Dr. Öğr. Üyesi Aysun Yaralı Akkaya[1]
2020’lerin başında olduğumuz şu günlerde, geriye baktığımızda tartışılan söylemlerin ilk sıralarında siyaset alanında yaşanan değişim ve krizler gelmektedir. Siyasal krizlerin coğrafyamızda kendisini ziyadesi ile fazla hissettirdiği bu dönemde, Türkiye’nin model olabilmesi ve bir demokratik sistem olarak kendisini diğer ülkeler arasından öne çıkaracağı fikri her zaman sabit olmakla birlikte bu modelin kendisinin de sorunlar barındırdığı bir gerçektir. 2020’lerin siyasetinin geçmişten kalan sorunları da içinde barındıran yüklerin altında kendi yolunu bulmaya çalışırken, kadim kavramların anlamlarını da dönüştürme gücüne sahip olduğunu görmekteyiz. Kuşkusuz 2020’lerin de vazgeçilmez siyaset bilim kavramlarının başında demokrasi gelecektir. Demokrasi, Antik Çağ’dan günümüze sahip olduğu gizli tılsımını geçtiğimiz yüzyılda zaman zaman kaybetse bile yine de yıldızı parlayan bir mücevher gibidir. Demokrasinin gelecek dönemlerde varlığını sürdürebilmesi ise kuşkusuz kendini yeniden dönüştürebildiği mekanizmalar üretmesi ile de çok sıkı bir bağ içerisindedir. Bu nedenle nasıl 20. Yüzyılın demokrasisi liberal değerlere bağlı olarak Antik Yunan demokrasilerinden farklılıklar içeriyor ise aynı şekilde gelecek demokrasi ideali de bu döneminkinden oldukça farklılaşacaktır. Ütopik ifade etmenin demokrasinin varlığına ve öz unsurlarına ters olduğu düşüncesine sadık kalmak gerektiğini düşünmekteyim ancak kanımca asıl dönüşüm demokrasiyi belirleyen diğer unsurlarda gerçekleşecektir. Bu unsurların başında “katılım” kavramı gelmektedir. Tabi ki bununla birlikte öne çıkan diğer kavramlar temsil, meşruiyet ve beraberinde yurttaşlık da siyaset bilimi içinde de reel politika içerisinde de üzerine düşünülecek ve dönüşümü hızlandıracak unsurlar olarak belirlenebilir.
Bu yazı için ele alınacak olan ise “katılım” stratejileri ve “katılım” kavramının boyutlarıdır. Neticede katılım demokratik diğer unsurlarından daha somut bir alana tekabül eder. Özellikle yurttaşlık ya da temsiliyet kavramları demokrasi içerisinde kendince soyut boyutları olan, belirli bir yaklaşım ile ele alamayacağımız demokrasinin teknik olan kısımlardır. Katılım kavramı aslında en genel anlamda bireylerin toplumsal durumlar ya da olaylar karşısındaki ortak tutum ve davranışları olarak tanımlanabilir. Klasik katılım fikrinde sadece katılanların fikirlerini beyan etmesi oldukça öne çıksa bile bunun dışında bu beyanlarının bir karşılık bulması da bir değişim yaratması da beklenen bir durumdur. Katılımın bu özgün literatürer tanımına karşılık vatandaşlık ilişkisinde katılım olgusuna baktığınızda ikili bir durum ile karşı karşıya kalırız: Siyasal katılım ve vatandaş katılımı. Yani daha çok katılımın ne olduğunu sorduğumuzda karşımıza katılımın siyasal alan içerisindeki halinin öne çıktığı bir anlayış vardır. Buradaki temel beklenti vatandaşın siyasal alana katılım ile kendisini gösterir. Siyasetin içinde olmak, siyasal davranış halinde olmak bir sorumluluk olarak tanımlanır. Bu sorumluluk demokrasi tartışması içerisinde de kendisini iyi bir yurttaş nasıl olmalıdır sorusunu soran Antik Çağ düşüncesinde beri hep olmuştur. Hatta bu sorgulama kimi zaman ahlaki olarak