Aslında ‘’aldığımız kararların’’ çoğu bizim kararlarımız değildir. Büyük ölçüde başkalarının yönlendirmesi ve şartlandırmasıyla o kararları biz almışız gibi düşünüp kendimizi de özgür bireylermiş gibi hissedip rahatlıyoruz.
Amerikalı bir psikiyatr olan Zimbardo 1971 yılında Stanford Üniversitesinde yumuşak huylu insanların, acımasız insanlara nasıl dönüşebileceklerini gösteren bir deney gerçekleştirir. Bütün öğrencilerin ruhsal durumu iyidir. Öğrencileri iki guruba ayırır. Bir guruba kendilerini gardiyan, diğer gurubu da kendilerini tutuklu yerine koymasını ister. Sözde gardiyan öğrenciler uygulamanın altıncı gününde, diğer öğrencilerin çoğunu ruhsal bir çöküşün eşiğine getirdiğini gören Zimbardo deneyimine son vermek zorunda kalır. Gardiyan öğrenciler kendilerine verilen gardiyanlık rolleriyle bütünleşmiş ve sözde mahkûklara gerçek gardiyanlar gibi davranmaya başlamışlar.
Günah ve yasaklarımızı, neyin iyi veya kötü olduğunu, helal ve haram olanı, inancımızı ve mezhebimizi veya kullanacağımız ürünleri… Biz kendimiz mi belirliyoruz? Sanmıyorum. Zimbardo’nun kendi adıyla anılan deneyinde olduğu gibi önceden bize biçilmiş bir rol var ve biz o rolü ‘özgürce’ oynuyoruz!
Erdal Atabek, ergenlerde ‘’Balık sürüsü davranışı egemendir.’’ diyor bir yazısında. Yani birisi bir şey yaptığı zaman diğerleri de ona bakarak aynı şeyi yapmaya çalışıyor ve böylece bir moda oluşuyor. Bu ‘sürü’ sözcüğü yıllar önce okuduğum bir gazete haberini anımsattı bana. Van’da bir koyun sürüsü otlarken, koyunlardan birisinin ayağı kayarak uçurumdan düşüyor, öbür koyunların hepsi de düşen koyunun ardından uçurumdan aşağıya atlıyor ve sürünün hepsi telef olup gidiyor.
İnsanlarda da ‘sürü davranışı’ söz konusudur. Birey olamayan, aydınlanmamış kafalar sürünün bir parçasıdır sadece. Birisi ne yaparsa o da aynısını yapmaya çalışıyor. Birisi yırtık, yamalı bir pantolon mu giydi, bir mekâna mı dadandı, bir yiyecek ve içeceğe mi ağırlık verdi, öbürleri de aynısını yapmaya çalışıyor. Bu durum daha çok genç kuşaklarda görülüyormuş. Gençlerdeki bu sürü davranışının şifrelerini ilk olarak çözen pazarlamacılar, onları nasıl yönlendireceklerini, alışkanlıklarını tüketim ekonomisi açısından nasıl değiştireceklerini de çok iyi bir biçimde hesaplayabilmekteler.
Mesela bir gün İspanyol paça, başka bir gün boru veya düdük paçayı, şalvar tipini, ayakkabılardan yemeniyi; yiyecek içeceklerden birisini gençlerin tutkusu durumuna getirirsin ve herkes yem atılmış güvercinler, balıklar gibi sürü psikolojisi ile oraya koşar. Tüketim ve yönlendirme ekonomisinde buna MODA deniyor. Gençlerin moda ve markaya tutkulu oluşları, gidip geldikleri moda mekânlar onların ortak kimliği oluyor.
Ortak kimlik, insanı birey olmaktan uzaklaştırır, sorumluluktan kurtarır. Çünkü birey olabilmek zor bir süreçtir, durmadan sormayı ve sorgulamayı gerektirir. Var olan veya dayatılan ‘Eski köy adetlerinden’ kurtularak sorunlara değişik açılardan bakıp özgür ve özgün yanıtlar verebilmek, sorumluluk almak demektir. Aslında bu özgürleşmektir. Özgürleşmenin de bedelini de herkes kaldıramaz.
Oysa sürü ve içindeki birey özgür olmadığı gibi onun ödeyeceği bir bedel de söz konusu değildir.
İnsanlar ne zaman sürüleşiyor veya sürüden ayrılıp özgürleşiyor?
