“Toplumsal Sorun”
Bir sorunu, toplumsal sorun olarak nitelemek ve adlandırmak için, önce toplum denilen bir bütünü etkileyecek nitelikte olması gerekir. Örneğin eğitimin, terörün, ekonomik krizin toplumsal nitelikte bir sorun olduğunu söylediğimizde bunu kastetmiş oluruz. Bu sorunların doğrudan ya da dolaylı bir şekilde toplumu oluşturan tüm bireylere etki ettiğini kabul ederiz. Doğal olarak da bu sorunların nedenleri ve çözümünü, karar alıcı, uygulayıcı, düzenleyici kurum olarak politikanın içinde anlamaya, anlamlı kılmaya çalışırız. Böylece politik alanla ilgili düşünüş biçimimizi, sorun analiz yöntemimizi, değerlerimizi, beklentilerimizi, çıkarlarımızı bu sorunla buluşturur, kendi kamusal söylemimizin vaz geçilmez konusu haline getiririz. Bunun için örgütler kurar, düzenleyici konuma gelme ihtimali olan partilerden konuyu programlarına almasını isteriz. Seçim dönemleri geldiğinde partiler bizlere kendilerinden talep edilenleri vaat olarak sunarlar. Öncelikleri kesinlikle bu sorunlar olur. Vaatlerinin yeterli olmadığı yerlerde kongreler, çalıştaylar, sempozyumlar yaparlar. Toplumsal sorun üzerinden talep geliştiren insanlarla bağlarını sıkılaştırırlar, kurmayı düşündükleri veya uygulamaya geçirdikleri politik hegemonya için bu sorunları verimli alan olarak görürler.
Aslında buraya kadar pek de sorun görülmez. Yapılanların doğal, olağan ve bir o kadar da olması gereken olduğunu düşünürüz.
Durumu biraz daha yakından ele aldığımızda bazı sorunların, toplumsal sorun haline gelme ölçütünü taşıdıkları, barındırdıkları halde toplum tarafından “toplumsal sorun” olarak görülmediğini ve eğitim, terör, ekonomik sorunlar vb gibi ele alınmadığını görürüz. En azından kendi adıma gözlemlerime dayanarak bunun böyle olduğunu düşünüyorum.
Doğal olarak da şu soruyu soruyorum: Neden toplumumuz, bu ülkenin insanları, birinci derece ve ikinci derece yakınları arasında etkilerini yaşayıp gördüğü trafik kazaları ve başta kanser hastalığı olmak üzere bazı hastalıkları bir toplumsal sorun gibi algılamıyor, görmüyor? Neden bu sorunlarla ilgili olarak kendini (fikrini söyleyen, talep eden, bunun için örgütlenen biri olarak) kamusal alanın bir parçası haline getirmiyor? Politik alanda kendisini temsil eden örgütlere, gruplara bu konularda talep baskısında bulunmuyor? Örneğin onların seçim vaatleri arasında bu sorunlara yönelik çözüm önerisi arayışına girmiyor?
Sorunları Kimlikle İlişkilendirme
Bu sorular beni aslında uzun zamandır meşgul eden ve daha önce Doğan Ergun, Bozkurt Güvenç gibi bilim insanlarının tartıştığı ele aldığı bir soruna götürdü. Bu ülkenin insanın nasıl düşündüğü ve yaşamı nasıl anlamlandırdığı (açıkladığı demiyorum bunun sonra üzerinde duracağım) sorununa, onun kurucu özünün ne olduğunu bulmaya yöneltti. Kendim dahil bu ülkenin insanlarının bir kurucu özü, neliği var mıdır? İşte peşine düştüğüm bu sorunun cevabının, bu ülkenin insanlarının neyi/neleri toplumsal sorun olarak gördüğü ve bunu nasıl belirlediğinin ölçütlerinin çıkarılmasıyla verilebileceğini düşünüyorum.
Bu ara nottan sonra tekrar konuya dönersek, gördüğüm şudur: Bizim insanlarımız karşılaştıkları sorunları, kendi değer alanını kuşatan, kendisine hazır anlamlar sunan doğal, yada doğal hale getirdiği kimlikleriyle ilişkilendiremediğinde sorunu, toplumsal sorun noktasına taşıyamıyor. Trafik, kanser ve deprem gibi sorunlar bu türden, bu nitelikte sorunlardır. Oysa eğitimde, terörde, kadın cinayetlerinde hatta sokak hayvanları konusunda dahi bunu yapabilmektedir. Böylece sorunu, herkesin sorunu olmaktan çıkarır, kendi kimliğinin içinde ele alır.
Oysa trafik kazaları, kanser ve deprem gibi sorunlar insanlarımızın canını alıyor. Bu sorunlardan dolayı örneğin terör eylemleri sonucunda kaybettiğimiz insandan daha fazlasını kaybediyoruz. Sadece kanser her yıl yaklaşık 100 bin civarında insanımızın canını alıyor. Yine her yıl 190 bin civarında insana kanser teşhisi konuluyor. Trafikte ise her yıl 5 bin binin üzerinde insanımızı kaybediyoruz. 2009-2018 arasında kaybettiğimiz insan sayısı 52 bin civarında. Bu ülke 1985’den bu yana terör sorunu yaşıyor. Trafikte ölüm sayısı bu yıldan itibaren başlatılsa ve her 10 yıla, 50 bin insan olarak hesaplansa, sorunun boyutları sanırım anlaşılır.