ulvi bir anlama bürünerek kendisini hissettirmiştir. Yani dönemin sorgulaması içinde eğer iyi bir yurttaş olmanın unsurlarını tartışmayan bir felsefeci iseniz bu sizi ahlaki savunma içerisinde olmayan bir düşünür kategorisine de dönüştürebilir. Bu nedenle sınırlarını sorumluluk ile belirlediğiniz yurttaşlık bağının tam bir adanmışlık içerisinde devam ettiğini ve sürekli tekrar eden bir içeriğe dahil olduğunu söylemek mümkündür. Bu yurttaşlık ilişkisine Aristo’nun “zoon politikon” ile özcü bir anlama kavuşturduğunu söylemek çok da yanlış olmasa gerek. Bu nedenle yurttaştan beklenti daima siyasal alan içinde olmasıdır. Yurttaşlar kendilerini anlamak için dahi olsa tamamen adanmış katılımcılık ile varlıklarını sürdürmektedir. Bu dönemde katılımcı demokrasi tanımlaması da bu adanmış katılımcılığın bir karşılığı olarak kullanılmış ve günümüze kadar gelebilmiştir. Ancak burada katılımcılığın boyutunun sınırlı olması, günümüzdeki katılım fikrinin temellerini atmış dahi olsa bugünden daha sabit ve belirleyici olmasına neden olmuştur. Yukarıda ifade ettiğimiz ve katılımın tanımı olarak yer verdiğimiz toplumsal olaylar karşısında tutum ya da davranış geliştirmenin karşılığı her zaman için vardır. Oysa günümüz temsili demokrasilerinde katılımın sınırları yasalar ile çok da kısıtlı olarak şekillenirken, katılım ile birlikte karşılık alınması konusu içerisinde şüphe barındıran bir noktadır. Bu nedenle küreselleşme tartışmalarının daha çok vuku bulduğu 90’ların başı -ki bu dönemde küreselleşmeye karşı daha umut verici bir bakış da hakimdi- temsili liberal demokrasilerin krizlerini daha çok meşruiyet ve temsil ilişkisi üzerinden sorgularken, bu dönemlerde vatandaşların sisteme ve devlete güvenlerinin de sorgulandığı görülür. Dolaysıyla vatandaş katılım yapmaktan ya da katılıma dahil olduğunda bunun bir karşılığının var olacağından da emin değildir. Bunu kanıtlayan en belirgin örnekler siyasal katılım çerçevesinden baktığımızda seçimlerde oy kullanmadır ki bu oranın batılı, gelişmiş ülkelerde oldukça düşük seyrettiğini görmekteyiz. En son seçimler hariç ABD’da oranın %50’lerin altında olması ve benzer şekilde Avrupa ülkelerinde oranın %40 ve %50 düzeyinde gerçekleşmesi bu katılım krizinin önemli bir yansımasıdır. Ancak bu oranın ABD’da 2018’deki ara seçimlerde %60’lara çıkması adeta bir rekor olarak dillendirilmiştir. Bunda etkili olan faktör hiç kuşkusuz Trump’ın adaylığıdır. Trump’ın adaylığını desteklemeyen kesimlerin özellikle seçim öncesi insanları bu konuda duyarlı olmaya davet etmeleri ve artan tepkisellik her zamankinden daha yüksek katılım oranı olarak karşımıza çıkmaktadır. Gelişmiş batı demokrasilerinde siyasal katılımın bu derece zayıf olmasına karşılık Türkiye’deki oranlar ise bize katılımın her zaman %50’lerin üzerinde olduğunu gösterir. Hele de iyi bir seçim takvimi süreci belirlenmiş ise yani tatil ya da başka bir beklenmedik gelişme olmaması durumunda seçime katılımın %90’ları zorladığı bile görülmüştür. Seçimlerde oy kullanmak üzerinden bakıldığında siyasete olan bu yakın ilgi ülkemizde siyasal alanın meşruiyetinin güçlü olduğunu ve temsiliyet sorunun olmadığı düşüncesini doğurabilir. Ancak Türkiye’de siyasete katılımın temel amacı