duyulmuyordu. Feodal yapı içerisinde çeşitli diller, lehçeler, ağızlar yan yana yaşayabiliyor, bu durum herhangi bir sorun da oluşturmuyordu. İmparatorluklar tebaalarını vergiye bağlarken onları homojene etme ve tek kültüre bağlama gibi bir dertleri de olmamıştır. Haberes’e göre ‘devlet ve ulus’ sözcüklerinin birbiriyle kaynaşması, devletin ulusla birlikte düşünülmesi 18.yüzyıl devrimlerinden sonrasına rastlar.
Daha 1960’lara kadar bizde de, aralarında 4 veya 5 kilometre mesafedeki köylülerin söyleyiş farklılıklarına (ağızlarına ) tanık olmuşumdur. Örneğin Nizip’e bağlı eski adı Kertişe (Kıratlı), bizim köy Çanakçı ve ondan sonra gelen eski adı Cağut (Tatlıcak) köyleri arasında dörder, beşer kilometrelik bir ara söz konusudur. Ama o tarihlerde ağızları birbirine garip gelecek bir söyleyişe sahipti. Üstelik bu köylerin yolları asfalt olmasa da karayoluyla birbirine bağlıydı. Fırat kenarı köyü olan Çardak’tan kalkan kamyonlar Güder, Tatlıcak, Çanakçı, Kıratlı, Turlu… Üzerinden, köylüleri il ve ilçelere ulaştırarak kapitalist pazara bağlardı. Şehirle ilişkisi ancak çok acil koşullarda hayvanlarla sağlanan dağ köylerine bu ağız farklılığı doğal olarak daha da büyüktü. Bu durum o zamanlar kapalı ekonomi için bir sorun teşkil etmiyordu.
Dünya ölçeğinde burjuvazinin ortaya çıkması, onların ekonomik gereksinmeleri olan hammadde üreticisi ve emtia tüketicisi ile ilişkiye geçmesini zorunlu kıldı. Bundan dolayı da ulusal bir pazarın gelişmesini gerekiyordu. Üretim ve ticaret ülkelerin genelinde insanlar, sınıflar, bölgeler arasındaki ilişkileri de kuvvetlendirdi. Daha önce kendine yeten feodal dönemin toplumsal alışkanlıkları sarsılmaya başlamış, bununla beraber yerel lehçe ve ağızlar da giderek yavaş yavaş ortadan kalkarak ulusal dillere zemin hazırlamış oluyordu.
Ekonomik olarak gelişmiş olan bölgenin lehçesi, yazı dili olarak kabul edilip, ulusal dil olarak bütün ülkenin geneline yaygınlaştırıldı. Örneğin Fransa’nın Paris, İtalya’nın Toscana, İspanya’nın Kastıyla Lehçeleri, Rusya’nın Moskova ağzı buna örnek verilebilir. Türkiye’de ise en gelişmiş bölgenin dili olan İstanbul ağzını ulusal dil düzeyine yükselmiştir.
Özetle uluslaşma ile dilin gelişmesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Dil, ulusal gelişmeyi biraz geriden takip etse de ona sıkı sıkıya bağlıdır.
Ulus devletler, monolotiktir. Tek kokulu, tek renklidir. Kültür farklılıklarına ve onun ifadesi olan diğer dillere karşı acımasızdır. Bunu da ‘Milliyetçilik’ ideolojisi adı altında devletin politik birliğini sağlamak adına acımasızca yapar ve ekonomik modernizeyi tamamlamaya çalışırlar. Bir ulus yaratmak için bütün kurumlar dizayn edilir, ulusal kültür üretimini sağlayacak simgeler, marşlar, kahramanlar, gelenekler vs. icat edilir ve seçilmiş elitler aracılığı ile farklı kanallardan topluluklara aktarılır. Sıradan insanlardan beklenen ise bu kültürel kurumlarla ödeşmeleridir. Böylece alt kimlikler üzerinde bir üst-ulus kimlik inşası için insanları odak noktası durumuna getirilir. Kuruluş aşamasından itibaren, hâkim dilin dışındaki bütün dilleri, becerebildiği ölçüde ortadan silmeye çalıştığından Uluslaşma, asimilasyon sürecinin de başlangıcıdır, kültürel bir jenosit olarak da kabul edilebilir. Çünkü dil bir ulusa kan pompalayan, onu var eden kalbidir ve tarihsel bilincidir. Dil varsa bir ulustan, bir kültürden söz edilebilir. Kendi anadilleri dışında başka bir dille konuşup yazmaya başlayan bir topluluk, kendi özüne yabancılaşır, başka bir topluma evrilir. Atatürk bunu ‘’ Türkleşmek, Türkçeleşmektir ’’ diyerek çok veciz bir biçimde ifade etmiştir.
1800’lerden itibaren Tilly’in ‘’Pekişmiş Devlet’’ dediği devasa güç (merkezi organizasyon) tarafından yürütülen uluslaşma süreci doğal bir oluşum süreci değil, kurgulanmış bir yapıdır. Milliyetçilik de bu kurgulanan yapının doktrini olarak görev yerine getirir.
Ulusal devleti kurgulayan, feodalizme göre ilerici bir yapı oluşturan burjuvazi artık ulusallığını da ilericiliğini de tamamen yitirmiştir. Onları var eden sermaye de 19. Yüzyılın sermayesi değildir. Küresel bir hacim kazanan sermaye artık emtia ihracatının ötesine geçerek bütün dünyayı kendisi için açık bir Pazar durumuna getirmiş, nerede sömürebileceği bir alan bulursa oraya doğru akıp daha da büyümek istiyor. Birinci ve ikinci paylaşım dönemlerinde kendi aralarında amansız bir rekabete girişen, onların da yıkımına neden olan savaşlardan kaçınan devasa şirketler ve ‘pekişmiş’ güçleri sorunları kendilerinden uzak bölgelerde çözmeye çalışmaktalar. Önceleri, para ve diplomasi yoluyla pekiştirmeye çalıştıkları sömürü mekanizmaları başarısızlığa uğradığı zaman, çeşitli etnik gurupları, devletleri destekleyerek karşı karşıya getirebilmekte. Bütün yerel ve iç çatışmaların temelinde yatan bu küresel çaptaki sömürü mekanizmasıdır.