Felsefe denildiği zaman, sıradan bir insanda olduğu gibi herhangi bir eğitim seviyesini tamamlamış olanlarda da genelde hoş tepkilerle karşılaşmak pek mümkün değildir. Felsefe konusunda; yıllardan beri içinden geldiğimiz kültür ve medeniyet tarihinin felsefe ile ilişkisini kesmeye başladığı ve hem dünya bilgisi hem de bütün bir gelecek inşası için dinin önemli bir yer işgal etmeye başlamasıyla [1]felsefenin önemini kaybettiği, bize yabancı bir alan olduğu, inançlarımızı yok ettiği, aklın şeytani bir faaliyeti olarak anlaşıldığı ve din ile tamamen karşıt bir durumda bulunduğu, bizim için tehlikeli olduğu, hiçbir faydası olmadığı gibi boş laflardan ibaret bir vesvese olduğu biçimindeki fikir, kanaat ve inançların beslediği olumsuz tutumların yaygınlaştığına şahit oluyoruz. Toplumumuza hâkim olan akli davranma biçiminden ziyade duygusal ve daha çok da dini söylem biçimleriyle birlikte dogmatik ve zihinsel konforu sağlayıcı zihnin masal uydurma fonksiyonlarına dayalı yaşama biçimleri hâkim olduğu için felsefe, hep olumsuz olarak bakılan ve adeta “şeytanın avukatlığını” yapmak olarak değerlendirilmiştir. Aşağıda aktaracağım üç örnek, felsefe karşısında hayrete mucip bir durumun ifadesidir:
“Mesela, 17. Asır şairlerimizden Nabî, ‘Hikmet-i Felsefeden eyle hezar’ diyor, yani ondan çekin, kork.
Yahya Kemal Beyatlı, ‘Felsefe tarihini yakından biliyoruz. Bir feylezofun hem de aksi bir nazariye ile halef olduğu ve hükümlerin muttasıl değiştiği malûmdur. Eğer milletler nazariyeleri muttasıl değişen filozoflar silsilesinin kafasına tâbi olarak değişselerdi Kürre-i arz üzerinde tekevvün hadisesi dururdu’ diyor.
Necip Fazıl Kısakürek ise felsefeyi şöyle görüyor: ‘Felsefe, bir çuval çürük ceviz içinde bulunan sağlam cevizi el yordamı ile bulmağa benzer.’”[2]
Nihal Atsız, “Anlamayız hayatı felsefeyle ilimle” der bir şiirinde. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Söz konusu edilen isimler, sıradan isimler değildir. Her birinin toplum üzerinde büyük bir etkisi vardır. “El yordamı ile” sağlam bir cevizi çürükler içerisinde bulmaya çalışmak ifadesi, felsefenin sağlam bir düşünme ve akıl yürütme işi olduğu gerçeğini bile bir kenara bırakmaya davetiye çıkaran bir ifadedir. Bu görüşlerin aksini düşünen ve ifade edenler de elbette vardır ama bizim toplumumuza hâkim olan genel eğilimin felsefe konusunda olumsuzluk ifade ettiğidir. Hatta bu olumsuzluğun en somut ifadesi, yaygın olarak kullanılan “felsefe yapma” sözüdür. Bu söz, felsefenin bizim kültür dünyamızda reel bir karşılığı olmadığı, boş ve faydasız konuşmaktan başka bir işe yaramadığı anlamına geliyor. Bu kültürel ve toplumsal durum, elbette felsefe eğitim ve öğretimine ve bu eğitim ve öğretime verilen değere de yansır.
Felsefeye karşı olumsuz tutumun yerleşmesinde ve felsefeye geçemeyişimizin temelinde yatan nedenlerden birisi de temel bilimler ve sanat alanlarındaki eğitim anlayışımızın eksikliği ve hatta yanlışlığıdır. Temel bilimler alanındaki eğitimimiz, bilimdeki teorik sorunları anlamaya dayalı olmaktan uzak, ortaya konulmuş olan teorem, hipotez ve denklemleri ezberlemeye ve onları uygulamaya dönük bir sistemdir. Böyle bir durumda bilimlerin elde ettiği sonuçların hangi sorunlardan kaynaklandığı ve bütün bir evren içinde ne anlam ifade ettikleri anlaşılamaz. Oysa felsefe, tam da bu sorunların ve bu soruların anlamlarının kavranılmaya ihtiyaç duyulduğu yerde başlar. Aksi takdirde, sadece ezberlemeye dayalı ama karşılığı olmayan konuşmalardan ibaret bir disiplin ile karşılaşırız. İşte böyle bir durumla karşılaşmamak için felsefe yapmalıyız.