bir adanmışlık ve siyasete olan güven yüksekliğinden ziyade siyasal alanın bir paydaşlık hali olmasıdır. Bu nedenle oy vermek yurttaşlık görevinin verdiği yüksek bir onur duygusunu taşısa bile siyasetin patronaj ilişkilerinin yeniden şekillendiği bir arena işlevi görmektedir. Öte taraftan seçimlerde katılımın yüksek olması ileri demokrasi örneği olarak demokrasinin diğer unsurlarını da beslemesi gerekirken bu durumun çoğunlukçuluğun adeta bir sayısal temsiline dönüştüğünü ve rakibe açık ara fark atmanın bir yansıması olduğunu da görmekteyiz. Bu nedenle siyasal katılım için seçimler ve oy kullanma önemli bir gösterge dahi olsa tek başına demokratik ideallere yaklaşmada yeterli değildir. Bu noktaya kadar katılım kavramını siyasal alandan içerisinde açıklama çabamıza katkı sağlayan temel belirleyici durum, siyasetin kendisine ilişkin geliştirdiğimiz tanımlamadır. Siyaset bu çerçevede insanın kendisini kaybettiği bir yerdir. Siyaset insanın kendisini ancak devlet ya da polis içerisinde tanımladığı ve devletin yönetimsel ilişkilerine dahil olmak olarak da açıklanabilir. Bu siyaset tanımında vatandaş kamusal işlerin düzenlenmesi için siyasete katılmalı, siyasal alana dahil olmalı ve kendisini sürekli olarak bu alan içerisinde var edebilmelidir. Bu nedenle devlet ya da yönetim ile birlikte yönetimin her kademesine bir dahil olma durumu söz konusudur. Buna karşılık siyasetin kendisini kamu hizmetlerinin düzenlenmesi olarak daha yönetimsel işler üzerinden tanımladığımızda ise burada katılım siyasal anlamda olsun ya da olmasın daha çok kamu hizmetlerinden yararlanmak için gerçekleşir. İşte bu noktada karşımıza günümüz kavram haritası içerisinde kendisine daha çok yer bulan “yönetişim” kavramı çıkar. Yönetişim en genel anlamda yönetime dahil olanların sayısal anlamda artışını destekleyen kamusal politikaların ve işleyişin hangi noktalarda ve ne şekilde olması gerektiğine dair fikirlerin tartışıldığı ortak bir yönetim alanı olarak tanımlanabilir. Yönetişim ile birlikte şeffaflık ve hesap verilebilirliğin artması sağlanırken halkın yönetimde daha çok söz sahibi olmasının da yolları açılmıştır. Son otuz yılda neo-liberal yönetim yaklaşımlarının benimsenmesi ve kamu yönetimi sisteminde yaşanan tıkanmalara karşılık yönetişim temelli stratejiler adeta bir kurtarıcı olarak görülmüştür. Yönetişim tartışması son yıllarda sadece devlet yönetimlerini rahatlatmak ve buradaki yönetime duyulan güvensizliği yıkmaya yönelik kullanılmaz aynı zamanda bütün kurumlar için iyi bir sorumluluk paylaşım stratejisi olarak da özel sektör içinde oldukça yaygındır. Bununla birlikte güçlenerek çoğalan sivil toplum örgütleri, neredeyse varlık alanlarını yönetişime borçlu gibilerdir. Farklı her konuda sivil toplumun katkısı artık toplumun her alanında kendini hissettirdiği bir dönemde olduğumuz bilinen bir gerçektir. Güçlü yönetişim ağları sivil toplumun kendi örgütü içinde sivilliğin bir göstergesi olarak da karşımıza çıkar. Yönetişim alanın genişlemesine duyulan asıl ihtiyaç ise kendisini yerel katılım şeklinde daha çok göstermektedir. Genel siyasete katılım oy verme ve seçim boyutları ile birlikte kendisini çok yoğun hissettirmemiş dahi olsa Türkiye için baktığınızda yerel