Sonuç-1: “Ben” ve “Biz”den Çıkama Herkese Ulaşamama
Bu acı tabloya rağmen ne kanser, ne trafik, bir toplumsal sorun olarak gündemimize gelmiyor. Çünkü trafikte kaza yapan insanlar nerede ise herkestir. Kadın, erkek, zengin, Kürt, Çerkez, Alevi, Sünni, kadın-erkek, cahil-profesör, yaşlı-çocuk demeden herkes. Sorunu herkes yaşar. Ve bizim insanımız “herkesi” kendi kimliğin kendisine sunduğu anlamlı kılma evreninde anlamlı kılamaz. Çünkü herkese ait olan sorun üzerine düşünmek, çözüm aramak, sorunu ortaklaştırmakla kalmaz, kimliğin anlamlandırma evreninde gedik açar, hatta bu duvarı kaldırır. Daha da önemlisi dünyayı hazır anlamlar üzerinden kendisine kurmasına izin vermez. Kendisini, test edilmiş, denenmiş, geçerliliği ve güvenirliği olan bir bilgiyle karşı karşıya getirir. Yaşadığı sorun ile kendi anlam dünyasındaki duyguların rolünü azaltan, değerleri arka plana çeken, kendisini hazır bulduğu kimliğin kapalı duvarlarından dışarıya taşıyan açıklamayı esas alan bir dünya kurmaya zorlar. Ve bizim insanımız ne yazık ki bunu başaramamaktadır. Buna güçlü bir direnç ortaya koymaktadır. İnanılması güç ama bu direnç bu ülkenin sağcısından solcusuna, Türkünden , Kürdüne, Ermenisine, Yahudisine, eğitimlisinden eğitimsizine değişmemektedir. Kendi kimlikleriyle ilişkilendiremedikleri bir sorunu sahiplenememektedirler. Bizim insanımız bir kimlik örgüsünün içindedir. Sorunlara oradan bakar. Kimliğinin izin verdiği oranda olumlar, sahiplenir ya da reddeder.
Sonuç-2: Bilimsel Bilgiye Mesafeli Olmak
Bu insanları kendi doğal kimliklerinden arındırdığımızda (bir an için karşımızdakinin Kürt, Türk, Alevi, Kadın, erkek vb olduğunu düşünmeden, onu sadece toplumsal sorun karşısındaki tavrıyla düşündüğümüzde) karşımıza bilimsel bilgiyle kendi yaşamı arasına mesafe koyan, test edilmiş, doğruluğu ve geçerliği ortaya konmuş bilgiyi tem alan bir davranış geliştirmekte zorlandığını görürüz. Trafikte hızın 120 yazdığı levhadaki bilginin yanış olduğunu yeni bir deneyle yanlışlamadan geçersizliğini kolayca ilan edebilir. Beslenme davranışlarımızda da bilimsel bilgi arayışımız, etrafımızdan topladığımız bilginin çok gerisindedir.
Sonuç-3: Yapan Oluşturan Değil Taşıyan İnsan
Kimliklerin toplumsal sorun algımızı bu kadar etkilemesinin nedenlerini bu kimlikler etrafında oluşan tarihin içinden çıkarabileceğimiz gibi şu andaki işlevleri üzerinden de çıkarabiliriz. Bunun için şu soruyu sormak yeterli olabilir: Neden büyük kentlerimizde bu kadar hemşeri derneği bulunmaktadır? Neden bulunduğumuz, yaşamımızı kazandığımız kentin insanı olarak görmüyoruz da kendimizi, annemizin, babamızın doğduğu yerle kendimizi tanımlıyoruz? Kuşku yok ki kendimizi orada görmemiz bize yaşamımızı kolaylaştıran bazı kazanımlar sunmaktadır.
Kimlikler, insanlar kendilerinin her gün birlikte inşaa ettikleri bir olgu bir kültür evreni değildir. Bu ülkenin insanları bunları doğal olarak alır ve kendini bunları taşımakla görevli sayar. Dolayısıyla bizim insanımız, yapan, oluşturan değil taşıyan olmaya göre kendini kodlar.
Bunca eğitime rağmen neden böyle olduğumuzu kendime sorduğumda, bu işin sırrının, okuldan çok aile içi aktarımda olduğunu düşünüyorum. Çocuk okula gelene kadar kendi kişiliğinin sütunlarını oluşturmakta ve eğitim sadece bu sütunlar arasına konulan tuğlaların harcı, dış yüzeye çekilen sıva ve boya olmaktadır. Gerçi özellikle tv, internet ve cep telefonlarıyla aile içi aktarım, kendisine yeni ortaklar bulmuş durumda olmasına rağmen kanımca etkisini sürdürmektedir.
Farklılıkların altında aynı insanı bulmak gerçekten beni çok şaşırtmaktadır. Bazen güncel konularla ilgili insanlardan “herkes aynı”, “o da gelse çalar”, “hiçbir şey değişmez” sözlerini duyduğumda bu özün deneyimle fark edildiğine yorumladığım olmuyor değil. Bu durumun nasıl oluştuğu, taşıyıcı kurumlarının neler olduğu ve sorunun nasıl aşılması gerektiği soruları daha şimdiden cevaplanmayı beklemektedir.
Sosyoloji07 Haziran 2024 12:47