Felsefe ile sanat arasındaki ilişkide ortaya çıkan ve bizim kendi dünyamız açısından felsefenin yerleşmemesindeki durum da, yine bilimdeki durumumuzdan pek farklı değildir. Bilim ve sanat, felsefi düşünceyi besleyen en önemli iki kaynaktır. Eğer bu iki kaynak konusunda eksik ve hatta olumsuz tavırlar söz konusu ise buradan felsefeye geçme imkânımız yoktur. Zira felsefe, böyle bir durumda anlamsızlaşmaktadır. Bu anlamsızlaşmaya katkı sunan diğer önemli bir husus da din konusundaki anlayışımızdır. Din ve Tanrıyı aklın konusu olmaktan çıkarmak, din ve teolojiyi efsaneye indirgemekten başka bir şey değildir. Efsane, zihni akıl dışı kutsallarla doldurur. Oysa kutsallar, aklın önündeki, dolayısıyla felsefenin önündeki en büyük engellerdir. Oysa bizim, “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesillere ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyacı karşılamanın en önemli yolu, aklı kullanmak için en verimli kılavuz olan felsefe ve felsefe eğitiminden geçer. Çünkü “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” olmak, aklın özgürleşmesi ve özgürce kullanılmasına bağlıdır. Aklın özgürce kullanılması için felsefe yapmaya ihtiyacımız vardır. Dinin, kendisini istila eden boş inançlardan, hurafelerden, efsanelerden temizlenmesi ve inançların rafine hale gelmesi için felsefe yapmaya ihtiyacımız vardır.
Burada ortaöğretimde felsefe meselesini, uzun bir dönemi ele alacak şekilde üç tecrübe üzerinden değerlendirmek istiyorum. Ancak bu değerlendirmeye geçmeden önce Cumhuriyet ile birlikte başlayan dönemde batılılaşma, aydınlanma ve pozitivizm çerçevesinde müfredatlarda felsefeye verilen değerin önemine işaret etmek gerekiyor. Ancak Takiyettin Mengüşoğlu’nun da işaret ettiği gibi Cumhuriyetin başlarında ve uzunca bir süre devam eden felsefe müfredatlarının ülkemiz koşulları ve eğitim seviyemiz dikkate alınarak hazırlanan müfredatlar olduğunu söylemek oldukça zordur. Özellikle Fransız eğitim sistemindeki felsefe müfredatlarına dayalı olarak hazırlanmış aydınlanmacı, pozitivist ve ilerlemeci bir anlayışa bağlı olduğunu ifade edebiliriz.[3]
1970’li yılların sonunda, benim de Öğretmen Lisesi’nde öğrenci olduğum yıllarda liselerde Felsefe Gurubu derslerinden felsefe, sosyoloji ve mantık edebiyat ve tabii bilimler kollarında okutulurken matematik kolunda felsefe dersi okutulmazdı. Milli Eğitim anlayışımız felsefeyi matematikten tamamen ayrı ve farklı gören ve matematik kolu öğrencilerinin ihtiyaç duymayacağı bir ders olarak nitelendirmişti. Oysa Platon, Akademia’nın kapısına, “Geometri bilmeyen içeri girmesin” diye yazmıştı. Bu durum bile felsefenin bizim nezdimizde nasıl bir yere yerleştirildiğinin açık bir ifadesidir. Oysa felsefeyi kendisiyle başlattığımız Thales, bir matematikçidir. Pythagoras, matematik ve geometri hususunda önemli bir isimdir. Descartes, Pascal aynı zamanda önemli matematikçilerdir. Bilim ile felsefenin bağını koparan bir anlayış, felsefeye oldukça uzaktır. Resim, müzik, heykeltıraşlık, mimari gibi sanat dallarını matematikten, felsefeden nasıl ayrı düşünebiliriz? Zihnimizi disipline eden ve var olanlar arasındaki orantı ve ölçüyü matematikten başka hangi disiplin ile ifade edebiliriz? Disipline edilmemiş bir zihinden mantıklı, tutarlı ama aynı zamanda eleştirel bir düşünce beklemek ne derece mümkündür? Mesela liselerde okutulan mantık dersi, öğrenci açısından ne derece yararlıdır? Bu sorunun cevabı verilmiş değildir. Özellikle matematiğin bir kolu olarak ortaya çıkmış olan ve sembolik ya da modern mantık olarak adlandırılan, önermeler ve yüklemler mantığı olarak da iki kısımda ele alınan mantık dersi, öğrencide soyut düşünme ve sembolleri yorumlama yeteneği gelişmediği, sadece sembollere dayalı tutarlılık ve geçerlilik denetlemesi yapmaya yönelik olduğu için hayatla ya da konuşulan dil ile ilişkisi kurulamamakta ve bu suretle de öğrenciye anlamsız gelebilmektedir. Oysa mantık, Aristoteles’in dediği gibi bilim ve felsefe yapmanın bir aleti-organon’udur. Bu bakımdan son derece önemlidir.
