Cahit BULUT
Dün gece başlayan kar yağışı bu gün de kesintisiz devam etti. Rüzgarın esintisine uyarak bir o yana bir bu yana savrulan
gıcık, beyaz tanecikler çatılarda beyaz kalın bir örtü oluşturmuş,yeşil çam ve servi ağaçlarının üzerine adeta bir gelinlik gibi giydirilmişti.Yapraksız ağaçların dallarına tutunmuş beyaz tanecikler kurşuni bir renk almış...Bazen keleplenerek küçük hortumlar oluşturuyor, bazen de hışır hışır içeri girmek istercesine pencerenin camlarını dövüyor '' Doğa boşluk kabul etmez'' özdeyişini ispatlarcasına balkonları,pencerelerin önündeki çıkıntıları, çatı ve kapı aralıklarını, duvarlardaki en küçük çatlaklara bile hücum ederek dolduruyordu...Göz alabildiği her yer beyaz bir örtüye örtülmüş gibi...
Her şey soğuktan adeta donmuş, dışarıdan ne bir insan ne de bir araba sesi geliyordu. Şehir sanki boşalmış, cereyanı kesilmiş bir fabrika gibi durmuştu. Camlara hışır hışır vuran kar tanecikleri ve rüzgârın dondurucu uğultusundan başka bütün sesler adeta sıkıyönetim ilan edilmiş gibi kesilmişti.
Pencereleri perdelerini aralayanlar yıllardır göremedikleri göz kamaştırıcı bir parlaklıkla karşılaştı. Altmış yediden bu yana ilk olarak böyle bir karla yüz yüze geliyorlardı. Bebeklerini kaçaklarına almış anne ve babalar onlara karı tanıtmaya çalışıyor.
Tipi dinmiş, kar mola vermişti. Bacalardan salınan dumanlar şehrin üzerinde kurşuni renkte bir sera örtüsü oluşturmuştu... Derken tek tük karga ve sığırcıklar gözükmeye başladı. Nedense bir karganın '' gak gak '' diye ötüşü bana '' vah vah! '' gibi gelmişti. Bu öncü kuşların ardından sürü sürü akın etmeye başladılar. Uçup nereye gidiyordu bu kuşlar? Bu beyaz ve dondurucu havada yaşamlarını sürdüremeyeceklerini anladıklarından onlar da insanlar gibi göç etmek zorunda kalıyor diye düşündüm. Boşa dememişler '
'' Var git oğlan var git mekânın ara
Nerde karnın doyarsa vatanın ora. '' diye.
Kapı zilinin çaldığını duyar gibi oldum ama ihtimal vermediğim için kalkıp gitmedim. Bir kaç saniye sonra yine duyar gibi oldum zilin sesini. Demek birisi vardı kapıda. Bu karda kıyamette kim olabilirdi ki? Mutlaka apartmandan birisi olmalıydı. Terliği ayağıma geçirip çıkıp açtım kapıyı. Yanılmamıştım, gelen orta katta oturan Osman'dı.
'' Günaydın Hoca !'' dedi. Ellerini birbirine sürerek ısınmaya çalışıyordu. Avuçlarını birleştirip ciğerlerinden sıcak hava hohlayıp tekrar hızlı hızlı bir birimine sürtmeye başladı.
'' Günaydın Osman, hayırdır.'' dedim.
'' Kontrol kalemin var mı ?''
'' Var, kapıda durma, içeri gel, bulmam gerek.'' dedim.
Plastik terliklerini aceleyle çıkarıp içeri daldı.
Kısa boylu, kıvırcık, siyah saçlı, esmer, sağlam bir yapısı vardı. Herhangi bir mesleği yoktu, ne iş bulsa onu yapardı. Ciddi bir iş aradığını da pek sanmıyordum. Eşi Sevgi, ondan çok uzun boylu, sarışın, güzel bir bayandı. Osman’dan duyduğuma göre bir döviz bürosunda çaycılık yapıp temizlik işlerine bakıyormuş. Lise çağındaki iki kız ve beş yaşındaki bir erkek çocukları vardı. Hepsinin geçimi onun üzerineydi.
Kontrol kalemini bir türlü bulamıyordum. Bu dağınıklığın içinde kim bilir hangi eşyanın altında, hangi kitapların arasında kaybolmuş gitmişti.
