Doç. Dr. Doğancan Özsel[1]
Karl Marx, on dokuzuncu yüzyıl düşünürleri arasında bir üretim biçimi olarak kapitalizmin ilerici karakterini en güçlü biçimde vurgulayanlardan birisiydi. Öte yandan Marx’a göre kapitalizm, kendisinin koşullandırdığı ve kendisinden daha ileri bir düzeni ortaya çıkarmaya yazgılı bir üretim biçimiydi ve içsel çelişkileri gereği eninde sonunda dönüşecekti. Kendi alternatifine mahkum bu düzenin kendisini gerçekleştirmesine aracılık etmek gibi muğlak bir öznelik konumunu ise işçi sınıfına veriyordu Marx. Onun bizzat gözlemlediği dönem, ticaret kapitalizminden sanayi kapitalizmine doğru dolu dizgin geçilen yıllardı ve en dikkat kesildiği sınıf da, lümpen proletarya dışında kalan 19. yüzyıl işçileri idi. Bunlar, çoğunlukla yeni işçileşmiş ve ücretli emeğin zorunlu ritmine ayak uydurmaya çabalayan zanaatkarlardı. Üretimin bilgisine halen sahiptiler ancak üretim sürecinin denetimi yakın bir zaman önce ellerinden alınmıştı. Kapitalizmin sosyalizme dönüşümünden doğrudan yarar sağlayacak olmalarının yanı sıra, bu dönüşümle birlikte yeniden karar verici konuma geçebilme kapasiteleri de vardı. Dolayısıyla Avrupalı fabrika işçileri, kapitalizmin zorunlu dönüşümünün taşıyıcı öznesi olmak için gerekli şartları da taşıyor gibi görünüyorlardı.
Ne ki, İnsel’in Sosyalizm: Esasa, Ufka ve Bugüne Dair başlıklı kitabında yer verilen bir söyleşisinde de dikkat çektiği üzere yirminci yüzyıla doğru gelirken Avrupa’da yavaş yavaş yerleşen fabrika düzeni, üretim araçları ile birlikte üretim ilişkilerini de dönüştürdü. Bu dönüşümün bir boyutu, işçilerin üretimin bilgisinden giderek yoksun kalmaları ve bu bilgiye sahip yeni bir toplumsal alt-grup olarak mühendislerin belirmesiydi. Üretim araçlarındaki dönüşümün tetiklediği bu yeni durum, Marxist siyaseti de öznelik sorununu yeniden tanımlamak durumunda bıraktı. Lenin’in geliştirdiği devrimci parti modeli, aslında tam da geçtiğimiz yüzyılın başındaki bu özne krizine verilmiş bir yanıttı. Leninist Parti modelinde artık işçi sınıfı kendi kendisine sınıf bilincine ulaşmaya ve yönetime el koyup toplumu düzenlemeye ehil bir sınıf olarak görülmüyor, bunun gerçekleşmesi için profesyonel devrimci kadroların bir parti aracılığı ile ve sıkı bir disiplinle örgütlenmesi gerektiği öngörülüyordu. Bu model, 20. yüzyıl boyunca toplumsal devrimler üretmeyi başardı ve yüzyılın büyük bir bölümü, iki siyasal ve ekonomik sistemin küresel rekabeti ile geçildi.