Şimdiki mevcut duruma göre liselerde felsefe gurubu derslerinden 11. Sınıflarda sadece felsefe dersi zorunlu olup, 11. Sınıfta sosyoloji, 12. Sınıfta mantık ve bilgi kuramı dersleri seçmeli olarak okutulmakta ancak seçmeli felsefe dersleri öğrencilerin ilgisini çekmemektedir.
11. sınıfta haftada bir veya iki saat olarak müfredatta yer alan Demokrasi ve İnsan Hakları dersi de seçmelidir ve ilginç olan taraflardan birisi de, bu ders için Tarih öğretmenleri de derse atanabilmektedir. Derste işlenen konular ise tamamen felsefe ve sosyoloji disiplinlerini ilgilendirmektedir. Derslere, branş olarak doğru atamalar yapılmadığı takdirde dersin amacına ulaşması da mümkün değildir. Nitekim aynı sorun Düşünme Eğitimi dersi için de geçerlidir. Sosyal Bilgiler dersi için yetiştirilmiş öğretmenlerin, felsefe mezunları bir kenarda beklerken Düşünme Eğitimi dersine atanmaları akıl alacak gibi de değildir. Her iki ders de, muhakkak Felsefe Gurubu Öğretmenleri tarafından okutulması gereken derslerdir. Doğru atamalar yapılmadığında dersler işlevini yitirir. Dahası, bu dersleri verebilecek eğitimden geçmemiş ama bu dersler için atanan öğretmenlerimizi de büyük bir haksızlık, eziyet ve zulüm ile karşı karşıya bırakmış oluruz. Öğretmenlik, sadece sınıfa girip çıkma ve ders süresini doldurma işi değildir. Sınıfta, dersin içeriğiyle ilgili olarak kendi donanımını açık, anlaşılır ve samimi biçimde öğrencilerle paylaşma işidir. Donanım, sadece bilgi sahibi olmak değil, ilgili dersin düşünme tarz ve tavrına da sahip olmayla sağlanabilir. Nitekim çok yaygın olarak karşılaştığımız Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerinin felsefe derslerine girmesi de aynı olumsuz sonuçları doğurmaktadır. Hatta çok ilginçtir, 12 Eylül sonrası özellikle 1983 den sonra, benim de bir ara öğretmenlik yaptığım bu dönemde hazırlanan Felsefe Ders Kitabı bilim tarihi ve dinler tarihine paralel bir biçimde hazırlanmıştı. Hatta dönemin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Darwin Evrim Teorisi Hakkında Özet Rapor hazırlanmış ve Biyoloji ile Felsefe Gurubu Dersleri Öğretmenlerine gönderilmişti. Nasıl ki 1980 öncesi dönemde hazırlanmış olan kitaplar genelde batıdan devşirilmiş tarzda bir felsefe tarihçiliği (aydınlanmacı, pozitivist, ilerlemeci) zihniyetini yansıtıyor idiyse 1980 sonrasında da ANAP Hükumeti ile başlayan dönemde belirli bir dünya görüşünü temele alacak tarzda hazırlanmıştı. İktidarların dünya görüşünden en çok etkilenen ders, felsefe dersi oldu. Bu durum, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Nitekim İlahiyat Fakülteleri için felsefe disiplini açısından başlatılan olumsuz düşüncelerden tutun da liselerde derslerin azaltılması, Felsefe Gurubu Öğretmenliği için yapılan atamalardaki kontenjan azlığı gibi hususlar, felsefeye karşı olumsuz bir duruşun ifadesi gibidir.