'' Çay içer misin? '' diye sordum, sağı solu kurcalarken '' Yeni derlemiştim. ''
'' Hastaya ilaç mı sorulur Hoca, içerim valla! Bizim çay da bitmişti, iki gündür alamadık da !''
Çay doldurup getirmek için mutfağa yöneldiğimde arkamdan '' Şekeri bol olsun ha! '' diye seslendi.
Çayı verirken '' Kontrol kalemini ne yapacaksın? '' diye sordum.
'' Elektrik sobası bozuldu da onu tamir edeceğim.''
Oysa belediyenin dağıttığı o pis kömürden en azından üç kez aldığını biliyordum. Başkaları bir kez kömür alamazken o bunu nasıl beceriyordu anlamış da değildim.
'' Isınmak için elektrik mi kullanıyorsun ?' diye sorunca evet anlamında '' Hee'' dedi.
'' Belediyeden aldığın kömürü neden kullanmıyorsun? Aldığı kömürleri bir kısmını torba torba satmıştı. Geri kalanını da satmak için bekletiyordu. Bana da '' İsteyen olursa haberin olsun !'' dedi.
'' Elektrik pahalıya gelmiyor mu, nasıl kalkıyorsun altından? ''
'' Yahu boş ver Hoca, Allah büyüktür !''
Dini bütün bir görüntüsü vardı. Cebinde namaza dururken kafasına taktığı terliği eksik olmazdı. Özellikle cuma namazlarını hiç kaçırmıyordu. Başındaki terlikle bazen çarşı pazar dolaştığı da oluyordu. Unutkanlıktan mı, bilinçli mi yapıyordu bunu bilemiyorum.
Bana temizliğe gelen alt komşum Maya'dan duyduğuma göre hanımı onu yatağa almıyormuş da kapı dibinde, eşikte kıvranıp yatıyormuş. Çocukları için evlilik görüntüsü veriyor kadın, kimse onlara ilişmesin diye.
En büyük kızı Fidan, orta boylu, esmer, çok güzel bir kız. Lise ikiden terk... Her gün geç saatlerde lüks arabalarla evine bırakılması, giyim kuşamı, lüks havası, yan tarafımızda inşa edilen vakıf binasının bekçisi Hayri'nin dikkatinden kaçmamıştı. Mahallenin bütün trafiğini kontrol edebiliyordu. Neredeyse yirmi dört saat bütün mahalleyi görebilen kulübede veya kulübenin önünde geçiyordu. Bazen beni de yakalar, semaverde demlediği çayı ikram eder ve saatlerce bazen gece yarısından sonra bire, ikiye kadar sohbet ederdik. Bu vesileyle bende Fidan'ın geç saatlerde lüks arabalarla getirilip kapıya bırakıldığına tanık oldum.
Bir gün temizliğe gelen alt komşum Maya , Osman'larda kıyametin koptuğunu söyledi. Sevgi'nin Fidan'ı öldüresiye dövdüğünü, elinden zorla aldıklarını söylemişti. '' neden ki ?'' diye sorduğumda tatlı tatlı gülümseyip '' Ne bilim ben! '' deyip geçiştirmeye çalıştı. Mahallede, apartmanda olup bitenlerin haberini ondan alıyordum. Bekçi Hayri mahallede, Maya da evlerin içinde olup bitenleri öğrendiğim kaynaklarım. Biraz ısrar edince anlatması için '' Anası ben sana kaç defa gitmeyeceksin, yapmayacaksın demedim mi? Şimdi ne bok yiyeceğiz !'' deyip yerden yere vuruyormuş kızı.
'' Niye ne yapmış ki? '' diye pekiştirmek için tekrar sordum.
'' Aman yav Hoca anla işte !''
'' Bu kez sınırı aşmış desene !'
'' Elin oğlu, adamın gözünün yaşına bakmaz acımaz insana acımaz! '' dediğini anımsadım. Sonra da '' Anası ne ki kızı ne olsun, o da dövizciyle nasıl kırıştırdığını gelip bana anlatıyor. Neymiş, bu gün şurasını okşamış, burasını okşamış da! Bana ne sankim !''
Osman ayakta çayını yudumluyordu, ben kontrol kalemini aradığım esnada Maya'nın söylediklerini geçiriyordum kafamdan. Kalemi buldum sonunda.
'' Bir çay daha içer misin? '' diye sordum.