siyasete katılımın her zaman daha önemli olduğu bir gerçektir. Yeniden seçimlerde oy verme oranlarına bakmaya gerek olmadan bu gerçekliği hepimizin yakından hissettiğini biliyoruz. Türkiye’de yerel siyasetin bir mottosu olan “partiye değil adaya oy verilir” söylemi aslında hem genel hem de yerel seçimler döneminde sıklıkla dillendirilirken bize de yerel siyasetin gücünü göstermektedir. Neticede genel seçimlere de aday olsanız alacağınız oyun miktarını partinizin ideolojisi değil, adayınızın yerelde ne kadar tanınır olduğu belirlemektedir. İşte bu noktada yerel siyasetin gündemi kendisini genel siyasetin ağırlığına hiçbir zaman teslim etmemiş ve karşımıza bireylerin başarılarının bir karşılığı olarak çıkmıştır. Bu söylemi destekleyen örnekler yakın dönem siyasetimizde kendisini gösterdiği gibi tam tersi durumların ortaya çıktığını düşünebiliriz. Örneğin son yıllardaki seçimlerde neredeyse son sıradaki adayların sürpriz bir şekilde kendilerini milletvekili bulması, adayın yerelde çok tanındığı anlamına gelmemesine karşılık, genel siyasetin gündeminin yerelden beslenmesinin bir sonucudur. Partilerin seçim kampanyalarında ısrarla vurguladığı genel söylemlerine karşılık yerelin sorunları için il il kampanyalar yürütmeleri ve her il için ayrı bir siyasal iletişim stratejisi geliştirmeleri buna örnek olabilir. Ayrıca yerel güç odakları ile geliştirilen ortaklıkların siyasal yaşamımız için bir anlamda bir klasik halini aldığını çok partili yaşama geçişten itibaren görmekteyiz. Yerelin gücü daha doğru bir ifade ile yerel siyasetin gündeminin genel siyasetin gündemini şekillendirdiğini kabul etmemize kaynaklık edecek bir diğer tartışma ise son yapılan yerel seçimlerin adeta bir başkanlık yarışında geçmesi ve yereli kazanmanın genel seçimi kazanmak demek olduğu ifadelerinin öne çıkmasıdır.
Bu noktada siyasal katılımın 2020’lerde nasıl bir değişime uğradığının göstergesi öncelikle yerel siyasetin gündemi ile okumak mümkündür. Yerel siyaset ve yerel siyaset mekanizmalarının katılımcı bir çizgide dönüşür ve yeniden var edilebilirse katılım o derece güçlü olacak ve bu da demokratik ideallere yaklaşmayı sağlayacaktır. Bununla ilgili önemli değişimleri yaşadığımızı söyleyebiliriz. Özellikle yerel siyasete katılımın en etkili ve en yakın katılım şekli olmasından hareketle çeşitlenen siyasal söylemlerin taleplerine de yerel siyaset daha çok cevap verebilecektir. Bu noktada genişleyen sivil toplum ağları ile dezavantajlı kesimlerin seslerini duyurma talepleri gelecek dönemlerde etkinleşirken, genel siyasetin baskın söylemleri daha aşağıdan yeni söylemlerle yer değiştirebilmektedir. Örneğin bir küçük kızın küresel iklim için yerelde verdiği mücadele Birleşmiş Milletlerin toplantısında gündem olabilirken dünya siyasetinin gündemini de belirleyebilmektedir. Yerel katılım unsurlarının 2020’ler içinde daha pasif bir durumdan daha aktif bir hale dönüştüğü de gelecek ön görüleri arasında öne çıkmaktadır. Bu nedenle sadece seçim dönemlerinde oy verme davranışı geliştirmeyen bunun yerine yönetişim modelleri ile geliştirilmiş bir aktif siyaset katılımının güçlendirilmesi genel siyaseti de yönlendireceği için aslında yerel siyaseti daha önemli hale dönüştürecektir.