Burada bir önemli husus daha dile getirilmelidir: Felsefe Gurubu Dersleri diye bir tanımlama felsefe, mantık, sosyoloji ve psikolojiyi içine alan bir tanımladır. Bu tanımlama ve sınıflandırmanın doğru olmadığını belirtmek gerekir. Çünkü felsefe felsefedir, sosyoloji sosyolojidir, psikoloji de psikolojidir. Bunları Felsefe Gurubu Dersleri adı altında toplamak ve her üç bölümden mezun olanları da “Felsefe Gurubu Öğretmeni” olarak atamak, bilimselliğe de pek uygun düşmemektedir. Böylece bu guruba giren derslere ayrı öğretmen atamaları yapmak suretiyle bu branşlarla ilgili istihdamı da artırmak mümkün olabilecektir. Çünkü sosyoloji ve psikoloji bölümlerinden mezun olanlardan, aldıkları 18 kredilik felsefe derslerine göre başarılı bir biçimde felsefe dersi vermelerini beklemek de pek mümkün değildir.
Bugün için durum nedir? Yukarıda ifade edildiği gibi ders sayılarının azlığı, seçmeli oluşu, farklı branşlardan gelenlerin de felsefeye ilişkin derslerde görevlendirilmesi, üniversiteye geçiş sınavlarında pek de önemsenmemesi, felsefe mezunu olunmasının herhangi bir cazibesinin olmaması gibi hususlar, derslere bakışı olumsuz olarak etkilemektedir. Ancak uygulanan müfredatlar açısından da meseleye bakmakta fayda vardır.
2009 yılında hazırlanan felsefe müfredatının giriş kısmında, “Felsefe eğitim-öğretiminden amaç; sorgulama yapabilen, tartışma kültürünü edinmiş, farklı fikirlere saygı duyan, felsefi bir bakış açısı kazanan ve bu bakış açısını hayata aktarabilen, felsefi tutum ve hoş görü kazanmış bireyler yetiştirmektir.
Felsefe eğitiminden beklenen; insanın özgün, bağımsız ve mantıklı düşünme yeteneğini geliştirmektir.” denilmektedir. Felsefi bilgi ile diğer bilgi türleri arasındaki farka da işaret eden açıklamalardan sonra özellikle sorgulayan kişinin kendisini de sorgulama konusu yapabilmenin önemine değinilmekte, bu sorgulamanın hayat için taşıdığı değere vurgu yapılmaktadır.
Öğrencilerin, “Bilgi, bilim, ahlak değerleri, varlık düzeni, dil, devlet, hukuk, sanat, din gibi felsefenin temel problem alanlarıyla ilgili düşünme, sorgulama ve eleştirme yeteneklerini geliştirmek de bu programın amaçlarından biridir.” Felsefe dersi programının genel amaçları da; felsefe dersini başarıyla tamamlamış olan öğrencilerin felsefe ve felsefe problemleri hakkında bilgi edinmelerini, felsefi sorgulama becerisi kazanmalarını, sistematik düşünebilme ve değerleri değerlendirebilme tutumu, dili ve kavramları doğru kullanma, felsefe ile hayat arasında bağlantılar kurabilme ve farklı bakabilme tavrını edinmelerini sağlamak olarak belirlenmiştir.
Felsefe dersi için ortaya konulmuş amaçlara ilişkin olarak söylenebilecek çok fazla bir şey yoktur. Önemli olan bu amaçlara ilişkin bir müfredat ve kitap hazırlama ve hazırlanan müfredatı amaçlara uygun olarak işlemektir. Form elbette önemlidir ancak içerik forma uygun olmadığı zaman formun bir önemi ve işlevi de kalmamaktadır. Bizim hemen her alanda eğitim sistemimizin belki de en önemli sorunlarının başında bu durum gelmektedir.