'' İçerim valla, çay çok güzel olmuş, hem bu havada insanın içini ısıtıyor.''
O oturmak için içeri geçerken ben de çay doldurmak için mutfağa geçtim. İki çay doldurup getirdim. Kalkıp elimden bol şekerli çayı alırken lapa lapa yağmaya başlayan kara baktı '' İyi yağıyor maşallah, çoktan beri böyle bir rahmet görülmemişti !''
'' Doğru söylüyorsun,1967'den beri böylesi yağmadı.'' dedim.
'' Ne demiş atalarımız 'kar yılı var yılı' toprak suya doyunca hasılat bol olur.''
'' Doğru söylemişler de senin bağın yok, bahçen yok, tarlan yok.'' dedim.
'' Öyle deme hoca !'' dedi beni suçlarcasına. ''Kar rahmettir, berekettir. Bereket olunca ürün çoğalır, o zaman fiyatlar düşer, fakir fukaraya gün doğar! ''
'' Diyalektik düşünüyorsun yanı! ''
'' O ne ki Hoca ?''
'' Yani her şey birbirine bağlı diyorsun .''
'' Ha, aynen öyle .'' dedi
Zaman zaman evdeki fazlalıklardan komşulara dağıtıyordum. Yalnız yaşadığımdan, arabanın bağlacına doldurup getirdiğim domates, patlıcan, biber, incir, üzüm, kabak vs. bana çok geliyordu. Ekonomik olarak çok zor durumda olduklarını bildiğimden en büyük payı Osmanlara veriyordum. Başkalarının yaptığı gibi satıp paraya çevirmeyi becerebilecek bir insan da değildim.
Osman her zaman yaptığı gibi birden bire '' Ya Hocam, bizim yiyecekler de az kaldı! Bu kışta kıyamette ne yaparız? Şöyle biraz bulğur, simit, makarna olsa bu kışı da atlatırız! '' dedi.
Benden ek yardım istediğini anlamıştım. Duymazlıktan geldim. Oysa dilenci tipi isteklerden pek hoşlanmadığımı bilse benden böyle bir istekte bulunmanın ters tepeceğini bilirdi. Dilenciler onursuz, dolandırıcı insanlar gibi gelir bana. Oysa gerçekten ihtiyacı olduğu halde başkasından bir şeyler istemektense ölümü tercih edecek o kadar onurlu insan var ki..
Zaman zaman Su burcu Caddesinin bir köşesine büzülmüş zayıf bir deri bir kemik kalmış yaşlı bir insana rastlarım. Karton bir kutunun içine özenle yerleştirilmiş çakmaklar, rengârenk tespihler, çakmak taşları satar. Bazen Öğretmen Evi yemekhanesinde yemek yer, bahçedeki bir masaya karton kutusunu bırakıp bir çay içer, satış için tekrar köşesine giderdi. Bahçeye geldiğinde bazen yanıma çağırır bir çay ısmarlarım. Sonra ihtiyacım olmadığı halde sanki alacakmışım gibi çakmak konusunda sıkı bir pazarlık yaparım. Anlaştığımız fiyat üzerinden çakmağın parasını öderim. O bana çakmağı uzattığında '' Sigarayı bıraktım, şimdilik çakmağa ihtiyacım yok, sende kalsın, sonra alırım.'' dediğimde bana tuhaf tuhaf bakar. Bu tavrım bir kaç kez tekrarlanınca kendisine yardım etmek istediğimi anladı. Kaç kez yemekhanedeki kasada oturan çocuğa '' Bu ihtiyardan para almayın.'' dedim. Sağ olsunlar, ondan sonra bu yaşlı adamdan hiç yemek parası almadılar.
Ufacık, sevimli minnacık oyun çağında bir kız çocuğu, on yaşında ya var ya yok! Elindeki simit tablasını zar zor taşıyor. Simitleri çoğu zaman yerlere döküyor, telaşla kimse görmesin diye hızlı hızlı toplayıp tekrar diziyor tablaya! Kim bilir nasıl bir hikâyesi vardır? Simitlerini satabilmek için kahvelere girip çıkıyor. Karnım aç olmadığı halde '' Kız, gel buraya !'' diye çağırınca bir simit satacağım diye koşar adımlarla gelir yanıma.
'' Kaç liraya simit? '' diye iş olsun diye sorarım.