Bu rekabetin 20. yüzyıl kapitalizmi üzerinde yarattığı dönüşümler özellikle ilginçti. 1950’lerle birlikte kapitalist dünya yirmi yıl süren bir altın çağ dönemi yaşayarak eşi görülmemiş bir büyüme hızını yakaladı. Bu süreçte işçi sınıfının sisteme olan bağlılığı tüketim ekonomisi ve refah devleti gibi uygulamalarla teminat altına alındı. Ancak 1970’lerde yaşanan resesyon bu uygulamaların uzun vadede kapitalizm için altından kalkması imkansız bir yük yarattığını ortaya koyunca, üretim süreçlerinde, tıpkı bir önceki yüzyılın son çeyreğinde olduğu gibi, yeni bir dönüşüm yaşanmaya başladı. Bu dönemde belirmeye gündeme gelen yeni üretim protokolleri, veri akışını standardize edip kolaylaştırarak küresel çapta tedarik ve dağıtım zincirlerinin daha etkin bir biçimde işlemesine olanak tanıyor, büyük şirketlerin, ulusal sınırlar içerisindeki militan işçi hareketlerinin baskılarını küreselleşme yoluyla aşmasını sağlıyordu. Bu yıllar Gates’in Microsoft’u, Jobs, Wozniak ve Wayne’in ise Apple’ı kurduğu yıllardı. Kapitalistler, işçi sınıfına karşı aklı ve yaratıcılığı ile öne yeni bir toplumsal grubun ve o grupla birlikte yeni bir üretim biçiminin, veri temelli üretimin desteğini almıştı. 1980’lerde popülerleşen ve kısa sürede hegemonik bir konuma ulaşan neoliberal düşünce, biraz da bu yeni toplumsal grubun hedeflediği “home Office” çalışan ve yaratıcılığına güvenen bir çalışan sınıfına özgü dünya görüşünün ifadesiydi.
Neoliberal hegemonyanın kurulması geleneksel kapitalist sınıflar için belki de yeterince dikkat etmedikleri bir uyarıydı. Emekçilerin direncini kırmada onlara yardımcı olan bu yeni sınıf, şimdi giderek üretim ilişkilerindeki konumunu güçlendiriyor, değişen üretim süreci ile birlikte yavaş yavaş kendisi egemen bir konuma geçiyordu. Sanayi üretimine odaklı geleneksel sermayedarlar belki bu sınıf aracılığı ile küreselleşme imkanı elde etmiş ve 1970’lerin yükselen işçi hareketlerinin çevresinden dolanmayı başarmışlardı. Ancak 1980’lerden itibaren önce finans sektörü ardından da bilişim ve veri tabanlı diğer sektörler sanayi ve tarım karşısında son derece hızlı bir büyüme trendine girdiler ve bu süreç onlarca yıl boyunca devam etti. 21. yüzyılın üçüncü on yılına gelirken artık karşımızda duran tablo, 1970’lerde başlayan bu eğilimlerin yol açtığı dönüşümlerin boyutunu yadsınamaz bir biçimde ortaya koyuyor: Günümüzde küresel ekonomi bir veri akışı ekonomisi haline gelmiş durumda. Artık veri teknolojileri üretimin hizmetine koşulmuyor. Tersine, çoğu durumda üretim, veri tabanlı bir ekonominin gerekli ancak ikincil bir unsuru olarak işlev görüyor. Bugün dünyadaki en değerli şirketlerin pek çoğunda üretim tesisleri ya hiç yok ya da toplam değerlerinin ancak küçük bir bölümü bu fiziksel varlıklardan kaynaklanmakta. Bu şirketlerin en değerli varlıkları esasen sahip oldukları markalar, patentler, imajlar ve mevcut müşteri kitleleri. Piyasaya sundukları ürünleri ise onlar adına kapitalist merkezlerin periferinde üreten taşeronlaşmış sanayici sermayedarlar üretmekte. Dolayısıyla günümüzde artık veri ekonomisi, sanayicilerin önünü açmanın ötesinde, onları kendisine bağımlı ve taşeron olarak çalışmaya zorluyor.
Veri ekonomisinin kendine özgü kimi özelliklerinin altını önemle çizmek gerekiyor. Öncelikle veri üretimi, disipline edilmiş bir süreç içerisinde ve emek gücünüzün satın alınması yoluyla üretilen bir şey değil. Bugünün ekonomisine entegre her özne, işyerinde çalışırken, sokakta yürürken, sosyal medyada zaman harcarken, evinde bir film izlerken ve hatta uyurken bile sürekli veri üretmekte. Dolayısıyla verinin kendisi son derece bol. Oysa kârın ortaya çıkması ancak bir kıtlık ile mümkün. Fikri hak kavramının yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren mümkün olan en geniş biçimde yorumlanması tam da bu bakımdan işlevsel. Gen dizilimlerinin ve geliştirilen bakterilerin dahi patentinin alınabildiği bir dünyada fikri haklar, hukuki bir çerçeve içerisinde verinin metalaşması sağlıyor ve yapay bir kıtlığın yaratılmasına yardımcı oluyorlar.