Siyasal katılım aslında beklenen şekilde önceki dönemlerin yön göstericiliğinde çok değişime uğramadan şekillenirken, 2020’lerde asıl dönüşümün vatandaş odaklı katılımda gerçekleşeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Katılımın siyasal boyutunun modern olmasını destekleyen unsurların başında modern “vatandaşlık” anlamındaki değişim gelmektedir. Vatandaşlık hakkında sahip olduğumuz algı ve bilgi, katılımı da etkilemektedir. Bu açılardan bakacak olursak bu durum vatandaşlığa bakış açımız ile de şekillenmektedir. Katılımın en yoğun olduğu vatandaşlık hali kuşkusuz aktif vatandaşlıktır. Aktif vatandaşlık temelde tüm vatandaşların katılımı için şartların tam olarak var olmasına dayanırken bunun da derecesi ile karşımıza çıkar. Buna göre, vatandaşlık görevlerini yerine getiren ancak haklarını elde etmek için eyleme geçmeyen bir bireyler topluluğu varsa bu pasif vatandaşlık halidir. Aktif ve pasif vatandaşlık dışında bir diğer vatandaşlık boyutu ise sorgulama ya da araştırma yapmasa da pasif kadar da sessiz kalmayan bir vatandaşlıktır. Bunun dışında en aktif hal her durumda sorgulamadan ve eyleme geçmeden korkmayan vatandaşlıktır. İşte bu aktif halin vatandaşlık alanında yeniden gündeme gelmesi ile birlikte katılım da güçlenecektir. Ancak burada vatandaş odaklı katılım, siyasal katılımdan beslenmesine karşılık sadece siyasal davranışları kapsayan bir katılım modeli olmayacaktır. Tabi burada her davranışın mutlaka siyasal bir anlamı olduğu düşüncesi bakidir. Ancak vatandaş katılımı yaklaşım olarak siyasal katılımdan daha teknik bir anlama sahiptir. Bu teknik araçlar 2020’li yıllarda daha kolay genişleyecek ve destek bulacaktır. Sosyal medya ağlarının ve internet teknolojilerinin geldiği noktada siyasal ya da vatandaş odaklı olsun daha çok hak arama ya da haklarını kullanma boyutu ile katılımın türleri de oldukça gelişmiştir. Teknik araçların çoğalması, yeni müzakere alanlarının genişletirken katılımı klasik alandaki boyutuna katkı sağlar. Bunu daha somut olarak ifade edecek olursak, sosyal medya ağları vatandaşların toplumsal olaylara karşı tepki vermesini artıran bir yöntem olmuştur. Klasik modelde beklediğimiz bir vatandaşın uğradığı bir haksızlık ya da yasaların uygulanmasında gördüğü bir hata için tepki vermesi, şikayet etmesinin kanalları teknolojik gelişmeler ile birlikte artmıştır. Artık oturduğu yerden vatandaş temelli katılım için aktif bir vatandaş ile karşı karşıyayız. Bunun ileride bildiğimiz sosyal medya ağlarının dışında daha ne kadar değişeceğini şu andan ön görmek imkansız gibi gözüküyor. Bununla birlikte vatandaşlık araçlarındaki farklılaşmanın bir diğeri ise vatandaşlık ile tanımlanın aksine sadece hak arama değil bunun dışında hakları kullanmanın karşıda yaratmasını beklediği değişimdir. Ancak yeni teknolojik değişimler ile birlikte vatandaşlığın beklentisi kendini ifade etme ile birleşecek, farkındalık yaratmak, kamuoyu oluşturmak gibi yeni hareketler toplumsal eylemliliğe yeni bir aktif boyut getirecektir. 2020’lerin siyasetinde katılım, öncesinde olduğu gibi yine etkili bir kavram olmak ile birlikte aktif ve yerelden katılımı güçlendiren teknik gelişmelerin katılımın boyutlarını ve türlerini çeşitlendireceğini söylemek mümkündür.
[1] Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Kamu Yönetimi Bölümü.