''Bir buçuk lira amca.'' der.
Bozuk param varsa çıkarıp veririm, yoksa bozukluğum kadar pazarlık ederim. Arkadaşlar gerçekten param yok sanarak paramın üstünü bir buçuk liraya tamamlarlar. Veririm parayı, kız simiti uzatınca '' Şimdi canım istemiyor, başka zaman alırım. Âmâ unutma, bana bir simit borçlusun. '' derim. O da başını sallayarak '' Tamam '' deyip uzaklaşır. Haftada iki üç kez bu olay tekrarlanınca kızcağız ve arkadaşlar ne yapmak istediğimi anladılar.
Osman'ın tavrı bunları düşünmeme neden olmuştu. Dışarı baktım, kar ve tipi dinmişti.
Büyük kızı Fidan kaç gündür ortalıkta yoktu. Neredeydi acaba, annesi cezalandırıp içeriye mi kilitlemişti yoksa? Acaba kaçıp bu sefil hayattan kurtulmak mı istemişti, yoksa bir namus cinayeti mi...? Ne de olsa Osman Urfalıydı! Allah'ım ben de neler düşünüyorum! En iyisi kendisine sormaktı.
'' Senin büyük kız nerede, kaç gündür gözükmüyor da, hasta falan mı yoksa? '' diye ağzını yokladım.
'' Fidan mı? İstanbul'a gitti, kaç gündür orada.''
''İstanbul da ne yapıyor diye? '' diye sordum.
'' Amcası çağırdı da. '' dedi.
'' Allah Allah! Benim bildiğim kadarıyla senin erkek kardeşin yok, dolayısıyla onun amcası da yoktur.'' dedim.
'' Yav gerçek amcası değil, öyle amca. ''
'' Sen tanıyor musun bu amcasını ?''
'' Yok, tanımıyorum. Ara sıra çağırır, Fidan da gidip bir iki hafta yanında kalır, sonra da dönüp gelir. ''
Saf mıydı, yoksa aptal mı veya saflığa, aptallığa mı vuruyordu, Bana bir şeyler de ima etmek isteyebilirdi, evet mutlaka öyle olmalıydı. Gerçi kafa da fazla yormak istememiştim. Çayını bitirmişti.'' Hoca ben çıkıyorum .'' deyip oturma odasından çıkarken kontrol kalemini almadığını gördüm.
'' Kontrol kalemini unutmuşsun.'' diye seslendim. Dönüp alırken '' Kafa kalmamış ki! dedi. Kalemi cebine yerleştirirken '' Şu yiyecek işini de hal edebilsek.'' dedi.
'' Fidan İstanbul'dan amcasının yanından epey parayla gelir herhalde, o zaman alırsınız ihtiyacınızı. '' diye laf çaktım.
'' Hele bir gelsin de...'' deyip çıkarken '' Kontrol kalemini birazdan getiririm.'' dedi.
O çıkıp gittikten sonra kapıyı kapatıp odaya döndüm. Kar her şeyi, her şeyi temizlemiş, bütün pislikleri görünmez duruma getirmişti. Keşke manevi bir kar da şu insanlara yağsa, insanlardaki pürüzleri, lekeleri yok etse diye geçirdim içimden. Bazen böyle saçma sapan hayallere daldığım olur işte. Mesela bazen bir iyilik bombası icat edilse, atılsa dünyanın üzerine, ne kadar kötü insan varsa onları yok etse veya onları düzgün insanlar durumuna getirse diye düşünürüm... Hayal kurmanın sınırı yok ki... Belki de masalların çocuklar tarafından çok sevilmesinin nedeni onları güzel bir hayal âlemine götürüp, orada güzel güzel yaşatmalarıdır. O âlemde iyiler eninde sonunda hak ettikleri güzelliğe kavuşur, kötüler de cezasını çeker.
En üst kattaki iki daireden birinde oturuyordum. Her taraf cam, pencere. Kışın ısıtma olanağı yoktu. Üstelik çatı da çok eskiydi, akmaya başlamıştı. Tamirat gerekiyordu ama hiç kimse para vermek istemiyordu. Ortak kullanım alanları diğerlerini hiç ilgilendirmiyordu. Yönetmenlik, yaşa masa dinledikleri yoktu. Mahkemeye müracaat etsen karar çıkıncaya kadar çatı başımıza çökerdi. Yan tarafımda oturan öğretmen ve duyarlı üç komşudan topladığımız paranın üstünü tamamlayarak çatıyı tamir ettirdim ama yine de akmaya devam ediyordu. Çatının bütünüyle değiştirilmesi gerekiyordu... Ya bu karın yükünü taşıyamaz, çökerse diye içime bir korku da düşmüştü.