Ders kitabı, 8 üniteden meydana gelmektedir. Herhangi bir Felsefeye Giriş kitabında karşılaşacağımız felsefenin temel alanları birer ünite olarak ele alınmıştır. Felsefe İle Tanışma, ilk ünite olup felsefenin neliğine ilişkin bilgiler içermektedir. Felsefe, varlık karşısında alınan akli bir tavırdır. Heidegger’in benzetmesiyle, varlığın sesini dinlemek ve bu sese karşılık ses vermektir. Her felsefi soru, genelde varlık etrafında şekillenir ve diğer alanlarla bağlantısı da varlık kavramı üzerinden kurulur. Bundan dolayı felsefenin ilk ele alınması gereken disiplini varlık olmalıdır. Bu müfredatta meseleye bilgi teorisi ile başlanmış, oradan varlık meselesine geçilmiştir. Varlık meselesinin konu, kavram ve sorunları elbette oldukça ağırdır ve lisede öğrencinin bu zor konularla en başta karşılaşması belki sıkıntılı olabilir. Ancak doğru bir zemine ayak basmadan hareket etmeye başlamak da pek doğru bir yaklaşım değildir. Bilgi, Varlık, Ahlak, Sanat, Din, Siyaset, Bilim Felsefesi üniteleri sırasıyla ele alınmış ve bu felsefe sorunlarının temel kavramları, soruları ve tartışmaları üzerinde durulmuştur. Aynı zamanda her ünitenin felsefe ile olan ilişkisi ve her ünite vasıtasıyla felsefenin nasıl anlaşılması gerektiği vurgulanmaya çalışılmıştır.
Müfredatta aslında felsefe dersinin konuları açısından bir sorun görünmemektedir. Önemli olan bu müfredata uygun kitap yazımı ve derste öğretmenin tutumu belki de en önemlisidir. Ancak lise son sınıfa kadar felsefe ve felsefe kültürü ile hiç karşı karşıya gelmemiş olan, Türk Klasiklerinden ve Dünya Klasiklerinden habersiz olan, genelde ilköğretimden itibaren yabancı dil, matematik ve sadece gramer açısından Türkçe dışında diğer derslerle ciddi manada ilgilenme ihtiyacı duymayan bir öğrencinin, felsefe müfredatında yer alan konularla karşılaştığında bu konulara ilgi duymasını beklemek de oldukça hayal gibi durmaktadır. Test çözme pratikleri üzerinden başarıyı belirleyen bir sistem, felsefe eğitimi açısından bir anlam ifade etmemektedir. Test çözme, zihnin pratik olarak hareketini, felsefe ise daha çok teorik hareketini şart koşar. Test çözmede okuma ve anlama, sorunun biçimine göre elbette önemlidir ancak hiç anlamadan da bir soruya, test tekniklerini ezberleme yoluyla doğru cevaplar verilebilir. Felsefe eğitimi ise oturup düşünmeyi, muhakeme etmeyi, aklı problemleri görmek açısından kullanmayı ve anlamak istenilenin içselleşmesini gerektirir. Bundan dolayı felsefe eğitimi aceleye gelmez. Bütün bir öğrencilik hatta hayat sürecine yayılması gerekir. Oysa test, acele etmek zorunda bırakır öğrenciyi. Test, zekânın pratik işlevine ihtiyaç duyarken felsefe, aklın teorik faaliyetine ihtiyaç duyar. Eğitim sistemimizin bu hali mühendis, teknisyen, doktor ve zeki piyasa adamı yetiştirmeye daha müsait görünmektedir. Böyle bir eğitim sistemi içerisinden temel bilimler ve sosyal bilimler alanında başarılı bilim insanlarının çıkmasını beklemek oldukça zordur. Bundan dolayı felsefe başta olmak üzere sosyal bilimler alanına ilişkin olarak eğitim sisteminin gözden geçirilmesinde, sosyal bilimler ve felsefenin toplum ve geleceği için taşıdığı değerin farkına varılmasında adım atılması gerekmektedir. Felsefe ve sosyal bilimler alanına gösterilen ilgi, aslında insan ve topluma gösterilen ilgidir. Maddi olana olan bağlılık ve pratik olanın teorik olandan daha üstün olduğu yolundaki anlayış, insanı değil maddeyi kendisine konu edinir; insanı değil maddi olanı daha değerli görür. Çünkü zekânın pratik işlevi, Bergson’un çok iyi bir şekilde gösterdiği gibi, madde üzerinde egemenlik kurmaya yönelik bir işlevdir.