İnsanlar soru sormaktan korktuklarında, ortak kimliklerini ön plana çıkarıp birey olmaktan uzaklaştıklarında, inancı bilincin yerine koyduklarında, bireysel sorumluluktan kaçındıklarında sürünün bir parçası olup onu çoğaltıyorlar. Tersini yaptıklarında özgürleşerek sürüden ayrılıyor, birey oluyor ve sürüyü azaltıyor.
Var olmak soru sormakla başlar. Soru sormak derken ‘Bir bilene sorup da cevap almak’ biçiminde anlaşılmasın. Elbette bu da olacak. Soru sormak, bütün bağlayıcı, sınırlayıcı ön yargılardan sıyrılarak doğada ve toplumda olup bitenlere yanıt bulmaya çalışmaktır. Bunun ardından yargılama süreci başlar. Sonra sürüden ayrılarak özgürleşme aşamasına geçilir. Çünkü özgürlük bilinçlenmekten geçer. Başka bir değişle ‘ Özgürlük zorunluğun bilincidir.’
Günümüzün egemen sistemi Pazar ( Piyasa) ekonomisine dayanan yeni, revize edilmiş liberal bir sistemdir. Bu sistem ürettiği marka ürünler, verdiği aynı hizmet biçimlerini geniş toplumun tüm kesimlerine dayatarak insanları sürüye katma yolunda yeni araç ve gereçler için devasa paralar harcamaktan ve bunun için bilimi de, bilim adamları aracılığı vasıtasıyla kullanmak geri kalmıyorlar.
Korkuya dayalı yönetim biçimleri de toplumu sürüleştirir ve bireyleri bu sürüye katmaya çalışırlar. Bunun en acımasız örnekleri yakın tarihte Musallini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ve Stalin dönemindeki Sovyetler Birliği’nde yaşadı.
İnanca dayalı sistemlerin hepsi de toplumları sürüleştirir. Çünkü bu sistemler ideolojik sistemlerdir. İdeolojiler ise donuk kalıplardır. İnsanlara ortak bir kimlik kazandırarak onları kitlesel gücün, mekanik bir parçası durumuna getirirler. Tıpkı bir makinanın basit bir parçası gibidir birey… Erdal Atabek buna ‘’ Bütün çağların en büyük tehlikesi.’’ Diyor.
Kapitalizmin kendi sistemini sürdürebilmek için kirletmediği, savaş açmadığı hiçbir alan kalmamıştır. Kendisiyle de çatışma halindedir. Artık kapitalist sisteme dur diyecek güçler bir araya gelip bir ‘’stop’’ çekemezlerse kendisini de yok edecek bir imha aşamasına geçecektir. Ne yazık ki kapitalist küreselleşmenin körüklediği mikro milliyetçilik, çeşitli eksenlerde inanç toplulukları yaratmaya çalışması toplumlar tarafından, hatta o toplumu çoğu yöneticileri tarafından bile işler olup bittikten sonra fark edilmeye başlandığına da tanık oluyoruz. Örneğin bir zamanlar BOB eş başkanı olmakla gurur duyanlar, göğsüne vurup onunla övüneneler bu sözcüğü nedense artık anmaz oldular.
Bazen de Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde belirttiği gibi kendi çıkarlarını, müstevlilerin çıkarlarıyla tevhid eden ‘bedbah’lar da küresel aktörlere çanak tutarak onların dünyayı felakete sürüklemelerine neden olabilmektedirler.
Çözüm, bireylerin sorumluluk yüklenmesinden, toplumu kucaklayabilecek sivil toplum kurumları (STK)nın güçlendirilmesinden, bilimsel, sorumluluğa dayalı ortak değerler üretilmesinden, demokratik içerikli bir eğitimden ve demokratik bir toplum yönetiminden geçer.
Bunları pratiğe nasıl yerleştirmek lazım! Bu konuda elbette bir yığın deneyim var Türkiye’nin geçmiş tarihinde ve dünyada. Bunların incelenip günümüzün ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden biçim verilebilir, yeni fikirler ileri sürülebilir… Bu ‘bilirler’ çoğaltılabilir.
Ruhi Su bir türküsünde:
"Derdi veren derman vermez,
Dert bizde derman ellerimizde’’ diyor.
Şükriye Tutkun ise seslendirdiği bir Azeri türküde:
"Sulha gelin ey insanlar,
Yoksa dünya mahvola." diyor.
P. Sartre ise aklımda kaldığı kadarıyla ‘’ Asıl felaket, felakete karşı çıkacak insanların azlığıdır.’’ diyor.
Sosyoloji07 Haziran 2024 12:47