Karın tekrar dinmesiyle kuş trafiği de artmaya başlamıştı. Sığırcıklar, güvercinler, serçeler, kumrular... Derken çok yükseklerden bir karga ''gak gak '' diyerek geçmeye başladı. Nedense onun ötüşü de bana ''vah vah '' gibi gelmişti. Bir karga daha... ardından onu takip eden bir sürü karga belirmeye başladı ve rehberlerinin peşinden kim bilir hangi ekin tarlasına konacaklardı.
Telaşlı bir sığırcık sürüsü tüfeğin namlusundan çıkan saçmalar gibi karşı damın beyaz örtüsü üzerine siyah birer canlı leke gibi dağıldı. Birisi tam karşımdaki bacaya tünedi. Yiyecek bir şeyler bulabilir miyim umuduyla başını masum, zavallı, perişan bir edayla sağa sola eğdi... Kardan başka hiç bir şey görünmüyordu. Beyaz örtü her şeyi yok etmişti. Gözlerini yiyecek bir şeyler istiyormuş gibi benden yana dikti. Pencereyi açıp ''Buyur '' etsem belki de içeri girecek...
Kuşları ürkütmemek için pencerenin uzağından geçerek mutfağa girdim. Yazdan haşlayıp derin dondurucuya yerleştirdiğim dört mısır aldım. Birisini komşunun damına yesinler diye fırlatınca kuşların hepsi ürküp uçup gitti. Bir kaç saniye sonra her hangi bir tehlike olmadığını fark edince tekrar döndüler. Mısır koçanından bir diş koparabilmek için itip kakışmalar giderek öldürücü gaga darbelerine dönüşmeye başlamıştı. Kıyasıya bir kavga! '' Aç it fırın yıkar '' diyor ya bir atasözü, aç kuşlar da birbirinin gözünü oymaya çalışıyor işte. Yaşam içgüdüsü bütün canlı varlıklarda en başta gelen güdü!
'' Olmadı, bu hiç de iyi olmadı, böyle olmaz, insanlar gibi hayvanları da birbirine düşürdük. '' dedim içimden. '' Oysa bu yiyeceği damın üzerine dengeli serpiştirmiş olsaydım kuşların hepsi aynı noktaya hücum etmez, birbirlerine girmezlerdi.''
Oturup ısınıp söbeğinden kolay ayrılsınlar diye sobanın önüne koyduğum mısırları tanelemeye başladım. Dışarıda kuşlar arasına devam eden kavgayı bir an önce durdurabilmek için taneleme işini hemen bitirmem gerekiyordu... Mısır tanelerini bir tabağa alıp balkona çıktım, avuçladığım mısır tanelerini önce karşı dama, tarlaya tohum saçar gibi dengeli bir biçimde serpiştirdim sonra da bir kısmını kendi balkonuma... Dengeli bir dağılım yapmıştım. Kuşlar önce korkudan uçup yakın çevredeki damlara sığınmışlar, Bir tehlike olmadığını anlayınca da tekrar dönmüşlerdi. Kuşlar mısır tanelerinin yoğunluğuna göre dama dağılmış, herhangi bir kavga olmadan kursaklarını doyurmaya başladılar. İtişme kakışma da bitmişti ama huzursuzluk çıkarıp daha fazla taneye konmak isteyen açgözlüler de yok değildi!
Kargalar oldukça temkinli hareket ediyordu, güvercinler ürkek ve çekingen, sığırcıklar oldukça sertti. Yemlerine yaklaşan güvercin ve serçeleri sert gaga darbeleriyle uzaklaştırıyorlardı. Güç ve kuvvet onlardan yanaydı.