Bu verilerin tanımlanma, toplanma ve değerlendirilme biçimlerinin geliştirilmesi ise yeni bir üretici sınıfın işi. Tıpkı geleneksel işçiler gibi bu yeni çalışanlar da bir artı değer üretiyorlar. Ancak artı-değer üretimleri, standart prosedürlere uygun biçimde sürekli tekrar eden rutin faaliyetler yoluyla ve düzenli bir biçimde olmuyor. Bu yeni sınıf daha çok, pekâlâ sonuçsuz kalabilecek sayısız denemeden sonra ortaya çıkması muhtemel “evreka!” anlarına bel bağlayan, esnek çalışma saatlerine uyum gösteren ve evden çalışma yoluyla sosyal haklarından vazgeçmeye hazır bir kuşak. Mckenzie Wark, Sermaye Öldü, Karşımızdaki Ondan da Kötü Bir Şey Mi? başlıklı kitabında bu yeni sınıfa değiniyor ve yenilik, dinamizm, yaratıcılık ve bireysellik gibi değerleri özümsemiş bu toplum katmanına “hackerlar sınıfı” adını veriyor. Bunlar, bir gün gerçekten işe yarar bir yaratıcı fikir geliştirebilmek için durmaksızın çabalayan, bunu başardıklarında da çeşitli start-up’larla bu fikirlerine finansman sağlayarak geleceğin yeni Sergey Brin’leri, yeni Marc Zuckerberg’leri olmayı hedefleyen insanlar. Ancak Wark’a göre, tam da hali hazırda bir Sergey Brin ve bir Marc Zuckerberg zaten varolduğu için, amaçlarına ulaşamayacaklar. Zira bu yeni sınıfın en parlak, çalışkan, yaratıcı ve şanslı üyeleri bile, başarılı bir ürün fikrini geliştirmeyi başardıklarında, çabalarının karşılığında ortaya çıkan sonucun mülkiyetine sahip olamıyor ve onun yarattığı artı değerden ancak görece ufak bir pay alabiliyor. Aslan payını onların elinden alan ve bu hackerlar sınıfının yaratıcılığı sayesinde ortaya çıkan artık ürüne el koyanlar ise, Google, Apple ve Facebook gibi devlerin sahipleri olan ve yine Wark’ın “vektoralist sınıf” olarak adlandırdığı toplum kesimleri. Bunların vektoralist olarak adlandırılmaları, verilerin mülkiyetini ellerinden bulundurmanın ötesinde, küresel veri akışının vektörlerini belirleyen hukuki ve teknik protokoller ile bu akışı sağlayan bütün altyapının mülkiyetine sahip olmaları ve veri akışını yönlendirmeleri.
Wark’ın iddiası uyarınca artık karşımızda duran ekonomik sisteme kapitalizm demeyi bırakabiliriz. Zira veri ekonomisinin küresel çapta egemen olmasıyla birlikte artık kapitalizmden farklı ve ihtimal ki sömürü potansiyeli daha yüksek bir ekonomik sistemi deneyimliyoruz. Son elli yılda yaşadığımız köklü teknolojik değişimlerin üretim ve dağıtım süreçleri ile toplumsal yapıda yarattığı değişikliklerin niteliksel bakımdan da Wark’ın ileri sürdüğü gibi bir değişikliğe yol açıp açmadığı belki halen bir tartışma konusu. Ancak yaşanan değişimin muazzam büyüklüğü konusunda çok az şüphemiz var. Üstelik önümüzdeki on yılda robot otomasyonu ile birlikte bu değişimin ivmesini daha da arttıracağı anlaşılıyor. Öyleyse 2020’li yılları bir de bu gözle deneyimlemekte ve “gerçekten de kapitalizm’den niteliksel bakımdan farklı bir ekonomi-politik işlemeye başlamış olabilir mi?” sorusunu sormakta fayda var. Belki bu sorulara verilecek yanıtlar, 19. yüzyıl sonunda dönüşen üretim ilişkilerinin ilerici siyasal öznelik sorununda yeni çözümleri gerektirmesi gibi, bugün de yeni bir öznelik fikrine ihtiyaç duyduğumuzu bize gösterebilir.
[1] Munzur Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü