YAZIK DEĞİL Mİ BU ÇOCUKLARA
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN
Öğretmenlik mesleği ile ilgili olarak öğretmen yetiştirme, öğretmen eğitimi, öğretmen istihdamı… gibi kavramlar Türk Eğitim Sisteminde sürekli gündeme gelen meselelerdir. Dünyanın en eski mesleklerinden biri olmasına rağmen her kültürde öğretmenlik, ancak son iki üç asırdan bu yana müstakil bir meslek olarak kabul edilmeye başlamıştır. Zira mitoloji, din, felsefe ve askerliğin damgasını vurduğu eski devirlerden beri büyücüler, kabile reisleri, peygamberler, din adamları, filozoflar, devlet adamları, asiller, âlimler, zenginler, soylular… Toplumun yetişmekte olan bireylerinin terbiyesi üzerinde etkili olmuşlar, kendi irade ve düşünceleri doğrultusunda geliştirdikleri terbiye sistemleri hâkim kılınmıştır.
Tatbik edilen terbiyenin(eğitim) özünde başlangıçta savaşçılık, yiğitlik, bilgelik varken, Ortaçağla birlikte bunlara dindarlık, merhamet, adalet, fütuhat, aristokratlık eklenmiştir. Yeni Çağdan itibaren Batı’da Rönesans ve Dinde Reformasyon hareketleri terbiyeye dünyevi(séculaire) bir karakter kazandırmış, bilim, akıl, gözlem, deney, tabiat bu terbiye anlayışında ön plana çıkmıştır. Yakın Çağda ise iş, üretim, endüstrileşme, demokratikleşme, bilginin birikimi ve kullanımı, yaratıcılık yeni terbiye anlayışının temellerini oluşturmuştur.
Buna bağlı olarak eğitim tarihinde öğretici, mürebbi, pedagog gibi yeni ve modern meslekler ortaya çıkmıştır. Günümüzde bunların hepsi öğretmenlik mesleği içerisinde toplanmış bulunmaktadır. Terbiyeye ilişkin yukarda sözü edilen merhaleler öğretmenlik mesleğinin gelişimini hazırlamıştır. Batı’da kilisenin, Doğu’da din adamlarının tekelindeki öğretme ve yetiştirme işleri artık “öğretmenlik” mesleği mensuplarının esas uğraşı alanı haline gelmiş, önce öğretmenin, daha sonra da çocuğun nasıl yetiştirilmesi gerektiği bu faaliyetlerin merkezine oturtulmuştur.
Tanzimat Dönemine kadar ülkemizde medresenin bir işi olarak görülen öğretim, 1848 de açılan Darülmuallimi-i Rüşdi ile el değiştirmiştir. 1868 de Darülmuallimi-i Sıbyan, 1891 de Darülmuallimin-i Ali mekteplerinin açılması ile artık eğitim tarihimizde muallimlik mesleği doğmuş oluyordu. Cumhuriyet Döneminde 1921 Maarif Kongresi, 1923-1924 de I. ve II.Heyet-i İlmiye Toplantıları, 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1924 Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu, 1926 Maarif Teşkilatına Dair Kanun, 1940 Köy Enstitüleri Kanunu, 1961 İlköğretim ve Eğitim Kanunu, 1973 Milli Eğitim Temel Kanunu, 1981 Yüksek Öğretim Kanunu öğretmenlik mesleğinin belli başlı yasal esaslarını teşkil eder. 20-Temmuz-1982 tarih ve 41 sayılı kanun hükmünde kararname ile Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı öğretmen yetiştiren bütün kurumlar üniversitelere devredilmiş ve Eğitim Fakülteleri devreye girmiştir.
1970’e gelinceye kadar iyi ve kötü yönleriyle götürülen öğretmen yetiştirme bu tarihten sonra tamamen politik ve ideolojik esaslara göre şekillenerek kalite hızla düşürülmüş, üniversitelere devredildikten sonra da yanlış politikalar ve uygulamalarla iyice çığırından çıkartılmıştır. Bazı yasal düzenlemelerle öğretmenlerin yetiştirilmesi ve istihdamı konusunda iyileştirmeler yapılmak istenmişse de, bunlar birtakım palyatif tedbirlerden öteye gidememiştir.
Öğretimin her kademesinde çalışan öğretmenleri lisans eğitiminden geçirmek, maaşlarını yükseltmek, onları teknolojik imkânlarla donatmak, her okula bilgisayar göndermek kâfi gelmemiştir. Öğretmen adaylarını eskiye göre biraz daha fazla bilgilendirmek sorunu çözmemiştir. Temeli çürük bir binayı ne kadar sağlam malzeme ile yaparsanız yapın, sonuçta çökecektir. Çünkü işin özüne, esasına, temel amaçlarına ve hedeflerine inilememiştir. Nedir bunlar?
1- Öğretmen yetiştiren kurumların öğrenci kaynağı,
2- Öğretmen yetiştiren eğitim kurumlarının kuruluş sistemi, amaçları ve programlarının toplumsal ihtiyaçlara göre düzenlenmesi,
3- Öğretmen adaylarının seçimi,
4- Öğretmenlerin istihdamı ile ilgili reel planlamalar,
5- Öğretmenlik mesleğinin etik kurallarının tespiti ve tavizsiz uygulanması.
1970 den sonra orta dereceli öğretmen okullarının öğretmen liselerine dönüştürülmesi bir netice vermemiştir. Düşünce iyiydi ama mesele yanlış yönlendirilmiştir. Bu liselerden çıkanların büyük bir kısmı başka mesleklere yönelmişlerdir. Sonra bu okulların başına “Anadolu Lisesi” eklenmiş, fakat bu da fiyasko ile sonuçlanmıştır. Zaten “Anadolu Lisesi” kavramı bir garabet idi. Dolayısıyla mesleğin öğrenci kaynağı başlangıçtan itibaren yanlıştı.
Eğitim Fakültelerine nereden gelirse gelsin giriş puanını tutturan her öğrenci alınmıştır. Bu fakültelerin diğerlerine göre giriş puanının düşük olması ise süreci daha baştan itibaren sakatlamıştır. Üniversite giriş sınavında alınan puanın yegâne kriter sayılması, ayrıca bir sözlü sınav ya da mülakatın yapılmaması ayrı bir yanlıştı. Hele hele engelli çocukların Eğitim Fakültelerine alınması en büyük yanlış olmuştur. Yakın zamanlara kadar Milli Eğitim Bakanlığı’nın uhdesinde bulunan öğretmen okullarına öğrenci alınırken adaylarda fiziki ve zihinsel bir engelin bulunmaması şart koşulurdu. Zira öğretmenlik mesleğinin kendine göre bazı özellikleri vardır. Öğretmen her yönüyle örnek bir kişi ve her şeyden önce ruhen mesleğe hazırlanmış olmalıdır. Engelli çocuklarımızı tabii ki öğrenim hakkından mahrum bırakamayız. Hatta onlara diğerlerine göre birtakım muafiyetler ve avantajlar sağlanmalı, her türlü mesleği zihinsel ve fiziki kapasitesinin elverdiği ölçüde icrasına imkân hazırlamalıyız. Suret-i haktan yana görünen eşitlikçi, demokrasi şampiyonu, insan hakları savunucusu akıl fukaraları maalesef hem eğitim sistemine hem de bu çocuklara iyilik yapmamışlardır. Tıpkı sınıfta kalmayı kaldıran aptalca bir zihniyet gibi.
Niçin bu yanlışlara imza atılmıştır? Çünkü eğitimi eğitimcilerin dışındaki bu işi bildiğini zannedenler yönetmektedirler. Devletin genel politikalarıyla(adalet, sağlık, güvenlik, ekonomi, tarım, maliye) eğitim politikaları biribirinden bağımsız değilse eğitim den bir şey beklenemez. Siz yargıyı bağımsız yapıyorsunuz da, ki öyle olmalı, ülkenin geleceğini inşa edecek öğretmenleri niçin bağımsız yapmıyorsunuz?
Osmanlı döneminde ilmi, adliyeyi ve diyaneti temsil eden Şeyhülislam, Devlet-i Ali’nin Padişahtan sonra gelen ikinci adamıydı. Padişah bütün icraatında Şeyhülislam’a danışırdı. Bugün itibariyle devlet işinde adliye, ilmiye ve diniyye’den sadece adliye bağımsız kalabilmiş, öbür ikisinin hükmü şahsiyeti kalmamıştır. Devlet protokolünde YÖK ve Diyanet İşleri Başkanlarının kaçıncı sırada olduğuna bakarsak haklılığımız daha iyi anlaşılır. Başlangıçta üniversitelere tanınan özerklik daha sonra ellerinden alınınca bugünkü manzara ortaya çıkmıştır.
Öğretmen yetiştirme işi üniversitelere verildikten sonra ülkemizde hesapsız kitapsız eğitim fakültesi açıldı. Bunları eğitimciler mi açtı? Hayır. YÖK açtı. O da kendiliğinden mi açtı? Hayır. Güya kalkın isteği ve görülen lüzum üzerine siyasilerin telkini ile açıldı. Yüksek Öğretim Kurulu’nu eğitimcilerden değil de bürokratlarla doldurursanız olacağı budur. Yüze yakın eğitim fakültesine bu kadar öğrenci alınırsa, şu anda olduğu gibi bir atanamayan işsizler ordusu birikir. Atanmayı bekleyen 600.000 eğitim fakültesi mezunu var. Her sene bunların ancak 20-40 bini atanabiliyor. Kalanı bekliyor, meydanlara çıkıp dertlerini anlatmaya çalışıyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı da bundan fazlasını yapamıyor. Çünkü maliyeden alınabilen kadro bu kadar. İşin garip tarafı öğretmen adaylarının feryadını duyduğu halde bir şey yapmayan da, diğer taraftan bu kadar yığılmaya yol açan da aynı devlet. Bu manzara demokratik sosyal bir hukuk devleti anlayışı ile asla bağdaşmaz.
Bir üniversite bünyesinde üç eğitim fakültesi açılır mı? Bir üniversitede tıp, fen, fen-edebiyat ve eğitim fakültesine ayrı ayrı laboratuvar kurulur mu? Bir üniversitenin üç eğitim fakültesinde de aynı bölümler mükerrer olarak açılır mı? Ülkenin kaynakları böylesine heba edilir mi? Bunun hesabı sadece bugünün yönetimine değil, 1981 den bu yana iş başındaki yönetimlere sorulmalı. Geçmiş Hükümetler,Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurulu, Üniversite Rektörleri bu yanlışın baş sorumlularıdır. Giderek her biri bir mayına dönüşme istidadı gösteren bu gençleri görünce vicdanları sızlamıyor mu acaba! YÖK Başkanı ile Rektörün ayaküstü sohbet esnasında eğitim fakültesi açılmasını kararlaştırdıkları olmuş bir hadisedir. Devletin resmi kurumlarıyla kalınmıyor, vakıf üniversitelerinin de durmadan eğitim fakültesi açmasına da izin veriliyor. Binlerce gencin hayallerini yıkmak, onları pervasızca işsizler ordusuna katıp ruh sağlıkları bozulmuş bireyler haline getirmek ve topluma yabancılaştırmak altından kalkılamayacak bir vebaldir.
Eğer;
1-Gerçekçi bir planlamayla ihtiyaca göre eğitim fakültesi açılsaydı,
2-Eğitim kurumlarının öğretmen İhtiyacı kadar öğrenci alınsaydı,
3-Bu kurumlarda öğrenci yatılı okutulsaydı,
4-Eğitim fakültelerine giriş puanı bir tıp veya mühendislik fakültesinin puanıyla aynı tutulsaydı,
5- Öğretmen adaylarının mezuniyet sonrası atanma kaygıları olmasaydı,
6- Öğretmenler sendikalizmin ideolojik çıkarları doğrultusunda değil de kendi mesleki menfaatleri etrafında örgütlenseler ve özlük haklarını koruyabilselerdi, mevcut tablo ortaya çıkmazdı.
Öğretmen istihdamının ilginç bir tarafı da Fen-Edebiyat Fakültesi mezunlarının acıklı durumlarıdır. İhtiyaç fazlası eğitim fakültesi mezunlarına bir de bunlar eklenirse işin vahameti daha iyi anlaşılır. Fen-Edebiyat ve Eğitim Fakültelerinin 2019-2020 ders yılı sonunda verecekleri mezunlarla yukarda zikredilen 600.000 rakamı 1.000.000’a doğru tırmanacak, çok iyimser bir ifadeyle bunun içinden 50.000’i atansa 950.000’ i açıkta kalacaktır. O zaman Fen-Edebiyat ve Eğitim Fakültesinden biri fazladır. “Biz Fen-Edebiyat Fakültelerini öğretmen yetiştirmek için açmadık ki”, ya da “öğretmen yalnız eğitim fakültesinden yetişir” demek, son derece akılsız ve sorumsuz bir yaklaşımdır. Realiteye bakmak, olan biteni görmek lazım. (Bu konu ayrı bir araştırma meselesidir). Ucuz bahane ve gerekçelerle işin içinden sıyrılmaya çalışmak bu acıklı tablonun müsebbiplerini vicdani sorumluluktan kurtaramaz.