Tencerenin taşmaması için ara sıra mutfağa girip çıktığımda kuşlar tedirgin olup uçmak istiyorlardı. Ben onlara içimden ''Durun, sakın uçmayın. Hem nereye gideceksiniz bu karda kıyamette, her taraf aynı. Ben sizin dostunuzum, sizinle bir bütünüz, aynı dünyanın birbirini tamamlayan bir müzik korosunun değişik elemanları gibiyiz. Ağaçlar, bitkiler, böcekler, arılar, kelebekler, hava, su, ne varsa bu koronun birer elamanı. Bu topraklar notaların üzerine yazıldığı, koro elamanlarının üzerine yaşadığı mekândır. Hep bir arada bir senfoniyi oluşturan notalar ve onu icra eden sanatçıları gibiyiz.''
Bir güvercin içimden geçenleri anlamış gibi başını sağa sola bükerek mahzun mahzun yüzüme baktı. Kirli bir rengi vardı, havadaki isten dolayı kurşuni rengi iyice koyulaşmıştı, keskin bir azot, kükürt kokusu sinmişti üzerine. Başka bir güvercin '' size güvenmiyoruz.'' dedi.
''Neden güvenmiyorsunuz ?'' diye sordum.
''Siz insanlar akıllı varlıklarsınız, benliğiniz ve çıkarcılığınız var. Bunlar aklınızı, mantığınızı yok ediyor.'' Üzerine sinmiş insanî kirliliği yok etmek istercesine tüylerini önce kabartıp sonra silkelendi, üzerinde biriken kar tanecikleri sağa sola savruldu ama renginde her hangi bir değişim olmadı. Diğer güvercinler de ' Bu insani kirliliği artık istemiyoruz.' der gibi onu taklit etti. '' İnsanların ne yapacağı hiç belli olmuyor. Her an, her gün değişiyorsunuz, dün ak dediğinize, bu gün kara diyebiliyorsunuz, sevdiklerinizi kandırıp, onları göz kırpmadan öldürebiliyorsunuz Kendi çıkarlarınız için size nefes olan ormanları yaşadıkları bütün canlılarla birlikte yakıp yıkmaktan çekinmiyorsunuz. Hayvanları öldürüp derilerini yüzüyorsunuz. Ne karada ne de denizlerde öldürmek için peşine düşmediğiniz canlı kalmadı! İnsan aklının girip çıktığı her yerde denge yok oluyor...''
O esnada gökten bir kuş düştü balkona. Bir sığırcık... Kar birikintilerinin üzerinde debelenmeye başladı, uçacak takati olmadığı belliydi. Balkonun kapısını zorlayarak açıp dışarı çıktım. Berbat, keskin bir kömür kokusu karşıladı beni, nefes almakta zorlanıyordum. Beni yanı başında gören kuş uçup insandan kurtulmak için epey çaba sarf ettikten sonra takati tamamen kesildi, kanatlarını iki yana açıp karın üzerine öylece serilip kaldı. Ağzını bir astım hastası gibi sık sık açıp kapayarak nefes almaya çalışıyordu. Onu düşüp kaldığı yerden almak istedim, kaçabilmek için bütün gücünü toplamıştı. Korku ve telaş içinde parpazlayarak balkon duvarının bir köşesine sığındı. Ona yaklaştığımı görünce, sürekli dayak yiyip de karşı koyamayan bir çocuğun çaresizliği içine korku dolu gözlerle bana bakakaldı. Hareket edecek enerjisi tamamen bitmişti. İncitmeden yakalayıp avucumun içine aldım. Yüreği korku içinde pıt pıt atıyordu. Parmaklarımla kafasına masaj yapar gibi okşayarak onu sevdim, sırtını sıvazladım. Benden korkmaması gerektiğini belirtmek için yapıyordum bunları, belki de ona iyi gelir diye düşündüm... Başını hafiften gövdesine doğru çekerek kara, yusyuvarlak korku dolu gözlerle bana baktı baktı... Üç dört kez deri derin nefes aldı Verdi, bana bir şeyler anlatmak ister gibi gagasını bir kaç kez açtı kapadı. Dili uzamış gibi geldi bana. Sık sık nefes almaya başlamıştı ve bir kaç saniye sonra boynu yana devrildi, hareketsiz kaldı!
Balkonuma kadar uzanan çam ağaçlarının dallarını eğerek, bükerek, iç içe geçirip bir yuva durumuna getirdim, kuşun bedenini onun içine güzelce yerleştirdim. Bir kuş için en güzel mezar bu olsa diye düşünmüştüm!
