H’iç Kon-uçma(!)lar ya da İç Konuşmalar
Hepiniz ellerinizi mi ovuşturdunuz? Madalyonunuzun bir yüzünde “ben oyum” yazıyordu da hiç görmediğim yüzünüzde bir odaya sığıp fiskos mu satın aldınız? Yaralandığını bile bilmediğim dizlerime dudaklarınızı dayayıp kanımı emmek için sıranızı diyorum hem bir de yüzünüzü nerden aldınız?
Kapanmış, hiç açılmayacak bir perdeyi…
Bugüne kadar işlenmiş ne kadar günah varsa hepsinin faili ben oldum, aynada gördüğüm maktul… bendim. Bir anda yeryüzünde siyaha boyanmış ne kaddar duvar varsa dört yanıma dikiliverdi, yer bile çatladı, yüzüm çatladı, ellerimmm… çat la dı. Bir masada tüm ışıklar üzerime düştü, altında kaldım. –altına kandım.- Ağzım, burnum yamulmuş, işlemediğim suçun tek zanlısı oldum. Elimin değmediği, gözlerimin görmediği, nefsimin üzerine eğilmediği, niyetimin bir an bile kaymadığı bir hırsızlığı soruyordu ahlakımın bekçileri. Üstelik hepsi beni ne kadar sevdiğinden bahsediyordu aynı zamanda, -ama… şey… babam beni hiç böyle sevmezdi de.- Korkmadım… -korktum, korkuyorum.-
Zile aldırmayan, arkası gülmeyen bir kapıyı…
Bu masada ne desem yalan oldu. -bennn yap!madım.-. Nafile ama, “evet, yaptı.” dediler ve burada fiskosa en çok ne konursa çokça o olmuş olurdu. -öyle oldu.- Diyorum ya ne desem inanmazlar… –inanmadılar.- çünkü bu masaya oturmak zorunda kalan herkes doğrunun asıl yüzünü söyleyememişti ve zaten bu giysiler içinde, bu giysilerin doğasında, bu giysilerin anasında, bu giysilerin –çevirin bakın- etiketinde “yalan” vardı, söylenmişti. –ama ben çalmadım ve yalan söylemem. annem de hiç yalan söylemezdi.-
Çınlayan duvarları…
“Bizden” ya da “onlardan” olmak… Ve diyorum ya ben seçemedim, daha ilk gün zaten bu giysiler içinde yalnızca “onlardan” olabildim, sandım belki –kandım-. –hem böyle hiç kimse, hem herkes? nasıl peki?- Şaşkın.
Vakitsizliği…
Karanlık bir gecede, papatya giyinmiş koccamaaan canavar ağaçlar içerisinden geçerek üç koridor arşınladım. Onlar gözlerini bir anahtar deliğinden içeri buyur ettiler, -ben etmedim.- gözleri büyüdü büyüdü küçüldü, her yere gözleri düştü. Gözleri… yaşardı, odam ıslandı, -inanmadım.- Bende onlarınkinden azdı yaş’’’ardı ama çoğunca, -herkes onların sellerini gördü.- Parmaklarımın uzandığı kapılarda yaşıma da başıma da yakışmayan titremeler aldı ellerimi, benim olmayan bitmez bir telaşa taşıdı yüreciğimi. Bir odayı arşınlarken, -bilmem kaç kere?-, üç araya girdim, -kaç araya gittim?- üçünde de eksilmedi taşikardim.
“Hadi bana eyvallah.” diyemeyişi…
Sonra birden tüm dedi ve kodu tvler benden bahseder oldu. Kimi ahhh’larla yan yana koydu adımı, kimi dudağının sol cenaaahını ve burnunu hafifçe yukarı kaldırıp kafasını, arabanın önüne konan süs köpekleri gibi, iki yana sallayarak “ben demiştim.” dedi, kimi… kimi… kimi? kim mi? Sustu. En çok susan itti ayağımın altındaki iskemleyi. Bir işe yarayabilseydi keşke kolye niyetine bir halata aksesuar olmuşluğu boynumun. Geçirdim tastammam tasmamı, -kasma mı? nasıl?- Bu oyunumun, ki 1. tekil ile kurulmuşluğu var sözde -hem yalnızlıktan- o kişisi ben olamadım –kimim ben?- kaydım, dalıma yabancılaştım süzüldüm bi’ yaş bi’ yaş bi’ yaş daha ve seller… havaya.
Hepsi masada başıma dikilmiş bekçinin hemen ardında el ovuşturup, kahkaha atıyorlardı, -hayatımın dibbi, kalbimin ritmi gibi- “kaaahhh kahahahahaahaahaaa”. İşte burada bir anda ne “bizden” ne “onlardan” olabildim hatta. Hiiiiiiç… kimse. Her kimse? Tuz şükkür, az teşekkür.
Yokluğu…
En önce bu etrafımdaki kara duvarlara, sonra gözlerimin hemen üstü hem saçlarıma sınır alnıma yazılsın: ÖLÜM VAR.
ölüm var…
ölü’m var…
-şeyy, yaralar…
hiç iyi’leşir mi?-
-ölüm en çok uyuyana var da.-
-------------------------------------------------------------------*
Bunun için mi ciğerimin besini?
Bunu için mi yarattın ya Rab Esin’i?