Felsefe eğitimi, ilköğretimden başlayarak, “çocuklar için felsefe” programları geliştirmek suretiyle küçük yaşlardan itibaren başlamalıdır. Özellikle soru sorma, kendi fikirlerini serbestçe ifade etme, düşünme becerilerini geliştirme amaçlarına yönelik olarak seçilecek olan bazı hikayelerden hareketle çocukların felsefi soru sorma ve felsefenin ele aldığı mutluluk, ahlak, özgürlük, sorumluluk v.b kavramlar üzerinden felsefe ile tanışmaları sağlanabilir. Çocuklar ile filozof arasında çok yakın benzerlikler vardır. Hem çocuklar hem filozoflar sırf öğrenmek için meraklarını gidermek ve hayret ve şaşkınlıktan kurtulmak için soru sorarlar. Hinlik yaparak soru sormazlar. Filozofun kaygısı, korkusu ve şüphesi ile çocuğun kaygısı, şüphesi ve korkusu arasında bazı farklar olsa da onları düşünmeye iten zeminde bütün bunlar bulunur. Bu açıdan bakıldığında filozof, zaman içerisinde ve toplum tarafından doğası bozulmamış çocuk gibidir. Küçük Prens, bunun en güzel örneğidir.
Yukarıda söz konusu ettiğimiz düşüncelerimiz çerçevesinde; eğitim-öğretimin ilk basamaklarından itibaren her ders içerisine felsefi denilebilecek ve öğrenciyi soru sormaya, eleştirel düşünmeye, aklını kullanmaya ve kendisini ifade edebilmeye yönelik yetenekler kazandırması için düşünme deneyleri, bazı hikâyeler ve hatta yaş durumlarına göre film gösterimleri yapılmalı, tartışmalar esnasında felsefeye ilişkin basit tarzda anlaşılacak kısa tanımlamalar yapılarak onların ilgisini çekecek bilgiler verilmeli ve bunların hayatımız ile olan bağı üzerinde durulmalıdır.
Bugün dünyanın içinde bulunduğu sıkıntıların temelinde, insanın tür olarak kökleriyle olan bağını yitirmesi ve bu yitiriş nedeniyle de insanlar arasındaki ilişkisizliğin yabancılığa dönüşmesi yatmakta, doğan boşluk maddi ve ekonomik olanla doldurulmaya çalışılmaktadır. Bir bakıma dünya, felsefesizliğin ve filozofsuzluğun derin sıkıntısını çekmekte ve dünyayı bir bütün olarak anlamlandırabilecek düşüncelerden mahrum kalmaktadır. Bundan dolayı da insanların eylemlerini belirleyen hakikat tutumu değil, pratik ilgi çıkarlar olmuştur. Çünkü anlam yitimi, eylemleri ahlaki bakımdan eşitler. Bu eşitleme, her eylemi meşruiyet sahibi kılar. İşte felsefe, bireyin hem kendi varlığının hem de bir bütün olarak dünyanın varlığının anlamının anlaşılması ve dünyadaki yerimizin ne olduğunun öğrenilmesi açısından önemli olduğu için bizi doğrudan anlam sorununa götürür. Özgürleşmenin, bencil olmayan bir kendilik bilincinin ve olaylar karşısında bilinç açıklığının yolu da buradan geçer.
Gerek dünyanın içinde bulunduğu sorunlar gerekse bizzat kendimizin yaşadığı ahlaki, siyasi ve varoluşa yönelik sorunlar bizim için felsefeyi her zamankinden çok daha fazla gerektirmektedir.
[1] Bu yazı daha önce bir dergide yayınlanmış ve birkaç küçük ilave ile tekrar gözden geçirilmiştir.
[2] Necati Öner, Felsefe Yolunda Düşünceler, Ankara: Akçağ Yayınları, 1999, s. 9-10.
[3] http://istanbul.dergipark.gov.tr/download/article-file/14563