Çok üşümüş, nefes almakta da zorluk çekmeye başlamıştım. Balkon kapısını kapatıp oturma odasına geçinceye kadar bir kaç sığırcık balkona dalmıştı bile. Her halde başsağlığına geldiler diye geçirdim içimden. Giderek çoğaldılar. Karşı dam kuşlarla dolmuştu. Ben içeri girince hemen üşüşmüşlerdi bıraktıkları yeme.
Zerzirin birisi yerden bir mısır tanesini kapıp balkon demirinin üzerine zıpladı.Mısır tanesi siyah gagasında altın bir diş gibi duruyordu.Beni fark etti ama ,hayret, uçup gitmedi . Kafasını bir iki kez havaya kaldırıp ağzındaki mısır tanesini gagasının gerisine doğru kaydırıp yuttu.Telaşla sağa sola baktı,balkona indi,tekrar balkon demirine çıkıp,tünedi,başını sağa sola bükerek sanki bana '' Ey insanoğlu! Gördüğün gibi patır patır dökülüyoruz gökyüzünden. Neden ? Çünkü sizler yok ediyorsunuz durmadan. Bu gidişatla derelerinizde, denizlerinizde balık,ormanlarınızda geyik,dağlarınızda keklik...kalmayacak. O güzelim ''DOĞA'' dediğimiz orkestranın bütün elemanları yok olup gidecek,geriye sadece kimya artıkları içinde bir pislik yığını kalacak! '' Biraz düşünür gibi yapıp sağa sola baktıktan sonra devam etti '' Geçekten hiç düşündünüz mü, bu hastahaneler neden dolup taşıyor,çocuklarımız neden sakat doğuyor,sağlam doğanların bir çoğu da gün görmeden göçüp gidiyor diye ! Ya bu afetler, savaşlar !Siz sözde, geleceğiniz olan çocuklarınızı düşündüğünüz için dünyayı zehirliyor, yaşanamaz bir mekan durumuna getiriyorsunuz ! Çocuklarınızın geleceğini düşünerek onları hasta kılmak,zehirlemek, yok etmek nasıl bir mantık bu! Derinden temiz bir nefes alabiliyor musunuz ? Bir kaç saniye içinde kesilmiş bir ağaç gibi devrilip gidiyorsunuz sizler de ! Ama dünyadaki kısmet bu kadarmış deyip suçu başkasına havale ederek işin içinden çıkıp rahatlatıyorsunuz kendinizi ! ''
Keskin bir kömür kokusu ve bacalardan yoğunlaşarak çıkan bok sarısı dumanlar almıştı her tarafı.
'' Ey insan ! '' diye seslenir gibi oldu kuş.'' Kendini, kendi neslini yok etme hırs ve anlayışından ne zaman vaz geçeceksin ? Bu yaptıklarını beğeniyorsan ,hoşuna gidiyorsa bunlar kendini yok etme zevkini yaşayabilirsin ! '' deyip uçurumdan atlayıp intihar eden bir insan gibi kendi apartmanların boşluğuna bırakıp gözden kayboldu.
Zil sesini duyar gibi oldum.Yanılmamıştım ,gelen Osman'dı,elinde kontrol kalemi vardı.
'' Hocam sağ ol !'' dedi kalemi uzatırken.
'' Bir şey değil, içeriye gir! '' dedim.
Ökçesini yatırdığı ayakkabısını hızla çıkarıp ,tökezleyerek içeriye girdi. Kitaplara bakarken '' Bunların hepsini sen mi okuyorsun ? '' diye sordu.
'' Fırsat buldukça okumaya çalışıyorum....Sana bir şey soracağım Osman. ''
'' Sor Hoca,cevabını bildiğim bir şeyse...''
'' Bilirsin ! Yaşadığın bu dünyada,diğer bütün insanlar gibi sana sadece iki seçenek sunulsa,ama başka hiç bir şey yok.'' Ne söyleyeceğimi merakla bekliyordu. '' Bir tarafta bir ton altın,diğer yanda sadece bir damacana su... Hangisini tercih ederdin !'' diye devam ettim.
Biraz düşündü. '' Dünyada bu ikisinden başka hiç bir şey yok mu yani ! diye sordu.
''Yok olduğunu farz et...İkisinden birisi !'' dedim.
''Hocam o zaman su !Altın,para yiyecek içecek almak, güzel yaşamak içindir. Bunlar yoksa altın ne işe yarar ki ! '' dedi...
Yeterli bir cevaptı benim için !